“KİM İÇİN SANATIN YANITI SANATTA İDEOLOJİ TARTIŞMALARINDA GİZLİDİR
Marksizm, kendi içinde bütünlüklü, bu bağlamda, birbirinden farklı zaman ve biçimlerde gerçekleşmiş olguları, ilişkilendirmeye ve anlamaya imkan veren bir dünya görüşüdür; bilimlerin imkanlarını bağrında toplayan bir felsefi kavrayıştır.
Olguları birbirine bağlarken, labirente düşüp yön şaşırmak da, sanatsal bir tat eşliğinde ilmikleri bir bütün oluşturacak şekilde ilişkilendirmek de mümkün. Bu bağlamda Marksizm’in önemi daha da artmıştır. Tabii bunu anlayabilmek için, muarızlarından öğrenme kolaylığına kaçmak yerine, Marksist kaynaklarla barışık olmak gerekiyor.
Marksizm, aynı zamanda yaşayan, dinamik bir düşünsel sistematiktir. Ne var ki, sanıldığının aksine, her konuyu ele alıp, bitmiş-tamamlanmış sonuçlar ortaya koymuş değildir. Kadın, sanat, çevre, vb. konular, nispeten eksik kalmış konulardır.
Marksist estetiğin ortaya koyduğu ürünler, özellikle de Sovyetler Birliği dönemindeki çalışmalar, azımsanmayacak boyutlarda ise de, bu alanda bütünlük oluşturan, bitmiş-tamamlanmış bir akımın, sosyalist gerçekliğin oluştuğu söylenemez. 1934’te toplanan 1. Sovyet Yazarlar Kongresi’nde M.Gorki’nin “Sosyalist Realizm” yöntemini ortaya atması, çalışmaların parti iradesi altında daha bütünlüklü bir nitelik kazanması, bu yönde bir adımdır. Ama o kadar…
Bu döneme kadar (1934), Lenin’in çok daha önceleri “Parti edebiyatı” üzerine yaptığı değerlendirmelere rağmen, partinin çerçevesi çizilmiş net sınırlar ortaya koyduğu söylenemez. Üstyapısal bir olgu olan sanatın, örneğin hukuk, eğitim, vb. gibi diğer üstyapısal olgularda olduğu gibi çerçevesi çizilmemiştir. Bu bağlamda da biçimcilikten, futürizme pek çok akım var olmuştur.
Nerede, ne zaman ve hangi ihtiyaçlar bağlamında söylendiğine/yazıldığına bakılmaksızın, Lenin’in “Parti Edebiyatı”ndan veya kurucu bir süreç olan uzun ve zorlu Sovyet inşasından cımbızlama örnekler çekip tartışmak, en azından eksik anlamaya sebeptir.
Lenin’in, 1905’te kaleme aldığı bir yazısında, “Partili yazarlar partiye karşı kayıtsız şartsız sorumlu olmalıdır.” demesi ve “Bütün parti yazını hem parti kongresine hem de partinin yerel ya da merkez örgütlerine bağımlı olmalıdır.” değerlendirmesini yapması, o dönemin çelişmelerine de saflaşmalara da yüklediği bağlam çerçevesinde değerlendirilmezse, yanlış anlamaya sebep olur.
Şolohov, “Sanatın belki de başka hiçbir alanında ideolojik çatışma edebiyattaki kadar kesin değildir.” derken, hem edebiyattaki daha doğrudan yansımaya dikkat çekmekte, hem de ne denli görece özerkliği olsa da sanatın ideolojik zeminden, çelişme ve çatışmalardan muaf olmadığının altını çizmektedir.
Ayrıca, kimi vurguların nerelere kadar uzandığı, disiplinin kimleri kapsadığı dikkatle değerlendirilmelidir. Lenin, “Edebiyat davası” der, “tüm proleter davanın bir parçası olmalı, bütün işçi sınıfının tüm bilinçli öncüleri tarafından harekete geçirilen, birleşik büyük sosyal demokratik makinenin dişlisi, çarkı ve vidası olmalıdır.”
