Marks, komünizm için,
“o tarihin çözülmüş bilmecesidir.” der.
İnsan ilkin ilkel ve doğal yoldan buldu komünaliteyi. Sonra bu öğretici pratikler üzerinden çözümledi, nihai hedefin niteliklerini.
Gerçekte, bireyde toplumu,
en küçük bir kesitte koca evreni görebilmek mümkün. Yeter ki yöntem haline getirilebilsin,
toplumların yaşamdan damıttığı sınıf bilinci. Marksizm böyle çözümledi,
kendisinden önceki ve sonraki şifreleri…
AKİL İNSANLARA DEĞİL AKİL ÇÖZÜME İHTİYAÇ VARDIR
Süreçte duygusal ve psikolojik öğeler, ideolojik-politik gerekliliklerin önüne geçmiş durumda. Hemen herkes, öğretilmiş bir tutumun veya gizli bir elin etkisinde, kaygılarını bile ifade etmede tereddüt eder hale getirildi. Örgütlü veya örgütsüz, Türk veya Kürt herkesten sürece güvenmesi isteniyor. Bugüne dek uğrunda mücadele edilen taleplerin ne olduğu/olacağı üzerinde durulmazken, Türk-Kürt ittifakı üzerinden bölgeye dair yapılan hesaplara hep beraber alkış tutulması isteniyor; hatta dayatılıyor. Bu durum bölgeye dair milliyetçi hesapları meşrulaştıran bir işlev görüyor. Örneğin PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, “Bizim Ortadoğu konfederalizmi diye bir projemiz var. Arapların, Kürtlerin, Türklerin bir arada yaşayacağı AB gibi bir şey. Onlar nasıl sınırları kaldırmışsa aynı şey Ortadoğu’da neden olmasın. Nihai projemiz budur ve bunun için çalışıyoruz .” diyor. Şimdi biz “Ortadoğu konfederalizmi emperyalist ittifak (AB) gibi bir şey” desek muhtemelen tepki alırız. Hatta böylesine tarihsel önemde bir süreci anlamadığımız söylenir. Bu yöndeki devletin de PKK’nin de temennisi (yoksa dayatması mı diyelim?) “ bize güvenmekle yetinin, ne yorum yapın ne de eleştirin.” biçiminde özetlenebilir. Benzer şekilde süreç, taraflarca “ Ortadoğu’nun Kürt-Türk ittifakı üzerinden yeniden inşası ” olarak tanımlanıyor. Deyim yerindeyse, süreçten bir “Büyük Türkiye” yaratmak iki tarafın da retorik konusu haline gelmiş durumda.
Hatta bu amaç, uğrunda bedel ödenen hemen tüm taleplerin yerine geçirilmiş görünüyor. Sürecin ilk etabından itibaren, “çözüm” diye gösterilen gelişmelere eleştirel bakmamızın kimi çevrelerce yadırgandığını, tarihsel öneme sahip bir durumun doğru okunamaması olarak yorumlandığını biliyoruz. Hatta, akil insan listesinde yer alıp T. Erdoğan’ın halkla ilişkiler bürosu gibi çalışanlar kadar bile konuşmamız istenmiyor. Devlet zaten niteliği gereği her dönem bizleri susturmak istemiştir. Halbuki bu süreçte alkıştan çok, öngörü kabiliyetine ve doğruların söylenmesine ihtiyaç vardır.
Pratik adım atma noktasına gelindiği anda devletin aşağılayan ve küçümseyen bir üslubu öne çıkarması, tespitlerimizi doğrulayan bir gelişme olmuştur. Bizce bu, devletin sınıfsal niteliği gereği en bildik tutumudur/karakteridir. Onunla aynı zeminde durulduğunda, “kazan kazan” ilişkisine girildiğinde devlet aşağılar, küçümser. Başbakan’ın, “Öcalana televizyon bir de her gün 1’er saat jimnastik yapma hakkı verdik” açıklaması üzerine; KCK, “
Önderliğimizin bu haklardan on dört yıl gecikmeli olarak yararlanmasını Erdoğan’ın sanki Önderliğimizden bir şeyler alma karşılığında izah etmesi ve bunu bir lütuf olarak yansıtması belirtmek durumundayız ki, ne sürecin ruhuna denk düşmekte, ne de politik ahlakla bağdaşmaktadır.” yanıtını verdi. Bu yanıt elbette önemli, ancak bizlerin başından beri anlatmak istediği, oligarşi adına bu görüşmeleri yapanlardan politik ahlak beklenmemesi gerektiğidir.
Dünyanın çeşitli bölgelerinde çeşitli zaman ve biçimlerde bu türden görüşmeler olmuştur. Ancak genellikle yapılan (yapılması gereken) sahada kazanılanın masada tescili iken, bugün PKK’nin yaptığı, sahada kazanılanın masada kaybedilmesidir.
Tekrara varan yanılgılar, umut ve hayal kırıklıkları, sürekli değişen talep listeleri, tarihsel süreç vurgularına uymayan gelişmeler bir kez daha gösteriyor ki, bugün süreç pragmatik değil progr amatik davranmayı gerektiriyor.
Bunun için sınıfsal mücadelenin birikim ve deneyimleri bir kez daha anımsanmalıdır. Bilinir ki mevcut duruma özgü çelişmeler doğru tanımlanamadığında, dost-düşman ayrımından ittifak anlayışına, mücadele araç ve yöntemlerine kadar hemen her konuda yanılgı kaçınılmaz hale gelir. Oligarşi ile mücadeleyi değil “kazan-kazan” ilişkisini temel alan paradigma, bu pratik göstergeler ışığında sorgulanmalı, “konjonktür gereği” diyerek Kürt hareketinin attığı her adımı destekleyen çevreler, bunun yaradan çok zarar getirdiğini artık görmelidir. “Bırakın Kürtler ne istiyorsa onu yapsın.” Veya “ bize onları eleştirmek değil desteklemek düşer” anlayışı bir an önce bırakılmalı ve sürece mutlaka Marksizm’in öngörü kabiliyeti dahil edilmelidir.
Kürt sorunu, bölgenin en temel önemdeki sorunlarından biridir. Köklü nedenlerin ve zorlu süreçlerin daha da çetrefil bir nitelik kazandırdığı bu sorun, jestlerle veya mistik açıklamalarla çözülemez. Bugün halkların ihtiyacı, “İslam kardeşliği” değil sınıf kardeşliğidir.
