Bugün emperyalist sistemle ve onun izdüşümü yerel iktidarlarla çelişme halinde bulunan tüm ezilenlerin, baskı altında bulunan tüm kesimlerin taleplerinin karşılanması ve gerçek anlamda bir özgürlük için; ezen-ezilen çelişmesi, ezilenlerin lehine çözülmek durumundadır. Sistem içinde kimi iyileştirmeler mümkün olsa da, çelişkinin çözümü uzlaşmayla değil mücadeleyle olacaktır. Bu, emperyalizm var oldukça, niteliği de değişmeyecek bir olgudur.
Son 15-20 yıl içinde yaşanan gelişmeler nedeniyle bu yaklaşımımızı ‘ dogmatik’ bulanlar olacaktır. Gerçekte ise, böyle bir yakıştırma, söz konusu gelişmelerin bir parçası niteliğindedir. Mücadele grafiğinde yaşanan dalgalanmalar, sermaye çevrelerinin kendi ihtiyacı olan ‘ yeniden yapılanma’ hamleleri, özgüven ve perspektif sorunu yaşayan kimi sol çevrelerde sistem içine taşınmanın gerekçeleri olmuştur. Yüzyılı aşkın süre, burjuva ideolojisi karşısında üstünlüğüne bir kez olsun gölge düşürmemiş olan Marksizm’i “eskimiş”, “yetersizlikle malul” , vb. olarak tanımlamaya başlamak; Marksizm’in yaşam tarafından defalarca ve çeşitli coğrafyalarda kanıtlanmış önermeleri yerine, burjuva kesimlerden veya Troçkizm’den ödünç alınmış fikir parçacıklarına itibar etmek, adeta bir rüzgar halini almış; özgürleşme projeleri, kimi kesimlerce, bir daha indirilmemek üzere rafa kaldırılmıştır.
Saldırılarını küresel çapta sürdüren emperyalizme karşı ancak küresel çapta karşı durulabileceği, ulusal çapta bir şey yapılamayacağı fikri de, emperyalizm tarafından küreselleşme eşliğinde pompalanan ideolojik kalıpların izlerini taşımaktadır. “ Var olanı değiştiremiyorsan, katıl ve içinde yer edin” biçiminde formüle edilebilecek bu eğilimin en çarpıcı biçimine, Irak ve Türkiye Kürdistan’ında Kürt önderliklerde rastlanmaktadır.
Ulus devlet talebinde geçmişe oranla bir yumuşama, ısrarcı olmama hali gözlenmekte ve bu, ilk etapta olumlu çağrışımlar yapmaktadır. Gerçekte ise mesele, bir ulus devletin olup olmayacağından çok, ulus olmaktan kaynaklı haklı taleplerdir. Bu taleplerin ifade edilmesi bugün hala demokratik bir içerik taşır. Geçmişte olan ve bugün artık tekrar etmeyecek olan şey, burjuvazinin bu taleplerin gerçekleşmesine önderlik etmesidir. Bugün değişen koşulları gerekçe ederek bu hakları kazanmaktan vazgeçmek, ileri bir adım değildir. Bu, Türk ulus egemenliğini kabul etmektir. Yani, Kürtçe değil Türkçe konuşulacak; Türkçe düşünüp bir Türk gibi yaşanacaktır. Bunu dayatmak da, kabullenip ona göre davranmak da ilericilik değildir ve gerçekte bunun küreselleşme ile gerekçelenebilecek hiçbir boyutu yoktur. Küreselleşme, sığınılabilecek bir bahane olabilir ancak.
Sisteme yaklaşıldığı oranda sosyalist alternatiften uzaklaşılmaktadır.
Kendisine benzeyen pek çok örnek gibi, Gündem gazetesinde yazan Demir Küçükaydın’ın da, dağarcığındaki tüm okları devrimcilere/sosyalistlere fırlatması ve her vesileyle hedef göstermesi bir tesadüf değildir. “ Kürtler, herhangi birisi en küçük bir demokratik talep öne sürdüğünde hemen onu destekliyor ve her türlü radikal demokratik talebin en tutarlı savunucusu oluyor ” diyen Küçükaydın, acaba “ işgalci güçlerin Irak’tan kovulması” talebini demokratik görmüyor mu? Veya ABD’nin Iraktaki varlığını “ altın bir fırsat” olarak gören “Kürtler” değil mi? Kaldı ki, demokratik tavır alışları, sınıfsal veya örgütsel farklılık belirtmeden, “Kürtler” ortak paydasında aramak da ciddi bir problemin varlığına işarettir. Bu, sınıfsal perspektifte bir kaymanın ifadesidir.