Dikkat edilirse, “edebiyat” veya “edebiyatçılar” demiyor, “edebiyat davası” diyor. Burada bu vurgu kaçırıldığında, “sanatçının özgürlüğü” olgusunu istismar etmeye hazır olanlar için bir fırsat doğmuş olmaktadır. Özellikle bugün, hiç olmadığı denli “sanatçının bağımsızlığı”, örgütsüzlük övgüsü/meşruiyeti için basamak olarak kullanılmakta ve sonuçta, niyetten bağımsız olarak, düzenin kültürüne/müdahalesine açık, örgütsel ilişki ve etkilenmeye kapalı bir sanatçı tipi/tercihi ortaya çıkmaktadır. Bugün “sanatçı” çevrede yaygınlıkla görülen; toplumsal sorunlardan uzak durma, duyarsızlık, yaşam kalitesinde irtifa kaybı ve üretim kısırlığı, bir de bu açıdan değerlendirilmelidir. Gerçekten bağımsızlık mı, yoksa sisteme maddi ve ruhsal (kimileri için de organik) bağımlılık mı söz konusu?
“Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun hürriyeti, aslında maskelenmiş, ya da kendini maskeleyen bir bağımlılıktan başka bir şey değildir. Biz sosyalistler, bu ikiyüzlülüğün maskesini çekip alıyoruz. İşte, yırtıp atıyoruz sahte bayrakları. Sınıflar dışında bir sanat ve edebiyat yaratmak için değil, ama özgür olduğu iddia edilen, gerçekteyse burjuvaziye bağımlı olan ikiyüzlü bir edebiyatın karşısına gerçekten özgür ve proletaryaya açıkça bağımlı bir edebiyatı yaratıp çıkarmak için.” (Lenin)
Üretimde toplumsal değil, parasal/ticari kaygının öne çıkması, sanatçıda ben kaygılarının, toplumsal kaygıları gölgeler hale gelmesi, giderek halk ile sanatçı arasındaki açıyı büyütmekte, yabancılaşmayı beslemektedir.
“Önemli olanı, bizim sanat hakkındaki fikrimiz değildir. Önemli olan, sanatın ülkemizdeki milyonlarca insan içindeki birkaç yüz, birkaç bin kişiye ne getirdiği değildir. Sanat halkın malıdır.
Sanat, büyük emekçi kitleleri içinde iyice derinlere kök salmalı. Bu kitleler tarafından anlaşılmalı, sevilmeli. Bu kitlelerin duygularını, düşüncesini ve iradesini birleştirmeli, bunları üstün bir seviyeye çıkarmalı. Bu kitleler içindeki sanatçıları kamçılamalı, geliştirmeli! İşçi ve köylü kitleleri kara ekmeği bulamazlarken, bir avuç azınlığa şekerli ve zarif bisküvi vermek olur mu?” (Lenin)
1934’teki 1. Sovyet Yazarlar Kongresi’nde kararlaştırılan Sosyalist Realizm, inşa halindeki toplumsal sistem çerçevesinde bir sanat anlayışının geliştirilmesinin iradi adı olmuştur. Bu, sanatın doğasında olan özerk boyutu yok etmek olmadığı gibi, belirli kalıplara sokma da değildir. Daha ileri, daha nitelikli, kaliteyi sosyalist dünya anlayışıyla büyüten bir üretim temennisidir. İnsanın kapitalizm tarafından engellenmiş, sınırlanmış yaratıcı niteliklerinin önünün açılması halinde neler yapılabileceğinin öngörüsüdür. Eğer eleştirilecekse, sosyalist gerçekliğin amaçlanması değil, başarılamaması eleştirilmelidir.