Çıkış noktası, ezilenin sorunlarını ifade ediyor olsa da bugün gelinen “devletli İslam” aşamasında artık, “Gerçek Müslümanlar” çağrısı dahil, bu olguya atfedilen olumluluklar tepeden tırnağa gözden geçirilmelidir. Bunun için,
Marksizm’le donanmak olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır.
Yaşayan tarih ve somut gerçekler dururken mitolojiye, metafizik öğelere verilen önem, gerçekte paradigmasal alanda yanlış seçimin sonuçlarıdır. İslamı, istediğimiz kadar “Mekke İslamı”, “ Medine İslamı” diye ayıralım veya “gerçek İslam” vurgusu yapalım, sonuçta tüm tarihsel süreçlere dair en doğru ölçek, Marksizm’in bilimsel yönteminde içkindir.
Bugünün moda hastalıklarından biri de olgunun özü dururken, biçimsel veya magazinleştirilmiş yanını tartışmaktır. Akil adamlar konusu gündeme geldiğinde ilk tepki adlandırmaya oldu ve elbirliği ile isimlendirme “akil insanlar”a dönüştü. Sonra “akil” mi “akıl” mı tartışması devreye sokuldu. “akil”in anlamı “yiyen, yiyici” imiş, yerine “akıl” kullanılmalıymış. Bu kavram gürültüsü arasında ise başbakan, “akil insanların”, amaçladığı yolda önünü açacak bir halkla ilişkiler heyeti olduğunu ilan edip, hazırlamış olduğu listeyi devreye soktu.
Şöyle özetliyor, Milliyetten Kadri Gürsel akil insanlar meselesini: “Ülkenin yedi bölgesine yedişer ‘akil kişi’ tayin edilecek, her bölge ekibinin bir başkanı, bir başkan vekili olacak… Bunlar, Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’na bağlı çalışacaklar.
Anlayacağınız, Başbakan’dan onayla atanmış ‘şöhretli hükümet görevlileri’ olacak bu ‘akil insanlar’. O zaman ya kendi akıllarından vazgeçerek devraldıkları ‘iktidar aklı’ ile konuşacaklardır ya da iktidar bu göreve atayacağı kişileri kendi aklının öteki yarısı olarak gördükleri arasından seçecektir.”
Gerçekten de öyle oldu, AKP deyim yerindeyse, kendisine bağlı bir “reklam heyeti” seçti.
İNANILMAYAN ÇÖZÜM NASIL TARİHSEL ÖNEMDE OLUR?
PKK kaynaklarından yansıyan kimi değerlendirmeler, yine aynı kaynaklardan yapılan iyimser değerlendirmelerle çelişiyor. Örneğin 1 Nisan’da gündeme yazan Adil Bayram:
“Bütün bunlardan şu sonuç çıkıyor: Aslında AKP’nin ve hükümetin ateşkes ötesinde bir arayışı ve planı yok. Başbakan’ın deyimiyle ipe un sererek ‘Geri çekilme’ aşamasının önünü kapatmaya çalışıyor. Çünkü geri çekilme gündemleşirse, o zaman bunun bir karşılığı olur. Bu durumda demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü anayasal ve yasal düzeyde ele almak gerekir.
Oysa AKP’nin ne böyle bir zihniyeti ne de politik planlaması söz konusu. AKP’nin mevcut tutumunun da geçmişi aşar bir yanı yok. Yani gerçekte bir ‘çözüm projesi’ne sahip değil.
Onun için de konunun meclise gitmesine ve siyasallaşmasına karşı. Yeni süreci hükümet düzeyinde yürütmek istemesi, konuyu meclise taşımaması bundan kaynaklanıyor ve bu anlama geliyor.
Bu durum şu gerçeği açığa çıkarıyor: AKP’nin gündeminde Kürt sorununu çözmek yok. ‘Çözüm süreci’ derken, o aslında ‘PKK’yi çözme’ hedefini ifade ediyor.” (abç)
Madem AKP’nin ne böyle bir zihniyeti, ne de politik planlaması söz konusu değil ve asıl amacı “PKK’yi çözmek”; o halde neden halka final havası yaşatılıyor?
Unutulmamalıdır ki umut kırıklığı en az umutsuzluk kadar kötüdür. Dikkat edilirse, sadece genel anlamda halkın değil, bütünüyle solun/devrimcilerin de sürece kayıtsız şartsız desteği için yönlendirme, hatta baskı yapılıyor. Elbette örgütlü Kürt hareketinin istediğini yapma hakkı vardır. Ama aynı hareket nasıl kendi dışındaki devrimci yapılara dönük eleştiri ve değerlendirme yapma hakkına sahipse, devrimci yapılar da PKK’yi eleştirir. Bu, yıpratma amaçlı olmadığı sürece dostluğun da gereğidir.
Sıcak çatışmaların yaşandığı dönemde, sürecin hassasiyeti gereği, eleştiri yapmama yönünde ağırlıklı bir eğilim vardı. Bu eğilim bugün de barış sürecinin hassasiyeti adı altında sürdürülüyor. Bu eğilim, sanıldığından da öte geniş bir zeminde taraftar bulmuş durumda. İnsanlardan adeta AKP’nin yaptığı gibi, “Bizi izlemeye, destek vermeye ve biat etmeye devam edin” dercesine, süreç karşısında iradesiz bir duruş bekleniyor. Halbuki mesele, “ barışa mı karşısın?” veya “kim savaşmışsa barışı da o yapar size karışmak düşmez” ikileminden çok öte bir içeriktedir. Çünkü ne anayasa ne de bir başka konu, salt Kürt hareketi ve potansiyel kitlesini bağlayacak sınırlılıkta değil. “Genişletilmiş misakı milli” gibi tanımlar geliştiriliyor veya “
Nevruz mesajı önemli bir mesajdı. Sadece Kürt sorununun çözümü için değil gelecek için ve Orta Doğu sorunlarının çözümü için de bir proje niteliğindeydi.” (M. Karayılan) ifadesinde de görüldüğü gibi tüm bölge adına görüşme yapılıyorsa; daha da önemlisi sistemin nitelikleri unutulup ona olumluluk atfedilerek adım atılıyorsa, bizlerin sistemin niteliklerini, muhtemel kayıp ve tuzakları hatırlatmasından doğal ne olabilir ki?
