SOKRATES’TEN İZLEKLER EŞLİĞİNDE SOHBET
Her dönemde bilgi satıcıları olmuştur. Kimileri “bilgi”li, kimileri yarı-cahil, sahip oldukları veya sağdan-soldan toparladıkları bilginin ticaretini yapmıştır. Bilgi meta olunca, onun allanıp pullanması gerekiyor. Bu durum, satıcının da kendini var olandan farklı gösterme (daha büyük, daha bilgili) ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Brecht, bu nitelikteki yarım-aydını alaya almak üzere, intellektualizm kelimesinden türettiği “tuiler” kavramını kullanmıştır.
Egemen fikri gıdanın üreticileri ile satıcıları arasındaki yazılı olmayan uzlaşma, sistemin devamı için en büyük güvencedir. Hızlı dolaşan fikir de, hızlı dolaşan bilgi ve para da, onu kontrol edip yönlendirme şansını elinde bulunduranların imkanlarını çoğaltıyor. İnternette sağlanan bireysel yararlar bunun yanında devede kulak bile değildir. Ve sistemin kabul görmesini sağlayan bir kaldıraç, bir “toplumsal ikna” işlevi görmektedir. Artık Orwellvari toplumsal kontrol, bir kurgusal film konusu olmaktan çıkmış, gerçek olmuştur. Ve sanıldığının aksine bu dünya ölçeğindeki ağ, ne dünyayı “global bir köy” yapmakta, ne de bireyin özgürlük imkanlarını arttırmaktadır.
Tersine, kişinin birey olma niteliklerini yok ederek onu egemen akışta sürüklenen bir zerre haline getirmektedir.
İnsanların soluk alışlarının dahi kayıt altına alındığı bir denetim mekanizması internete dair kimi içi boş eğlenceler eşliğinde benimsettiriliyor. İnsanlar, ufukları küçülterek küçük sevinçlerin, gerçekte olmayan sanal başarıların peşinde koşturur hale getirildikçe, onları esir almak ve kendi geleceklerinin ipotek altına alınmasını sağlayan programa veri taşır duruma düşürmek daha kolay oluyor. Bu, ileride başlarını ağrıtacak verileri internete gönüllü olarak yüklerken de, egemenin halk karşıtı uygulamalarına destek verirken de devreye giren bir çeşit hipnoz halidir.
ARTIK HEMEN HER KONUDA İNSANLARA BİLGİ HAPLARININ SERVİS EDİLDİĞİ GÜNÜMÜZDE, BAĞIMSIZ BİR DİL TUTTURMAKSA EĞER YAŞAM, AHLAK ONUN GRAMERİDİR
İnsanın derinlikleri, denizin derinlikleri gibidir. Eğer gerçekten derinse, ilk bakışta anlaşılır. Ek bir müdahaleye, görüntü makyajına ihtiyaç yoktur. Eğer derin değilse; ancak gölge, kirlilik, yansıma, vb. nedenlerle derinmiş gibi görünebilir. Veya özel bir gayretle sığlık gizlenerek derinmiş gibi gösterilir. Amaç “satış” ise, reklam ve makyaj öne çıkar. Hiç kimse “her şeyi” bilemez. Bu tür bilgiçlik halleri de “piyasa”nın koşulladığı bir çeşit ihtiyaçtır. Pazarın değil, yaşamın ihtiyaçları çerçevesinde soru sorup yanıtlayan kişi; vaktini, bilgisini, imkan ve enerjisini insanca yaşam için kullanır. Başkasına öğretirken büyüklenmez; başkasının öğrenerek büyümesini kendi konumuna bir tehdit olarak görmez. Çünkü insanlarla bir yarış halinde değildir. Öğrencileri de rakibi değildir. Kendisinin ne kazandığından çok, başkasına ne kazandırdığı önemlidir. Bu nedenle terimsel bakışın tam tersi bir duruşa, yarar-zarar algısına sahiptir.
Bilgiyi satan için bilginin doğruluğu değil, piyasa değeri önemlidir. Atina’da bin yıllar önce, sokaklarda bilgi ticareti yapmak üzere dolaşan sofistlerden farklı olarak, bilgiyi doğru yerde ve doğru biçimde kullanan bir bilge vardı. O, gösterişten öylesine uzaktı ki giyinmez, örtünürdü.
Cicero’nun, “felsefeyi gökten yere indirdi” dediği Sokrates, bilge olmanın yanında aynı zamanda toplumsal davranış normları için bir ölçü, bir pratik göstergeydi. Entelektüel çabayı bir elitin işi olmaktan çıkaran bu kimlik, aynı zamanda doğru kapılara yönelen felsefe anahtarının, yaşamın önündeki engelleri açmadaki başarısı için de bir örnektir. Bu bağlamda Sokrates, alanında tektir.