Bilinir ki kişi, nasıl yaşarsa öyle düşünür. Değişen maddi yaşam koşulları, oluşan sosyalist zemin (alt yapı), sosyalist değerler bütünü eşliğinde bir kültürü ve sanatı gerektirir. Amaçlanan budur. Ne var ki, iç savaşa varan sınıf savaşı, dünya savaşı, vb. olgular nedeniyle üretim; savaşın, kahramanlığın, vb. temaların ağırlıkta olduğu bir grafik çizmiş, günlük yaşamın sosyalistçe karşılığına denk düşen üretimler zayıf kalmıştır. Elbette tek neden bu değildir.
Sovyetler’e dönük ideolojik kuşatma ve içsel kimi ayak bağları, kültürel-sanatsal alana dair her türlü iradenin antidemokratik bir müdahale gibi kavranması için geliştirilen emperyalizm destekli direncin aşılmasını güçleştirmiştir.
Her şeye rağmen, Sovyetler’in, diğer tüm üretimleri gibi sanatsal üretimi/birikimi de hafife alınmamalıdır. Yapılan kongre 15 gün sürer. O dönemin yazarlarının yanında işçiler, köylüler de toplantılara katılıp düşünce ve önerilerini belirtir. Hatta bu katılımcılardan, kongre sonrasında bu alanda gerçekleştirdikleri üretimlerle önemli başarılar elde edenler de olmuştur.
Sosyalist gerçekçiliği, Sovyetler’le (veya 1934’teki kongre ile) başlatmak da, Sovyetler’deki çözülme ile bitmiş, dağılmış olarak göstermek de doğru değildir. Amaç, sosyalist değerlerin sanatsal alandaki yeniden üretiminin bir estetik (bilim) disiplini altında toplanması ise; bu alandaki dünya ölçeğinde girişilen tüm çabaların karşılıklı ilişkisinden, diyalektik bir toplamdan söz edilmelidir. Bu bağlamda diyebiliriz ki, Mozart ile Şostakoviç arasında bir devamlılık ilişkisi kurulmadığında, değerlendirmede bir taraf eksik bırakılmış olacaktır. Diğer bir ifadeyle, “yeni insan”ın estetik değerleri, gökten zembille inmeyecek, yoktan var edilmeyecektir.
Hangi ülkede yaşıyor ve hangi örgütsel zeminde varlık gösteriyor olursa olsun, yeni insanı var etme teori ve pratiğinin bir parçası olan hiç kimse, emeğini/katkısını hafife almamalıdır.
Unutmamak gerekir ki, kitapların (en kapsamlısı dahil) hepsi son satırda biter. İnsan ise, canlı ve sürekli üretim halinde olabilen bir kaynaktır. Her an her pratikte, girilen her ilişkide bilinenleri test etme, yenileme ve geliştirme şansı vardır. Bir bahçıvanın birikiminden genelde canlılara, özelde insana özgü fikirler süzebilmek; bir aşkta devrimin, bir devrimde aşkın sorunlarını okuyabilmek, bugün belki de en çok ihtiyaç duyulan algılama yöntemi ve bakış açısıdır.
Çok konuşan ama bir şey söylemeyen kişi ve eserlerin tersine; yaşamı, yıldönümlerine/törenlere, rastlantısal gelişmelere veya “öte dünya”ya bırakanların aksine; her anı dolu, üretken bir yaşamda, insanın verimi de alternatifleri de artar. Ne var ki, bilmekle yapmak arasındaki açı kapanmadığı sürece, kişi bilinçli de olsa, soluk aldığı, ayak bastığı toplumsal sistemin gereklerini/alışkanlıklarını tersine bükemiyor demektir.