A. Öcalan “Marksta her şey siyah beyazdır” diyerek yüzlerce yıllık bir birikimi haksız bir yakıştırmayla mahkum edip adım atarken, bu yaklaşım doğal kabul ediliyor. Ama benzer bir eleştiri Marksist yapılardan gelince, hemen barış sürecinin hassasiyeti hatırlatılıyor. İşin düşündürücü tarafı, bu yaklaşım sahiplerinin (koşulsuz destek veren kesimlerin) önemli bir kısmının hala “Marksist” iddialı olmasıdır.
Ortada yöntemsel, hatta paradigmasal bir fark ve yanılgı var. Örneğin adil davranacak bir komisyon yerine AKP’nin komisyonu denebilecek bir komisyon oluşuyor. Buna rağmen, “ komisyon sorunlu ama kurulması önemli, dağılmamalı, biz komisyonun doğru çalışmasını sağlamalıyız” biçiminde değerlendirmeler yapılıyor. Yani, işin özünün ıskalandığı yerde bile, işin şeklinden hareketle sonuca varılabileceğine inanılıyor. Bu aslında, girilen yolun niteliğini ele veren temel önemde bir handikaptır.
“Türkiye’de pek çok millet var ve yeni anayasa bütün milletlerin haklarını ve kimliklerini garanti altına almalı. Anayasa onları tanımlamalı. Bu olur da gerçek demokrasi gerçekleşirse Kürt halkı kendi diliyle konuşabilir ve kendini yönetebilirse bölgesini geliştirebilir, özgür ve Türk kardeşi ile eşit olabilirse üçüncü aşamaya gireriz. Bu da normalleşme aşaması olur. Toplum daimî barışı inşa eder ve düşüncesinde değişiklik meydana gelir, birlik ve eşitlik düşüncesi olur. Bu durumda PKK, Türkiye’de normal bir hâl alır.” (M.Karayılan, abç.) biçimindeki değerlendirmeler, sistemin ne denli yanlış tanındığına, kimlik paradigmasının nasıl temel önemde yanlışlar içerdiğine dair pek çok ipuçlarından sadece biridir.
KCK Yürütme Kurulu Üyesi Zübeyir Aydar’ın “sosyalistler bizi anlamıyorlar” deyip “geniş düşünmeye” çağırması da benzer bir durumdur. Ve sosyalistlerin PKK’yi değil, PKK’nin sosyalistleri yanlış anladığına, sistemin yapısal niteliklerini yanlış değerlendirdiğine örnektir. Aydar, “Barışın gelmesiyle sosyalistlere ciddi bir iktidar perspektifi gelecek.” diyor. Öncelikle belirtelim ki, iktidar perspektifinden bizim anladığımız çok farklı bir şeydir. Bu, oy olasılığına endekslenmiş bir olgu değil, stratejik bir meseledir. İkincisi, HDK kurulurken de benzer bir vaat/değerlendirme yapıldığını hatırlatalım. Peşinden gelen süreçte HDK partileşmiş, ancak kurucularının da itiraf ettiği gibi bir ölü doğum gerçekleşmiştir.
Sürece dair yaptığımız değerlendirmelerde, paradigma farkına bu denli vurgu yapmamızın sebebi budur. “devlet, iktidar” gibi olguları her türlü kötülüğün kaynağı olarak gösteren, bunun kimin elinde olursa olsun aynı sonucu doğuracağı tespitini yapan PKK, sola “iktidara gelebilme koşulu” vaat ediyor. Diğer taraftan da Ortadoğu’da düşündüğü ittifakın, egemenler arasında değil halklar arasında olduğunu anlatmaya çalışırken, AB gibi emperyalist bir oluşumun “kömür-çelik” birliğine dayanmasını ölçü aldığını ve Ortadoğu’daki benzer hayalinin ‘Fırat-Dicle Su Birliği’ olduğunu söylüyor. Halbuki “su birliği”nin, Avrupa devletlerinin döneme özgü en önemli üretimlerinde ortaklaşmayı ifade eden “kömür-çelik” birliği ile benzer bir yanı yoktur.
Kürt hareketinin “Halkın en alt tabakasını temsil ettiği” (Zübeyir Aydar) iddiasına gelince, bu da solla tartışmada kurulmuş zorlama bir cümle olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Çünkü herkes bilmektedir ki, kimlik paradigmasını sınıf paradigmasından ayıran temel niteliklerden biri de sınıfa dayanmaması, böyle bir ölçü ile hareket etmemesidir. “DTK içerisinde isteyen herkes çalışabilir” denmesi,
Hizbullah’a da Fethullah’a da çağrı yapılması tam da bu nedenledir. Yani ortada bir yanlış anlama varsa da bu, bize özgü değildir. Ayrıca, “kimse bizi anlamıyor. Kimse Öcalan’ın dediğini anlamıyor” vurgularının bu denli çok kullanılması da başlı başına bir sorundur. Unutmamak gerekiyor ki anlaşılmak, öncelikle anlatıcının sağlaması gereken bir durumdur; anlaşılmamak ise, bir olumluk veya bir üstünlük değildir; hele ki, sürecin/paradigmanın bir gereği haline gelmişse, bu özellikle düşündürücüdür.
HER ŞEY BARIŞ KAVRAMININ ALTINA SIKIŞTIRILMAK İSTENİYOR
Kimi barışlar vardır ki daha büyük savaşların hazırlayıcısı işlevi görür. Hatırlanacak olursa, çatışma halinde olup 1998’de ABD tarafından barıştırılan KYB-KDP, adım adım hazırlanmakta olan Irak işgali için emre amade bir destekçi işlevi görmüştü. Bugün yine içinde Kürtlerin olduğu bir barış, bölge bağlamlı projeler eşliğinde gündeme getiriliyor. Türk-Kürt ittifakından söz ediliyor. Malazgirt’e, Çaldıran’a atıf yapılıp, “Gerçek Misakı Milli” deniyor. Ve bunların konuşulduğu Nisan ayında, John Kerry Türkiye’ye 3 kez geliyor; barış kavramının gölgesinde yürütülen bu sürece destek verdiğini ve bölgeye dair beklentilerini gizlemiyor.
Bunun için çok şey söylenebilir; ancak kısaca diyebiliriz ki, ittifaklardan çatışan çevrelere, muhtemel gelişmelerden taktik ve stratejik yönelimlere kadar sözü edilen hemen hiçbir olasılık, solun/devrimcilerin değerler dünyasına ve stratejik ufkuna uygun değil.