Yazılı eserleri yoktur Sokrates’in. Platon’dan öğreniriz onu. Sokrates’i örnek almak, Platon olmaktır. Öğretmenini/öncelini yaşamına öyle bir oturtur ki Platon, kendi doğrularını bile onun ağzından anlatır. Bugün; yazısından daha büyük imzalar atan, içerikten daha çok biçimine önem veren, “yaptığının işlevselliği değil, bana ne kazandırdığı önemli” diye düşünen, girdiği ilişkilerde kendini merkeze koyan insanların yaygınlığı karşısında, Platon’un ego konusundaki bu doygunluğu, özel bir öneme sahiptir. Bu bağlamda Platon da hocası gibi kendi alanında tektir.
Gerçekte, “öğretmen, kendisini yavaş yavaş gereksiz kılabilen insandır” (Carruthers) Aksi takdirde bilgi, taşıyıcısı tarafından istismar ediliyor, bir rant, bir statü için kullanılıyor demektir. Bugün Sokrates’çe/Platon’ca sormak gerekirse:
Koca bir dünyanın
Küçücük bir hapishanesinde
Adı üzerinde, bir hücrede
Beraber tecrit edildiği bir insana
Neden kendini kanıtlamaya çalışır insan?
Neden en “bir” olunması gereken yerde “iki” olur?
Neden var olmak için rakip arar?
Sokrates, yaşamdaki işlevi, meslek tercihi ile annesinin ebelik mesleği arasında benzerlik kurar. Doğanın en sık gerçekleştirdiği, en gizemli ve en işlevsel fiillerden biridir doğum. “Tüm sabahların çocuk olması” bu bağlamdadır. Her gecenin sabaha gebe olması gibi, gebelikler ve doğumlar toplamıdır yaşam. Aynı zamanda, üretim öncesi bir hazırlıktır gebelik. Bu gerçekliğe vakıf olanlar, yaşamlarındaki doğumlara ebelik ederek hem rastlantıları önler, hem de sonuçlar üzerinde etkili olur. Sokrates’in yaptırdığı doğumlardan biri de, insanların içindeki bilme/öğrenme isteğini açığa çıkarmak, gerçekliği aramaya/sorgulamaya olan ilgiyi artırmaktır.
Sokrates’in anılan niteliklerinden biri de huysuz eşi Ksantippe’ye katlanma konusundaki ustalığıdır. Bu konuda Platon’a atfedilen ünlü bir deyiş vardır: “Evlenin, evlenin, eğer iyi bir eşiniz olursa mutlu olursunuz, olmazsa filozof olursunuz.”
İnsanların içindeki yaşam sevincini dürten, ne kadar yaşandığını değil nasıl yaşandığını ölçü alan, bu bağlamda insanın “iç temizliği”ne önem veren; devlet karşısındaki duruşunu at sineği ile özdeşleştiren bir güçlü kişiliğin oluşum sebebi elbette bir “eşe dayanma” değildir. O, bir bütün halinde yaşamı bir dayanma ve direnç alanı olarak görmüştür; pazarlıksız ve boyun eğmeyen bir duruşu vardır.
İnsanın, yükseğe çıktıkça daha geniş bir perspektifle uzağı görmesi gibi öğrendikçe derinliği artar ve sorması gereken sorular, keşfetmesi gereken başka derinlikler oluşur. Sokrates’in ukala cahiller karşısındaki “ben bilmediğimi biliyorum” duruşu, sadece ahlaki anlamda değil, felsefi anlamda da önemlidir.
Sokrates, tarihte inancı uğruna ölen ilk bilge kişidir. Bugün insanların yaşamın karşılarına çıkardığı küçük kıvrımlarla bile baş edebilme sabrını/direncini gösterememesi, karşılaşılan sorunla mücadele etmek yerine yol değiştirmeyi tercih etmesi, Sokrates’in “bin kere ölmem gerekse de yolumdan asla dönmeyeceğim” sözünü daha da anlamlı ve güncel kılıyor.
Herkesin bir iç sesi vardır. Ama insanın iç temizliği gerçekleşmemişse, o iç ses, ya çıkmaz ya da yanlış yerde yanlış biçimde çıkar. Leonardo da Vinci, “mükemmellik ayrıntılarda gizlidir ama asla bir ayrıntı değildir” der. Mesele mükemmellik değil ama, ayrıntı yaşamın kendisidir. Önemli olan, büyük sınavların insanı olmak değil, yaşamı her an bir sınav alanı olarak görmek, hemen her kesitte, değerlerinin gereğini yerine getirmektir.
Martı Jonathan, tüm martıların elbirliğiyle çizdiği ve bir parçası haline geldikleri sınırları yıkar. Öğretilmiş telkinleri değil, iç sesini dinler; yol alırken tek pusulası yaratıcılığıdır. Kendini bulur Jonathan. Sanıldığının aksine, kendini bulmak yalnızlaşmak değil, özgürleşmektir. Aslında bir kaçış değil bir arayıştır Martı’nın ki. Kaçış tüketir, arayış çoğaltır.