İnsanın hareket coğrafyasında bıraktığı izler, kültürüdür; aynı zamanda neleri içselleştirdiğinin somut göstergesidir. Etrafını kendinle, kendini etrafınla anlayarak yol almak, bu karşılıklı ilişkide olguları birbirine bağlayan özü bulup çıkarmak, bilimin olduğu kadar, sanatın da işidir. Hele ki sanatın aynı anda hem kalbe, hem akla; hem kulağa hem göze hitap etmesi “anlayarak yol almak” söz konusu olduğunda önemini daha da arttırır.
Sosyalist üretim ilişkilerinin yaşama maddi temel oluşturduğu, sosyalist bir kültürün, sanatın koşullarını hazırladığı bir tarihsel dönemde bile eksik kalınmış olması, bugün bu alanda üretimde bulunanlara çok şey anlatmalıdır. Kimileri, sosyalist deneyimlerin başarısızlığını, kendi liberalizmine gerekçe yapabilir. Ama, bilmek durumundadır ki o başarısızlıkların sebeplerinden biri de günü ıskalamak ve sorumlulukları ertelemektir. Yani insan, kapitalizmin tüm kuşatıcılığına rağmen bugünden değerlerini yaratmaya ve gereklerini yerine getirmeye başlamazsa, sürece adeta köksüz girilmiş olur.
Didaktikliğe düşmeme baskılanması altında, mesajdan/içerikten ve hatta öğreticilikten kaçınmak, kapitalizmin hiçleştirici saldırılarına karşı insanları savunmasız bırakmaktır. Bu konuda Gorki, haklı olarak, “Ben öğretici olmayan sanat tanımıyorum, öğreticilik işinin okuyucunun muhayyilesi, aklı ve iradesi üstünde sanat tarafından yapılan etkiyi azaltabileceği düşüncesinde de değilim.” (“Dar Kafalı İnsan ve Fıkralar” makalesinden) der. Gorki’nin “Gerçeğin okulunda çıraklık” adını verdiği bu öğretme fiilinin gerçekte ikili bir amacı/boyutu vardır.
“Sosyalist realizm, eski dünyadan arta kalanlara, bunların çürütücü etkilerine karşı savaşmayı ve bu etkiyi ortadan kaldırmayı amaçlar. Ama sosyalist gerçekçiliğin asıl amacı sosyalist devrim anlayışını ve yaşam bilinici uyandırmaktır.” (Gorki, Sosyalizm ve Kültür)
Bugün tarafsızlık, sanata siyaset bulaştırmama, bağımsızlık, vb. adına, gerçekte var olana (yani sisteme) taraf olunmakta, burjuva siyasete meydan bırakılmakta ve dolayısıyla, niyetten bağımsız olarak “bağımlı” olunmaktadır. Çünkü “Sınıf kavgası çağında sınıf edebiyatı olmayan, yan tutmayan, tarafsızlık iddiasını sürdüren bir edebiyat olamaz ve olmaz.” (Jdanov)
Burjuvazinin ilerici rol oynadığı ilk gelişim döneminde gerçekçilik, bu rolüne denk/uygun geliyordu. Fakat, burjuvazi gelişmenin önüne set çektiği, gericileştiği oranda, gerçekçiliğe evrildi. Adı ne olursa olsun, hangi akımın izlerini taşırsa taşısın, emperyalizmin küreselleşen tahakkümü var olduğu sürece; alternatif sanat ve edebiyatın, sorunları da sınırları da geniş anlamda kapsama gibi bir sorumluluğu vardır; ne ulusal kalabilir, ne de kişisel.
“Edebiyat için tehlikeli bir şey var: Ulusal sınırları, aşamamak. Yalnız kendi küçük halkı için yazmak. Edebiyat asıl bütün bir halk için yazıldığı zaman amacına ulaşır.” (Gorki)
Mesele, ürünün hangi dilde yazıldığı değil, hangi öngörü ve kapsayıcılıkta yazıldığıdır. Dünya ölçeğinde egemenler; gericileşen, çürüyen, asalaklaşan sistemi ayakta tutmak için “her yol”a başvururken; gerçekleri anlatmada en uygun araçlardan biri olan sanat ve edebiyatın, kendini bu mücadelenin dışında görmesi, kısa erimli ve kişisel hedeflerle yetinmesi, kabul edilebilir, savunulabilir bir duruş değildir.