Birileri her şeye rağmen barış sözcüğünün (içi boş da olsa) çıkardığı tınıya kapılıp sürece destek olabilir. Ama biz devrimciyiz; bedelle ufuk, taktikle strateji arasındaki ilişkinin doğru kurulmasının taşıdığı hayati önemin bilincindeyiz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kimi barışlar, daha büyük savaşları içeren stratejik hesapların gereği olarak gündeme gelir veya bu, doğrudan planlanmasa da sözünü ettiğimiz türden gelişmelere hizmet eder. Diğer bir ifadeyle barış kavramı, halk karşıtı saldırgan politikaları kamufle etmek için de kullanılabilir. Bu nedenle, empe ryalizmin bölge politikaları eşliğinde gündeme sokulan barış söylemlerine kuşku ile bakılması değil, tereddütsüz desteklenmesi sorgulanmalıdır.
Yaklaşık 10 yıl önce Irak işgalini önceleyen süreçte yaptığımız bir değerlendirmede barış kavramına dair taşınan kafa karışıklığı ve yanılgılara dikkat çekmiştik.
“Yanlış kullanımına en fazla rastlanan kavramlardan biri de barıştır. Barışın oluşması için kavgasızlık hali yetmez. Örneğin tek taraflı ateşkes veya teslimiyet barış değildir. Bunun yanında, barışın doğru, ileri bir adım olması veya onurluca sayılabilmesi için de birtakım kıstaslar gerekmektedir. Örneğin PKK’nin Kuzey Irak’a çekilmesi sonucunda oluşan ortama barış demek yanlıştır. PKK’lilerin silahlarını bırakıp teslim olmaları halinde de barış olmayacaktır. Kürt halkının kimi kesimlerinde rastlanan mevcut durumu ‘barış’ olarak adlandırıp, ‘bu kadar savaştık, azıcık da olsa barış hakkımız değil mi?’ biçimindeki eğilim; ödenen o büyük bedellerden sonra atılmış olan adımdaki geriliği yansıtmak açısından önemli ama üzücü bir göstergedir.
Barış kavramı da savaş kavramı gibi kimin için, kiminle, hangi koşullarda; biçimindeki sorularla test edilmesi gereken bir kavramdır. Ezbere barış olmayacağı gibi, barışa her halükarda olumluluk atfetmek de olmaz.” (Devrimci Hareket Yayınları: Savaş Onu Önceliyen Politikaların Devamıdır S:35 )
Bugünkü gelişmelere bağlı olarak daha net cümlelerle söylemek gerekirse, emperyalizm ve onun işbirlikçisi rejimler(faşizm), her koşulda siyasal gericilik üretir. Savaş üreten bu rejimler, hizmet ettiği iktisadi ve siyasi koşullardan bağımsız düşünülemez.
Emperyalizmin tahakkümü altında demokrasi olmayacağı gibi, barış da olmaz. Olsa olsa, geçici kimi uzlaşmalar, mücadelede mola dönemleri olur ki, bunu barış olarak tanımlamak doğru olmaz. Hatta sürekli çatışmasızlık halleri, bir çeşit mücadelesizlik ve sisteme rıza anlamına geliyorsa, o da bir sorundur. Onun yerine mücadeleyi savunmak çok daha doğru ve meşrudur.
Ezilenlerin evrensel pratiği yani Dünya mücadeleler tarihi, sınıflı toplumların ürettiği tüm savaşların müsebbibinin sistem sahibi egemen güçler olduğunu göstermiştir. Haklı savaş-haksız savaş ikilemi, bu konudaki normlar, sınıflar mücadelesinde meşruiyet ölçüleri, nerede nasıl durulması gerektiği bu tarih içerisinde en bilimsel içeriğini Marksizm-Leninizm ile almıştır.
Bu öğreti; demokrasi olgusu gibi, savaş, şiddet, barış vb tanımları, koşullar üstü bir soyutlukta yapmaz. Haksızlık, eşitsizlik ve sömürü üzerine bina edilmiş, dolayısıyla da baskı ve zorun, rejimin temel niteliğini/güvencesini oluşturduğu sistemlerde, şiddet karşıtlığından hareketle, ezilenin direnci ile ezenin şiddetini aynı kefeye koyup tartışmak bile başlı başına bir soruna, yöntemde bir yanılgıya işarettir.
Her koşulda, her türlü şiddete karşı çıkmak gibi, barışa sınıf ilişki ve çelişmelerinden bağımsız biçimde kendinden menkul bir olumluluk, savaşa ise mutlak kötülük atfında bulunmak; eğer maksatlı değilse, sınıf bilincine, dolayısıyla da diyalektik yönteme sahip olmamanın göstergesidir. Bu yaklaşım öz itibariyle, sistemin ürettiği sorunları gerçek nedeninden koparıp tekil alanı içinde biçimsel yöntemlerle çözmeye çalışmaktan farklı değildir. Böylece sorunların kökten ve bütünlüklü çözümü ıskalanır; sınırlı boyuttaki iyileştirmelerle veya vicdani tepkilerle yetinilir. Bu, kadın sorunundan çevre sorununa, Kürt meselesinden inanç sorununa kadar hemen her konuda geçerlidir.
Gerçekte zorbalığın hüküm sürdüğü yerde, her türlü şiddete karşı çıkmak, birincisi ezenle ezilenin şiddetini aynı kefeye koymaktır; ikincisi mücadelesizliği, edilgenlik ve teslimiyeti savunmaktır; düzenin devamına rıza göstermektir; kaderciliktir.
Doğanın diyalektiğini doğru kavrayanlar bilir ki, doğada güzellik ve çirkinlik, ölüm ve yaşam gibi karşıtların birliği ve mücadelesi her alanda mevcuttur.
Bunu yok saymak, gereğinin yerine getirilebilmesi için gerekli donanımdan yoksun kalmaktır; saldırgana, egemen zorbaya karşı silahsız duruma düşmektir. Lenin’in Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında kullandığı “Sosyalistler sosyalistlikten vazgeçmeksizin her türlü savaşa karşı olmazlar” (Bkz. Sosyalizm ve Savaş) ifadesi, bu gerçekliği anlatmaktadır. Savaşı, politikanın devamı yani farklı araçlarla sürdürülmesi olarak tanımlayan Clausewitz’ den hareketle söylersek, hangi politikanın devamı olduğuna bakmaksızın savaş ve barış kavramlarını tartışmak, yanılgıya düşme, dolayısıyla da egemenin politikalarına alet olma olasılığını arttırır.