Kürtleri, sınıfsal ayrım gözetmeksizin öven ve gerçekliği yansıtmayan genellemeler yapan Küçükaydın, “ devrimci demokratik bir hareketin oluşmasının önündeki en büyük engel sosyalistlerdir. Sosyalistlerin bu etkisine son verilmeden, Türkiye’de devrimci demokratik bir hareketin oluşması neredeyse olanaksızdır ” demektedir. (17 Eylül,2003)
Sosyalistlerle mesafeyi açmak ve aynı oranda sisteme yaklaşmak, sadece Küçükaydın’a ait bir tutum değildir. Anımsanacak olursa, 1 Eylül kutlamalarında Diyarbakır’da Türk bayrağı ile KADEK bayrağı bir arada açılmış ve Gündem’de “kapak”tan verilmişti. Gündem, bu gelişmeyi “ Türkiyelileşme’nin bir ifadesi olarak değerlendirdi. Bir hedef olarak belirlenen ve dillere dolanan bu “Türkiyelileşme” nedir? Türkiye Cumhuriyeti devleti bir ulus devletin en üst örgütlenmesidir; bir Türk devletidir. Herkesin devleti olma iddiası, bir yönetme ve yönlendirme ihtiyacından ibaret bir yalandır. Türkiye oligarşisinin baskı aracı olan devlet, genelde tüm emekçilerin ezilmesinde ve toplumun büyük bir çoğunluğunun temel hak ve özgürlüklerinin gaspedilmesinde rol alırken, bu zulüm ve sömürüden Kürtlere düşen pay, her zaman “ iki kat” olmuştur. Onlar, hem sınıfsal hem de ulusal olarak ezilmektedir. Bu baskıda; ne İmralı süreci, ne küreselleşme, ne de Irak işgali sebebiyle en ufak bir azalma olmamış; ezilen bir ulus olmaktan kaynaklı demokratik talepler de varlığını korumuştur. Bu demokratik taleplerin gerçekleşmesi mutlaka ulus devlet çağrısıyla olmayabileceği gibi, Türkiyelileşme çağrısıyla da olmayacaktır. “ Biz Türkiye devletinin bir parçasıyız” demekle, kazanılabilecek hiçbir şey yoktur; bu ancak var olanın kalıcılaşmasına hizmet eder, egemeni cesaretlendirir. Hak kazanmanın, mücadeleden başka hiçbir yolu yoktur. Bu da zorbanın anladığı dilden olmak durumundadır.
Kazanılacak hakkın niteliği, mücadelenin de niteliğini belirler. Böyle bir mücadeleyi önüne koymadan, mevcut iktidarın sınıf egemenliğini temsil eden bayrağı havaya kaldırarak hak kazanmaya çalışmak; saflık değilse eğer, gönüllü tasfiyeciliktir; teslimiyettir. Aynı şey Türkiye’de olduğu gibi Irak’ta da geçerli. Irak’ta ortak merkezi bir devlet içinde Kürtlerin, Arapların, Türkmenlerin, Şii ve Sünnilerin olduğu üst düzeyde bir çatı kurulabilir. Bu, öncelikle ABD’nin, sonra da Kürt, Arap aşiretlerin çıkarları temelinde şekillenecek ve Kürt halkının demokratik taleplerinde herhangi bir ilerleme anlamına gelmeyecektir.
Bugün emperyalizmle işbirliği yapan aşiret reislerinin yarın burjuva işbirlikçileri olarak halkın karşısına çıkmasına yarayacak olan bu süreçte, Kürt halkı adına çıkar/gelecek ummak, en azından sınıf olgusundan ve emperyalizmin niteliğinden haberdar olmamak anlamına gelir.
Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı kurtuluş ve dolayısıyla özgürlük projeleri, ticari yaşamdaki “ kazanç” ölçütleriyle veya duygusal reflekslerle değil, bilimsel ölçütlerle çizilir. Sosyal bilimin niteliği gereği var olan esneklikler; bir pragmatizm ve öznellik rüzgarı estirmek için bir gerekçe olmamalıdır. Ulus sorunu da Marksist klasiklerde, yanlış anlamaya yer vermeyecek biçimde ele alınmıştır.