Yaşamın içinden damıtılarak çekilip alınan bir dize, bir desen, bir film veya şarkı, yaşama tekrar dönerken değdiği yerde daha ileri ve toplumsal sonuçlar doğurmuyorsa, tarif ettiği basamaklar, incelik ve derinliğin basamakları değilse, ortada bir sorun var demektir. Eserlerin yaşayan bir olgu haline gelerek ölümsüzleşmesi de buna bağlıdır. Devlet eliyle putlaştırılan bir değer, an gelir yıkılır. Ama halkın bağrında kök salanlar için ölüm yoktur. Tek bir cümle bile insanı bin yıllar boyu yaşatır, yeter ki fikri üretim, gerçekliğe/akla, duyusal üretim kalbe dokunabilsin.
İnsanlar nasıl yaşarsa öyle düşünür
nasıl düşünürse
öyle gülümser.
Taç yapraklarından öpülen bir çiçeğin
Tomurcuk cennetine dönmesi gibi
Doğaüstü bir üretkenliği olabilmeli
Geleceğe dönük ütopya bahçelerimizin.
Yalın ayaklarıyla da
“Kendini bil” diyen aklıyla da
Duyularımızın kapsama alanından
eksik olmamalı Sokrates.
Davut, yine putları kırmalı
ama, elindeki çekici, Davut heykeline
“Konuşsana Davut” diye fırlatan
Micehelangelo da bulunmalı
düşünsel ve düşsel basamaklarımızda.
İstediği kadar postal ve sınıf koksun
tütsüyle beslenmiş sistemin kimyası.
Geleceği bugüne çağırabilmeli
Sınıfsız sömürüsüz öngörülerimizin Şarkısı…
“Mücadele etmemiz gereken kişilerin yüzleri maskelidir.” der, W.Benjamin. Bu, işimizin ne denli zor olduğunu anlatmanın yanında, maskenin indirilmesinin gerekliliğine de işarettir. Elbette “indirme” işi, maskeye de takana da bağlı olarak farklı biçimde olacak ve farklı yöntem ve araçlar gerektirecektir. Ne var ki, “maske”nin mecaz anlamda kullanılmış olması, yanılma/yanıltma üzerine kurulu olması, “maskeyi indirme”nin bir çeşit gerçekliği açığa çıkartma, örtüyü kaldırma olacağını gösteriyor. Bunun da en etkili yollarından biri sanattır. İşte sanatın bu türden toplumsal işlevler taşıması, her dönem egemeni rahatsız etmiş; sanat, ya yasaklanmış ya da içi boş, içeriksiz olması yönünde bir baskı, bir yönlendirme yapılmıştır.
Egemen olanın fikri ve ruhsal dünyasına iliştirilmiş, işbirlikçi rolde sanat yapanlar da vardır. Ne var ki bu, üretim diyalektiğinde sanatçı için kaçınılmaz bir tutarsızlık olacağından, her zaman istenen sonucu vermemekte, bu nedenle de iktidarlar, egemen kültürün yanında “kültürsüzlük” projeleri de geliştirmektedir.
Kimileri vakit öldürerek yaşar; kimileri de ölü vakitleri canlandırarak, doldurarak, an’a daha çok şeyi sığdırarak yaşar. Kimileri tükettiği kadar vardır, kimileri de ürettiği kadar vardır. Aslında sanatta da sanatın işlevine yaklaşımda da, benzer bir durum söz konusu. Sanat, egemen yönlendirmenin etkisiyle, bir “eğlence sektörü” gibi algılattırılıyor. Deşarj olmak için atılan çığlıkların ve yapılan estetikten yoksun hareketlerin arasında bir fon olmaktan öteye gitmeyen müzik, nasıl icra edildiği anda tükeniyor ve hiçbir iz bırakmıyorsa; hatta kimi ortamlarda içki eşliğinde boşalmaya ve içi boş bir yığın halinde yatağa düşüp ikinci güne hafızasız girmeye hizmet ediyorsa; genelde diğer sanat dallarında da bu türden, tüketim eksenli içeriksizlik tercih edilebiliyor.