Bu süreçte yapılan yöntemsel yanlışlardan biri de savaşları, haklı savaş-haksız savaş sınıflamasına tabi tutmaksızın, yaşanan kayıplar üzerinden değerlendirip, mücadelenin devamından yana olanı, sanki kanın akmasından ve ölümlerden yanaymış gibi gösteren bir duruş sergilemektir. Savaş meselesi bu şekilde, neden-sonuç ilişkisinden ve haklılık ölçeğinden koparılarak ele alındığında, bugüne dek Kürt sorunu dahil, özgürlük uğruna ödenen bedelleri açıklamak olanaksız hale gelir. Hatta, devrimciler arasında genel kabul gören ve ortak bir değer olarak benimsenen, Sovyet halklarının milyonlarca can pahasına, Alman faşizmine karşı dişiyle tırnağıyla sergilediği direnişin gerekliliğini anlatmakta da sıkıntı çekilir. Bu nedenle, sürecin ihtiyacı olarak görülse de, sınıf mücadelesinin her koşulda savunulması gereken ölçekleri, psikolojik ortam oluşturma adına yok sayılmamalı, stratejik gereklilikler, taktik gerekliliklere feda edilmemelidir.
Biliniyor olsa da bazen yaşanmışlıkların anımsatılması ihtiyaç haline geliyor. Yapılan kimi yönlendirmelerin aksine, Kürt sorunu her dönem, Türkiye Devrimci Hareketi’nin temel önemdeki öncelikleri arasında yer almış, ihmal edilmemiştir. Deniz’in, idam sehpasından verdiği mesajda “ Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi” diye seslenmesi; Mahir’in, Kızıldere’de ifadesini bulan kapsayıcılığı ve kavgaya bütünsel bakışı; Devrimci Yol’un, Kürt sorununa demokratik devriminde temel bir önem atfetmesi, bunun göstergelerinden sadece biridir. Sonradan, destek gerektiren hiçbir süreçte destek esirgenmemiş, hatta pek çok yapı, bunun için, stratejik duruşuna ters konumlar almayı bile içine sindirmiştir.
Bugün “akil adam” Yılmaz Erdoğan, AKP’nin bir taraftan barış deyip diğer taraftan Emek Sineması için gösteri yapanlara şiddet uygulaması karşısında şaşırabilir. Ne var ki sistemi doğru tanımladığını söyleyen örgütlü yapıların böyle bir şaşkınlık geçirme lüksü yoktur. Onların üstlendiği sorumluluk (tarihsel misyon) rüzgara göre konum alıp sık sık şaşırmayı değil, programatik duruşunun gereğini yerine getirmeyi gerektiriyor. Bu duruş, duygusal veya
psikolojik öğeler üzerinden tanımlanamayacağı gibi, gereği internet üzerinden “tweet”li, “tık”lı muhalefetle de yerine getirilemez.
Kürt sorununda “çözüm” olarak görülen ve barış kavramıyla öne çıkarılan sürece, İsrail-Türki ye barışı eşlik etti. Obama ve Kerry’nin ziyaretleri ile İmralı’dan gelen açıklamalar sonrasında başından beri çatışmaların dışında duran Suriye Kürtleri, ABD ve işbirlikçilerinin temenni ettiği gibi Suriye devletiyle çatışmaya başladı. Kerry, Ortadoğu barışından söz etti ve Türkiye’nin bu barışın kurucu güçlerinden bir olduğunu söyledi. Bizler açısından emperyalist barıştan ne anlaşılması gerektiği, yeni bir tanım gerektirmiyor. “Ortadoğu konfederalizmi” tanımının bu barışla örtüşen yanlarının olup olmadığını ise, şimdilik üzerinde düşünülmesi gereken ucu açık bir soru olarak bırakıyoruz.
Bunlar bir tesadüf müdür, yoksa neyin nasıl dizayn edilmekte olduğunun, “kazan kazan” siyasetinin kimi nereye sürüklediğinin göstergesi midir? Süreç, bu vb. sorular eşliğinde test edilmeden, gelişmeleri doğru yorumlayıp isabetli tavır geliştirmek olanaklı değildir. “PYD ÖSO ile ittifak yaptı mı yapmadı mı?” tartışması, daraltılmış bir ikilemdir. Herkes biliyor ki, Kürtlerin muhalif saflara eklemlenmesi ve bir şekilde savaşa sürülmesi için uzun süredir çaba harcanıyordu. Görünen o ki bu çaba sonuç verdi. Ve PYD’nin, Halep’te, Kamışlı’da ve daha birçok yerde Suriye ordusu ile sıcak çatışmaya girmesi sağlandı. PYD Eşbaşkanı Müslim, “çözüm sürecinden bu yana Kürtlerin Suriye muhalefetiyle ilişkisi arttı” diyerek söz konusu duruşu özetledi. Bu durum da “barış” kavramının sihri eşliğinde yürütülen süreçte sıkça belirttiğimiz gibi, “kimlik paradigması”nın nitelikleri anlaşılmadan tam olarak anlaşılamaz/kavranamaz.
Marksistler, bir yol/strateji çizerken sistemin yapısını dikkate alarak hareket eder. Temel ve baş çelişmenin niteliği, sürecin hangi enstrümanlar eşliğinde nasıl yürütülmesi gerektiğini gösterir. Kimlik paradigmasında ise, çelişme olgusu büyük oranda yok sayılıyor ve solun tüm ön kabulleri yadsınıyor.