İşbirliğini, emperyalizmin politikalarına alet olarak iş görmeyi, ulus sorununun özgünlüğüne bağlayanlara, Marksizm vaktinde gerekli yanıtı vermiştir: “ Eskiden ulusal sorun, reformist bir bakış açısıyla, ayrı, bağımsız bir sorun olarak; sermayenin iktidarı, emperyalizmin devrilmesi, proleter devrim genel sorunuyla bağlantısız bir sorun olarak ele alınırdı. Sömürgelerdeki kurutuluş hareketiyle doğrudan ittifak olmaksızın Avrupa’da proletaryanın zaferinin mümkün olduğu, ulusal sorunun ve sömürgeler sorununun sessizce, “kendiliğinden”, proleter devrimin anayolunun dışında, emperyalizme karşı devrimci mücadele olmaksızın çözülebileceği sessizce varsayılırdı. Şimdi bu devrim karşıtı görüşün maskesi düşürülmüş olarak görülmelidir. Leninizm tanıtlamış ve emperyalist savaş ile Rusya’daki devrim doğrulamıştır ki, ulusal sorun ancak proleter devrim ile bağlantı içinde ve proleter devrimin zemini üzerinde çözülebilir; Batı’daki devrimin zafer yolu, sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin emperyalizme karşı kurtuluş hareketiyle devrimci ittifaktan geçer. Ulusal sorun, poleter devrimi gelen sorunun bir parçası, proletarya diktatörlüğü sorunun bir parçasıdır .” (Stalin, Leninizmin Temelleri, s:76-77) Ayrıca ulusal sorun incelenirken ve bir ölçü oluşturulurken, en temel olgunun anti-emperyalistlik olduğu; Afgan emiri, Mısırlı tüccar ve aydınlar gibi örneklerde de görülmüştür.
Bugün ülkemizde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk ve Kürt halklarının gerçekten demokratik bir yaşam sürdürmesinin önündeki en büyük engeldir. Halkların ortak kurtuluşu, emperyalizmle işbirliği halinde olan bu ortak düşmana karşı ortak tavır almaktan, ortak mücadele vermekten geçer. Bu, yıllardır savunduğumuz bir çerçevedir. Vaktinde bu perspektife itibar etmeyen Kürt örgütlenmeler, bugün “ Türkiyelileşme” ile de bunu ifade etmiş olmuyorlar.
Marksizmin emperyalizm çağına özgü olarak ortaya koyduğu yaklaşım, dikkatle ve tekrar incelenmelidir. Yani bizim ortaya koyduğumuz çerçeve yeni değildir. Özellikle 3. Bunalım dönemiyle beraber; emperyalizmin içsel bir olgu olması, dünyanın pazar olarak paylaşımının tamamlanması, emperyalist-kapitalist pazarın dışında toprak kalmaması, kıtaların derinlemesine sömürüsünün gündeme gelmesi sebebiyle artık; ulusal niteliği olan, ulusal nitelikleri ağır basan güçlü bir burjuvaziden bahsetmek mümkün değil. Dolayısıyla, ulus talebi olan, ulus-devlet olarak örgütlenmek gibi çok somut bir talebi olan bir burjuva bulmak da mümkün değil. Olsa olsa, geçiş dönemini yaşayan küçükburjuva entelektüel aydınlardan oluşan bir milliyetçi düşünce olabilir. Bunun da zaten uzun dönemde başarı şansı yoktur. Çünkü, emperyalist sömürünün bu kadar hızlı yayıldığı bir dönemde, küçükburjuvazi içindeki bazı kesimler, kısa sürede emperyalizmle bütünleşerek, uzlaşarak o milliyetçi gibi görünen kesimleri emperyalizmin bir işbirlikçisi haline dönüştürecektir.
Bugün artık, ulus sorunun ulus temelinde örgütlenmelerle çözümünün mümkün olmadığı, daha yaygın ve sesli biçimde ifade edilmelidir. Bu, ulus temelinde sorunların olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak o sorunların çözümü, ulus temelinde örgütlenmeyi değil, sınıfsal temelde örgütlenmeyi gerektiriyor. Leninizmin ifade ettiği, tam da budur; ulusal sorun, proleter devrimin bir bileşeni haline gelmiştir. Bu noktada akla, her şeye rağmen ulus temelinde örgütlenen Korsikalıların Fransa’dan, Basklıların İspanya’dan, Berberilerin Cezayir’den, vb. ayrılma talebine nasıl yaklaşılması gerektiği sorusu geliyor. Bu tür durumlarda ölçü alınması gereken, ayrılma talebi değil, ayrılma talebine yön veren siyasal yapının ideolojik kimliğidir.