Yine de egemen edebiyat ve sanat bütünüyle içeriksiz demek, saldırının/tahribatın bir yanını eksik görmeye sebep olur. Sanıldığının aksine, egemenler sadece sanatsal eserleri ve sahibini tüketmekle yani içerik boşaltmakla yetinmemiş, üstyapısal bir olgu olarak sanatsal kültür ve estetiği kendi amaçları dahilinde işlevlendirme/içeriklendirme yoluna da gitmiştir.
Gerçekte egemen, sürece de araca da ideolojik bir pencereden bakar. Telkin ettiği ideolojisizlik, boşluk ve hiçliktir. Sanatta ve yaşama bakışın her hangi bir açısında netlik, kalite vb. ideolojisizlikle değil, doğru bir ideoloji ile mümkündür. Diğer bir ifadeyle, bir sanatçının devrimci bir ideoloji ile donanması, üretimlerinin sığlığına değil derinliğine sebeptir diyebiliriz. Bu konuda Nazım ile Halide Edip’in polemiği öğretici bir örnektir: Halide Edip bir mektubunda, “İdeolojisi hariç Nazım deha düzeyinde bir şairdir.” diye yazar. Nazım’da ona cevap verir; “Hepsinden önce ‘ideoloji’ meselesine güldüm. ‘Hey sersem bayan dedim’, ben bir dahi değilim, fakat iyi bir sanatkarım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. Eğer sizin iyi sanatkarlarınız yoksa, ideolojinizin bugün artık iyi sanatkara muhteva olamayacak kadar tefessüh etmiş olmasından gelir.”
Dünü bugünle ilişkilendirebilmek, yarını bugüne izdüşürebilmek, düşünceyle yaşam arasındaki kopmaz bağı estetiğe konu etmek, olsa olsa derinlik ve kalite sebebidir; ne sanata ne de izleyene bir zararı vardır. Bundan ancak, gelişmeyi, ilericiliği, düşünsel derinliği kendine tehdit olarak gören egemenler rahatsızlık duymalıdır.
Egemen ideoloji, sınıflı toplumlarda, devletin ideolojik aygıtlarıyla beraber yaşama öylesine içerilmiş durumda olur ki, bilinçli bir fikri itirazla örülmemiş hemen her adım, egemen ideolojinin içinde kalır ve ona hizmet eder. Bu nedenle, tarafsızlık, niyetten bağımsız olarak, var olana (egemen olana) taraf olmaktır. Ve tam da bu nedenle, alternatif sanat, sisteme (onun fikri ve ideolojik hegemonyasına) bir başkaldırıdır. Bu bağlamda, sanat ve edebiyat alanındaki hemen her ürünün, egemenlerin ideolojik hegemonyasına katkı koyan veya ket vuran yanları olduğunu söyleyebiliriz. İşte, sanatçının tarafsızlığı/bağımsızlığı tartışmaları bu gerçekliğin bilincinde yapılmadığı sürece, yanılgıya açık sonuçlar/kanaatler doğurabilir.
“Ben ideolojik düşünmüyorum, ideolojik yaşamıyorum; her türlü ‘izm’e karşıyım.”, diyen bir insanın fikri ve fiili tercihleri vardır; davranışlarından giyimine, estetik algı aralıklarından tercihlerine ve hatta hoşlanma ölçülerine kadar bir bütün halinde yansıttığı duruş (öyle iddia edip öyle zannetse de) ideolojiktir. Hatta, bir mahkeme tutanağı, bir polis zaptı veya bir bebeğin doğumunu anlatan biyoloji metninin sanat olamayacağı/sayılmayacağı nasıl doğruysa, o tutanak ve metinlerden hareketle, çok güzel sanat eserlerinin üretilebileceği de doğrudur.