YARATILAN BEKLENTİ İLE ORTAYA KONAN SONUÇ ARASINDAKİ AÇI KAZAN-KAZAN PRAGMATİZMİNİ TEMEL ALAN DURUŞUN HANDİKAPLARINA İŞARETTİR
Erdoğanın başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın “Suça bulaşmamış olanlarının dönmelerinde bir sıkıntı yok. Mevcut ‘Eve Dönüş Yasası’ da belli bir düzenleme ortaya koyuyor.” ifadesi, nasıl bir duruşla karşı karşıya olunduğunu ve AKP’nin çözümden ne anladığını gösteriyor. İki taraf da “normalleşme”den bahsediyor. Devletin anladığı normalleşme, “terör” olarak tanımladığı mücadelenin tüm araçları ile beraber tasfiyesidir. PKK ise, bu süreçte “gerçek demokrasi”ye geçileceğine inanıyor. Devletin amacı tasfiye olsa da bundan “kazan kazan”
yöntemiyle gerçek demokraşi çıkarabileceğini düşünüyor. İşte paradigmasal fark, dolayısıyla sistemi tanımamak budur. Bu fark anlaşılmadığı sürece, gelişmeleri doğru takip edip isabetli tutum geliştirmek de zordur. Sanki devletle PKK(İmralı) oturup sürecin gidişatına dair bir yol haritası çizmiş, gerekli pazarlıklar yapılmış biçiminde bir önkabulle hareket edildiğinde, neden hemen her pratik adımda sorun çıktığı anlaşılamaz. Gerçekte PKK’nin hareket noktası, bir pazarlık metni değil, paradigmasal kavrayışın da gereği olarak, silahı devreden çıkarma yönünde atılacak adımlar (iyi niyet jesti, vb) sonucunda, konjontürün ve kazan-kazan ilişkisinin gereği olarak devletin buna kayıtsız kalamayıp çözüm yönünde olumlu adımlar atacağına inanmaktır. Başka türlü, Öcalan, “meclis, ülkeyi terk etme konusunda karar alıp çağrı yapacak” dedikten sonra yaşananları anlamak veya bir taraftan çözüm takviminden (üç aşamalı süreçten, vb) bahsederken diğer taraftan “AKP’nin hiçbir takvimi yok” demeyi mantık ölçüleri içinde bir yere oturtmak mümkün olmazdı. Kongra-Gel (Halk Kongresi) Başkanı Remzi Kartal’ın, çözüm sürecine ilişkin olarak, “Öcalan karşı tarafa güven vermek için sıralamayı değiştirdi, çekilmeyi bir adım öne aldı.” biçimindeki ifadesi de bu kanaatimiz doğrular niteliktedir.
Bu yöntemin/paradigmanın handikaplarından biri de, en temel sorununu bile, içsel dinamiklerden çok dışsal dinamiklere dayanarak çözmeye çalışmaktır. Burada elbette diyalektiğin yasalarına veya yumurtadan civciv çıkması için gerekli ısının oluşturulmasının yetmediğini, döllenmenin şart olduğunu anlatan örneklere dönecek değiliz. Ancak,
Marksizm’i aşma iddiasıyla malul bu paradigmanın, yanlışa düşmede nelere kadir olduğunu anlatmak açısından söz konusu örnekleri bir kez daha hafızalarda tazelemeyi öneriyoruz. Kürt sorunu elbette dışsal/bölgesel nitelikler taşıyor. Bu nitelikler, çözüm sürecinde dikkate de alınmalı. Ancak, bu dikkat, belirleyiciliği bütünüyle dışsal olana bırakma noktasına vardırıldığında, arabayı atın önüne koşmak anlamına gelir ki, yöntemsel ve geleneksel olarak bilinen tüm veriler/birikimler ters-yüz edilmiş olur.
Kimlik paradigmasının öngördüğü kimlik demokrasisinin, bugün Asya’dan Afrika’ya, Balkanlardan Ortadoğu’ya kadar hemen her coğrafyada emperyalizmin halklara ait her zenginliği(emek ve kaynak dahil) sömürmek üzere, inançsal, etnik ve kültürel farkları kaşıyarak ve kalınlaştırarak bir ayrışmayı tetiklemesi ile hiç mi ilintisi yok diye sorduğumuzda, haksızlık mı etmiş oluruz? Ne yazık ki kazan-kazan pragmatizmini temel alan duruş için, bu sorumuz hiç de yersiz veya bir haksızlık göstergesi değildir.
Barış söylemi, “İslam kardeşliği” ve “gerçek misakı milli” temelinde ve bölge halklarını hedef haline getiren emperyalist politikalar ekseninde gündeme getirildiğinde, bunun barış değil, daha büyük savaşlar anlamına geldiğini anlamak için, büyük analizlere ihtiyaç yok. Böyle bir süreçte doğrudan destek de “bizi ilgilendirmiyor, karışmayalım” demek “emperyalist çözüm”e dolaylı hizmettir. Pek çok örnekte ve son olarak 2010 referandumunda görüldüğü gibi “yetmez ama evet” olarak özetlenebilecek duruşlar, genelde emperyalizmin özelde AKP’nin manipülasyonlarına alet olmaya en açık duruşlardır. Zaten bugün artık hemen tüm halk karşıtı politikalar, tersi çağrışımlar yapabilecek adlandırmalar eşliğinde sahneye konmakta ve muhalif kesimlerin dahi “evet” diyebileceği bir dil üzerinden yönlendirme yapılmaktadır. Arap Baharı da bunlardan biridir. Bu süreç de olsa olsa Kürt baharıdır ki, Kürt halkı dahil bölge halklarını çok daha karanlık bir sürece doğru sürüklemektedir. 2010’da yaşanan “yetmez ama evet” in sarsıntıları devam ediyor, bir kez daha AKP’nin sahneye sürdüğü sahte ikileme düşülecek mi, yoksa bağımsız bir tutum geliştirilerek doğru bilinende ısrar mı edilecek? Devrimciler, ne edilgendir ne de güce yedeklenir; onların kendi çözümü vardır, duruşları da o temelde belirlenir. Bugün de duygusallıktan ve psikolojik yönlendirmelerden uzak yapılması gereken budur.
KÜRT SORUNUNDA “YETMEZ AMA EVET” DEĞİL, DEVRİMCİ ÇÖZÜM
Kanaatkarlık, azla veya sadaka verir gibi verilenle yetinmek, devrimcilerin değil, olsa olsa özgüven sorunu olan biat eksenli bir duruşun yöntemidir. “yetmez ama evet” olarak tanımlanan duruş da bunun bir başka versiyonudur. Bugün “barış” sürecinde hemen hiçbir şey PKK kaynaklarının programatik ifade ve beklentileri dahilinde gelişmediği halde bundan umut, başarı ve hata zafer damıtmak, stratejiyi taktiğe feda etmek, sonradan dönüşü olmayan sonuçlar doğuracaktır.
Dikkat edilirse, AKP en küçük bir adımı bile tüm boyutları ile belirleme eğilimindedir. Kurduğu komisyonları, adeta bir parti birimi gibi tasarlıyor. Buna rağmen içinden olumluluk damıtmak ise, BDP’lilere düşüyor. Bir “yetmez ama evet” örneği olarak Ertuğrul Kürkçü’den aktarıyoruz:
“PKK silahlı alandan silahsız alana geçtikten sonra PKK BDP olacak demektir, bunun başka yolu var mı? 300 PKK yöneticisini genel af olmadığı için bir kenara koydun, geriye kalan on binlerce insan ne olacak? Bunlar siyaset yapacak. Bunlara siyaset alanı tanımıyorsun. Siyaset yapan BDP’yi tasfiyeye çalışıyorsun.