Geçmişte Kürt hareketi en büyük desteği Devrimci Yol’dan aldı.
O gün için Kürt önderliği, Kürt halkının güçlü dinamikleri olduğunu, bu dinamikler doğrultusunda mücadele ederek kendi sorunlarını çözmesinin, Türkiye’deki bütün halkların sorunun çözümüne endekslenemeyeceğini ve onun sonuna ertelenemeyeceğini söylüyordu. Ayrıca, örgütlenme ve mücadele düzeyine, mücadele sürdürülecek alanların niteliğine dikkat çeken, düşmanın ortak olmasına rağmen, sahip olunan avantajlar sebebiyle mücadelenin başlatılması kararını veren Kürt önderliğinin bu kararı; bağımsız bir şekilde örgütlenmiş küçük bir hareketin mücadeleyi başlatmasının başarı şansının az ya da çok olması açısından tartışılabilir; ama ilke olarak doğrudur. Biz onları eleştirmemize, yani bizi hedefe götürecek asıl yolun ortak örgütlenme ve ortak mücadele olduğunu söylememize rağmen, desteğimizi esirgemedik. Kürt halkının mücadelesi sonuna kadar haklıdır; mücadelesinde ve örgütlenme biçiminde yanlışlıklar olsa da özünde haklıdır diyor ve sahip çıkıyorduk. Ne zaman ki, Kürt önderliği ulus devlet çağrısından vazgeçiyormuş gibi yapıp, kendi halkının demokratik taleplerini savunma hakkından vazgeçtiyse, biz de onlar karşısındaki duruşumuzu değiştirdik.
KADEK gerçekte devlet amacından da vazgeçmiş değildir. Mevcut devletle bütünleşme üzerinden çözüm düşünmekte ve asıl olarak halkının Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı demokratik talepleri için mücadele etmekten vazgeçmiş olmaktadır. Türk bayrağını havaya kaldırmanın başka bir anlamı yoktur.
Hakların kazanılması için Kürt temelli bir örgütlenme şart değildir. Kürt halkının ertelenemez zorunlu ve acil talepleri vardır. Örneğin bir Kürt çocuğun anadilde konuşma isteği sosyalizme ertelenemez; bu acil bir taleptir, doğrudur, desteklenmelidir. Ama bunun için Kürt temelli bir örgütlenme şart değildir. Belki sorunun özgünlüğüne bağlı olarak, bağımsız siyasal yapıya destek oluşturmak için veya salt o soruna dikkat çekmek açısından kimi demokratik örgütlenmelere gidilebilir; ama, sorunun çözümünün motoru, tayin edici aracı proletarya partisidir ve bunu ulus temelli düşünmek doğru değildir. Aynı şekilde, Kürtlüğe -halk ve egemen ayrımı yapmadan- olumluluk atfetmek, sanki kendinden menkul bir değer taşıyormuşçasına, tüm diğer uluslardan farklı bir yere koymak, milliyetçiliktir ve savunulacak hiçbir yanı yoktur. Haklı nedenleri bu tür çarpık fikirlere dayanak yapmak o haklı nedenleri de aşındırır ve desteği, hatta başarı şansını zayıflatır. Yukarıda verdiğimiz örnekte, halkı egemenden, örgütlü kesimi örgütsüz kesimden ayırmadan Kürt övgüsünde bulunan Küçükaydın’ın yaptığı tam da budur.
Biz doğru bulmuyor da olsak, bir hareket çıkıp da Kürt halkının demokratik talepleri etrafında bağımsız bir örgütlenme geliştirirse, onu gerici olarak değerlendirmez; öncelikle nasıl bir çözüm önerdiğine bakarız. Ayrılmayı da savunuyor olabilir; biz programının sahip olduğu demokratik muhtevayı ölçü alırız.
Sonuçta bugün Kürt hareketi; hiçbir demokratik açılım olmadan, en gerici, en şoven, emperyalizmin en açık işbirlikçilerinden biri olan T.C’nin bayrağını, kendi bayrağıyla beraber kaldırır noktaya gelmiştir. Bu, demokratik taleplerin tümünden vazgeçmek anlamına geliyor. Dolayısıyla gerici bir tavır alıştır ve ciddi biçimde mahkum edilmelidir.
Sayı 11 (Ocak 2004)