Sanatta öğreticilik de sorun değildir. Aksine, ağlatarak/sarsarak/göstererek öğretmek daha da uygundur. Sorun, o mahkeme tutanağını veya biyoloji metnini salt öğretici olduğu için doğrudan kullanmaktır. Bu elbette doğru değildir; sanatta değildir. Yoksa sanatın öğretmesi de yol göstermesi de, gerçekleri işaret edip motive etmesi de, (bırakalım sorun olmayı) bir gerekliliktir. Biçime de öze de kalite arttırımı yapacak olgulardır bunlar. Ne var ki sanatın doğruyu öğretmesi gibi yanlışı öğretmesi, direnişe yöneltmesi gibi edilgenliğe, milliyetçilik veya teslimiyete yöneltmesi de mümkündür. Bu bağlamda “Kimin sanatı?”, “Kim için sanat?” soruları, doğruyu yanlıştan ayırmanın anahtarlarıdır.
Elbette her konuda sanat yapmak mümkündür. Şiirin kavgaya motivasyon katması, sevdayı güçlendirmesi gibi kavga ve sevda şiirlerinin daha çok ilgi görmesi de anlaşılabilir bir durumdur. Kısacası araç-amaç diyalektiği özellikle sınıflı toplumlarda sanat için geniş bir yelpazede varlık gösterir.
Devrimci sanatçı, müdahil olduğu değerleri yaşamına içererek hayatını sürdürürken, aynı zamanda geleceğe tırmanma basamaklarında ve öngörülerin merdivenini “imkansız”a dayayan üretimlerde rol alır. Bilinir ki her anı, her karesi artan oranda kapitalizmi kalıcılaştıran, devlet biçiminde örgütlenmiş bir irade tarafından yönlendirilen bir yaşamda yerinde saymak, geri gitmektir; edilgenlik, var olanın devamına rızadır. Bu nedenle, itiraz kadar, alternatif bir dünyanın taşlarını döşeyen iradi süreçleri estetiğin imkanlarıyla halka sunmak, sanatçı kimliğin reddi değil, gereği olarak görülmelidir. Bu bağlamda, “ideolojisiz, tarafsız sanat” yönlendirmesi; sermayenin maddi ve ruhsal egemenliğine imkan tanıyan, düzene zararı dokunmayan, “tatlı su sanatçılığı”nı koşullayan, iktidar kökenli iradi bir müdahaledir. Ve sanıldığının aksine, üreticiye özgür bir zemin sunmaz. Tersine, sansürden yönlendirmeye, imkan çalmaktan daraltıcı zihni operasyonlara kadar pek çok yöntem ve araçla üretimin çeşitliliğini de ufkunu da sınırlar.
Halbuki, gerek dayatılan sınırları reddetmenin kazandırdığı özgürlük, gerekse sahip olunan perspektifin kapsayıcılığı sebebiyle, devrimci sanatçının üretim ve kalitenin sınırlarını zorlama şansı daha fazladır.
Devletin ideolojik aygıtları, bir bedeni tepeden tırnağa etkileyen hormonlara benzer; her an salgı halindedir. Bu salgıya rağmen sanatçının, özgürlüğünü, örgütlülükten uzak durmakta araması, yönlendirmelerin gerçekliğini gölgelemekte ne denli başarılı olduğunun göstergesidir. Bu sonuç elbette, toplumsal mücadelenin bütünü içinde bir sorundur. Ve salt sanatın alanı ile sınırlı değildir.
Sayı 34
(Ekim – Aralık 2011)