Burada hala özgürlükçü ve demokratik yaklaşım değil güvenlikçi yaklaşım var. Süreçte bunun ağırlık taşıdığını görüyoruz. Ya da en azından AKP açısından böyle gitmek istediğini görüyoruz. Bu hala tamamlanmaya çalışılan birinci aşama için bile oldukça pürüzlü. Fakat yine de ben bunun açılan yolun çığır açan yeni bir dönem olma gerçeğini gölgelemeyeceğini düşünüyorum. (…)
Akil İnsanlar Heyeti bizim öngördüğümüz, PKK ile devlet arasında bir aracı rol oynayacak, süreci tanzim edecek bir kuvvetti. Dolayısıyla kuvvetli kişiliklerden oluşması bekleniyordu. Bu tamamen, başka bir şey oldu bir tebliğ grubu halini aldı. Barış tebligatı yapıyor Türkiye’de. Bu da olsun, yapılsın. Fakat çatışmasızlığı organize etmek ve çatışmayı bunları ezmeden yeniden başlatamayacağınız bir yeni standart üstünlük konum sağlamıyor. Onun da 3 aylık süresi var, işte 2 ay kaldı. 2 ay sonra tamam raporları aldık teşekkür ediyoruz denilecek bu kadar.” (abç)
İşte bu ehvenişer yaklaşım, sahip olunan güce ve avantajlara rağmen iradenin ağırlıkla AKP’ye bırakıldığını ve AKP’ye(sisteme) sahip olmadığı nitelikler atfedildiğini; daha da vahimi, egemen sınıflarla karşılıklı samimiyet çerçevesinde bir gelecek inşa edilebileceği yanılgısının taşındığını gösteriyor. Böyle bir gidişat, bağrında geri dönüşü olanaksız bir tasfiyeyi de barındırdığı için, bizleri kaygılandırıyor. Bu nedenle, artık ezilen kesimler açısından bir öğreti, bir ortak kültür haline gelmiş doğruları tekrar tekrar hatırlatma ihtiyacı duyuyoruz.
Kaçak güreşmek, kendini sistemin demokratikleşmekte olduğuna ikna etmek yerine, olgular Marksizm’in doğruluğu kanıtlanmış önermelerinin süzgecinden geçirilmeli, sistemin yapısal nitelikleri dikkate alınarak hareket edilmelidir.
Bugün hala, biri TMK, diğeri TCK içindeki TMK olmak üzere çift dikişle temeli sağlam atılmış bir Terörle Mücadele Kanunumuz varsa; mevcut Siyasi Partiler Yasası’na göre hala Kürtçe konuşmak yasaksa; Kürtçe kanal TRT Şeş de, seçmeli Kürtçe dersi de yasal güvenceden yoksun durumdaysa; tutsak kaldıkları süre büyük oranda tahliyelerini gerektiren KCK tutsakları bile, hala bırakılmamış ve genelde yasal düzenlemelerden ısrarla kaçınılıyorsa, bunun bir izahı olmalı. İşte bu izah, sitemin niteliklerinin doğru biçimde tanımıdır. Bölge konjonktürü veya “kazan-kazan” ilişkisi dahil, hangi sebeple olursa olsun sistemin kendiliğinden nitelik değiştireceğini veya niteliklerine aykırı adımları gönüllü biçimde atacağını düşünmek, sistemi tanımamaktır.
Üst üste yaşanan hayal kırıklıkları, tekrarlar, kurulup bozulan barış masaları, sık sık değişen talep listeleri ve birbiri ile örtüşmeyen demeçler; gerçekte kişilerle değil yöntemle ilişkilendirilerek açıklanmalıdır. Bu yapılabildiği oranda görülecektir ki, Kürt sorununun devrimi gerektiren bir mesele olarak tanımlanması, devrimcilerin ihtiyacı değil sistemin gereğidir. Bu, ne bugünün görevlerini ıskalamak, ne de diyalogla halledilebilecek bir sorunu kavgaya havale etmektir. Olsa olsa, başka dilden anlamadığı için, dönemsel zorbalara haddini bildirmek ve adım adım inşa edilecek olan özgür yarınları güvenceye almak üzere, uygun yöntem ve araçlarla donanmaktır. Kürt sorununda devrimci çözümden anlaşılması gereken budur. Devrim ufuklu programatik bir duruşa sahip olunmadığında, kavramların burjuva yorum ve içeriği öne çıkar; devrim ve mücadele kavramları savaş kavramıyla, savaş kavramı salt kötülükle eşitlenir. Halbuki Lenin, “Barış Sorunu” adlı makalesinde, “
Barış sloganını kabullenmek ve yinelemek, ‘aciz [ve daha kötüsü çoğu zaman ikiyüzlü] laf cambazlarının kendini beğenmiş davranışları’nı teşvik edebilir; şimdiki hükümetlerin, bugünkü efendi sınıfların -bir devrimler dizisiyle derslerini ‘almaksızın’ (ya da tasfiye edilmeksizin)- demokrasi ve işçi sınıfı açısından doyurucu bir barış yapabilecek güçte oldukları boş hayaliyle halkı aldatabilir. Hiçbir şey, böyle bir aldatmadan daha tehlikeli değildir. Hiçbir şey işçileri bundan daha fazla aldatamaz; hiçbir şey, işçilere, kapitalizmle sosyalizm arasında derin çelişkiler olmadığı yollu yanlış inancı bundan daha fazla aşılayamaz; kapitalist köleliği hiçbir şey, bu aldatmadan daha iyi süsleyip-püsleyemez. Hayır!
Biz barış arzusunu, halkın barıştan beklediği yararın bir dizi devrimlere başvurmaksızın elde edilemeyeceğini yığınlara anlatmak için kullanmalıyız.” (abç) değerlendirmesini yapar. Aynı makalede, “Savaşların sona erdirilmesi, uluslar arasında barış, yağmaya ve zora son verilmesi -bütün bunlar bizim idealimiz; ama bu ideal, doğrudan ve ivedi bir devrim çağrısının eşliği olmazsa, burjuva safsatacıların yığınları ayartmasına yarar.” diyen Lenin, demokratik bir barışa ulaşmanın koşullarını şöyle tanımlar: “Sosyalistler, ikiyüzlü laf cambazlarının, demokratik bir barış olasılığı üzerine söz ve vaatlerle halkı aldatmalarına fırsat vermemeli, her ülkede o ülke hükümetine karşı devrimci bir savaşımlar dizisi verilmedikçe, demokratik barışa uzaktan-yakından benzer bir sonuca varma olasılığı bulunmadığını yığınlara anlatmalıdırlar.”
Böyle bir duruşa sahip olmak, kimilerinin sandığı veya yakıştırdığı gibi, bugünün sorunlarını yarına bırakma veya her şeyi devrim sonrasına havale etme değildir. Aslında bu tür tartışmalar, araç-amaç ilişkisi içerisinde bir devrimin gerekliliğini açıklayabilen örgütlü kesimler için yabancı da değildir. Ne var ki, örgütlülük kültüründen, devrim ufkundan ve olgulara neden-sonuç ilişkisi içerisinde bakabilmekten, yani bilimsel yöntemden uzaklaşmak, devrimcileri bu türden haksız yakıştırma ve muhataplıklarla karşı karşıya bırakmakta, sanki akan kanın durmasını istemiyor veya sürgit savaştan yanaymış gibi gösterilmesine sebep olmaktadır.
Kürt sorununda devrimci çözüm, demokratik mücadele ile bir takım hakların elde edilmesini yadsımaz. Aksine, bu hakların kazanılması, devrim gerektiren hakların kazanılması yolunda bir basamak olarak görülür. Ne var ki tüm hakların, karşılıklı jestler, diyalog, vb yöntemlerle çözülmeye çalışılması, çözümü bir bilinmeze ertelemek, hatta bütünüyle olanaksız hale getirmektir.
Bu konuda yaşanan yanılgılardan biri de devrimci çözümden yana olanların, Kürtlerin haklarını almalarından yana değilmiş gibi değerlendirilmesidir. Halbuki devrimci çözüm, Kürt sorununun kökten çözümünü amaçlar.
Buna göre, azınlık milliyetlerden farklı olarak bir ulus bütünlüğüne sahip olan Kürtler, dil ve kültürel hak talebiyle yetinmemeli, kendi kaderini tayin hakkı dahil, siyasal, sosyal ve kültürel tüm haklarına kavuşmalıdır.
Bu yaklaşımın, ayrılıkçı bir duruşu koşulladığı ise, ya maksatlıdır, ya da sorunun bütünlüklü değerlendirilmesinden yoksundur.
Marksistler, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunurken, diğer taraftan bu sorunu, sınıf kardeşliği temelinde ele alır ve programatik biçimde proleter devrimle ilişkilendirir.
Görüldüğü gibi mesele, ne barışa karşı çıkmak, ne de Kürt halkının haklarını yok saymaktır. Tersine bizler, bunca mücadeleden ve ödenen bedellerden sonra, kırıntılara yetinilmemesi, “yetmez ama evet” durumuna düşülmemesi için mücadele ediyor; bunu tarihsel sorumluluğun gereği olarak kabul ediyoruz. Daha net söylemek gerekirse, Kürtler eğer bugün muhatap alınıyorsa bu, onyıllarca verilen mücadelenin ve ödenen tarifsiz bedellerin sonucudur. Ancak, gelinen bu aşamada süreç, “çok yorulduk, çok acı çektik, ne olacaksa olsun” psikolojisiyle ve ânı kurtaran “kazan-kazan” yöntemiyle değil, nihai hedefi gözeten stratejik bir duruşla yürütülmelidir.
Bu süreçte ne Kürt hareketi, ne de ona koşulsuz desteği politik duruşlarının temel ekseni haline getirenler, kağıt üzerinde çizilmiş veya iyimser bir yaklaşımla varsayılmış projelerin sorunsuz biçimde gerçekleşmesini beklememelidir. Hatta süreci büyük oranda koordine ediyor olsa da bizzat AKP’nin bu gidişata farklı noktalardan değişik enstrümanlarla müdahale etmesi, yapısal niteliği gereği özelikle beklenmeli ve kimseyi şaşırtmamalıdır. Dikkat edilirse AKP, hemen her aşamasını kendisinin belirlediği bir süreç öngörüyor. Örneğin, önce Dicle Üniversitesi’nde başlayıp sonra da hemen tüm üniversitelere yayılan çatışmaların, AKP’den bağımsız, kendiliğinden gelişen olaylar olduğunu sanmak saflık olur ve sürecin gidişatını doğru okumayı güçleştirir. AKP bu olaylarla hem PKK üzerindeki baskıyı arttırmış hem de PKK’ye alternatif bir örgütlülük yaratma sevdasını sürdürmüş oluyor. Diğer bir ifadeyle “tam saha pres” uygulayarak, PKK’yi istediği noktada tutmaya çalışıyor. Salt bu mesele bile, AKP’nin çözümden mi yoksa tasfiyeden mi yana olduğunu ortaya koymaya yeterlidir.
Kürt hareketinin elbette kendi bildiği doğruları uygulama, ezen sınıfla ortak süreç geliştirme özgürlüğü vardır. Ancak, dostluk gereği kendilerinden destek beklenen devrimci yapıların, bu tür süreçlere edilgen bir öğe olarak eklemlenmekten öte rollerinin ve tarihsel sorumluluklarının olduğu unutulmamalı; mesele, günlük aklın ve dilin imkan tanıdığı sınırlılıkta değil, bugüne dek bunca bedeli ödemeyi varsayarak yapılmış planlamalar ve stratejik ufuk eşliğinde tartışılmalıdır. Ancak o zaman “siz yoksa barışa karşı mısınız?” biçimindeki sorularla baskılanma oluşturmadan, algının ve ufkun sınırlarını daraltmadan, böylesine önemli bir meseleyi, hak ettiği derinlikte tartışmak mümkün olur. Sınıfsız-sömürüsüz terler, aynı eylemin kimyasında besleniriz. O an ne dil, ne din, ne ulus farkı değiştirmez, alınan tadı ve yaşanan heyecanı. Herkes için yarına açılan bronz bir kapı gibidir şafağın çağrışımları. Hiçbir öznellik ve ben hesapları bozamaz, o an oluşan yoldaşlaşmayı. Eylem sonrasını andırırcasına bir zafer işareti gibi mimiklenir, aynı sınıfsal renkte göz göze gelenlerin yüzleri. Renk ve içerik farkı taşımaz, ne sözleri ne de sonuç yerine eylemden bekledikleri. Bir ve aynı halaydan çıkmış gibi tamamlarlar birbirini…
30 NİSAN 2013 DEVRİMCİ HAREKET