YÖNTEMLİ DÜŞÜNMEK TOPLUMSAL HİPNOZUN PANZEHİRİDİR
“Gerçek erdem bilgelikle kazanılır”, diyen Sokrates, felsefenin temeline yöntemli düşünmeyi koyar ve yanlış bilgilerden arınarak bilinçlenme basamaklarında yol alınabileceğini savunur.
Bugün egemenlerin elinde bir toplumsal hipnoz ve manipülasyon aracına dönen algı yönetimi karşısında, kişinin bilinç sağlığını koruyabilmesi, bulanıklıktan arınması, hiç olmadığı denli önem kazanmıştır. Bu, bilgiyi yığarak değil, doğru bir yöntem dahilinde süzerek ulaşılabilecek bir aşamadır. Öyle ki neyin, nereden ve nasıl öğrenileceği kadar, bilginin yaşamla nasıl ilişkilendirileceği de önemlidir. Devrimcilerin “her şeyi bilen cahiller”den farkı, tutarlı bir yönteme/perspektife sahip olmaları ve bilgiyi, öğrenme süreçlerini ihtiyaçla bağlantılı olarak geliştirmeleridir.
Özgürlüğün güvencesi, yöntemli düşünmektir. Bilgi tek başına farkındalık için yeterli değildir. Yığma bilgi bazen farkındalığın değil, esaretin sebebidir. Bilgi eskir, unutulur, yer değiştirir. Yöntem, bu değişimin farkındalığı bozmamasının güvencesidir. Bugünkü yaygınlaşmış esaretin, içsel karakolların, düzene karşı tepkilerin düzenin kanallarında tüketilmesinin sebebi yöntemsizliktir. Bunda, yöntemin (ve dolayısıyla yöntem oluşturma süreçlerinin) hafife alınmasının rolü büyüktür. Parçadan bütüne gitme yöntemi, gerekli basamakların adım adım örülmesini içeren, sabır gerektiren zorlu bir süreçtir. Bu zorluk sebebiyle, basamakları atlayan veya kolaya kaçan “kestirme” yöntemler tercih edilebiliyor. Tabii bu bazen öznel nedenlerle de yapılabiliyor ve sonuçta parçayı bütünün içinde gören değil, bütünü parçaya feda eden (parçanın içinde boğan) tekil olguları evrenselmiş gibi gösteren bir eğilim yaygınlaşıyor.
Yaşamın, içindeki tohumla barışıdır aşk
Şiir, aşka sebep tohumu yaşlandırmadan çimlendirir. Aşk ve şiir,
yaşamın iki yakası gibidir.
Bir araya geldiğinde tad tuza karışır
Aşk, sınavsız bir kata yükselir.
Aynı mendile değer soluklar da yaşlar da.
“Gerçek insan, yaşama sanatını bilen insandır.”
Sanat ise, her an öğrenme, sindirme ve yeniden üretim halinde olmayı gerektirir. Sadece devrimciler değil, sistem de bu gerçekliğin ayırdındadır. Bu nedenle, kapitalizmin içselleşerek insanı teslim almasına dönük daha inceltilmiş ve günün 24 saatine yayılan yöntemler geliştirilerek yaygınlaştırılmıştır.
Kapitalizm ataerkilliği, köleliği, iktidarın tek elde toplanmasını gizler. Otoriteyi adeta bütün bir topluma yayar. Korkunun tanrıyı yaratması gibi kendini sisteme bağlayan kelepçeleri kişinin bire bir çoğaltmasını sağlar. Özellikle iş ilişkileri üzerinden kapitalizm her gün yeniden üretilir. İktidarın en küçük birimi, hücresi olan “aile”, sistem halısının mülkiyet ilmiklerinden biridir. O küçük numunede her gün adım adım kökleşen yabancılaşmayla, alışkanlık ve kanıksamalarla, otoriteler toplamı olan iktidar, tahkim edilerek güvenceye alınır.
Kapitalizm, ayakları üzerinde sağlam duran birey istemez. Çünkü böyle bir birey; itiraz eden, sorgulayan, kaderine müdahale eden nitelikleriyle, sistem için bir tehlikedir. Yani kapitalizm, bireyi değil, bireyciliği geliştirir; hak arama bilincini değil, çıkar kovalama güdüsünü kamçılar. İşte tam da bu nedenle, bugün inceltilen, çeşitlenen ve giderek çok daha fazla yaygınlaşan “oto esaret” zincirlerinin kırılması için, yani itiraz ve değişim için, doğru yerde durmak ve doğru yerden başlamak kadar, gerçekliğinin bilincinde olmak da büyük önem taşımaktadır.
Teslim alıcı yöntem ve araçlar, nasıl yaşamın 24 saatine içerilmişse, itiraz ve değişim de 24 saate yayılmalı, bir yaşam biçimi olmalıdır. Yeni insan tipine dünyanın en uygun örneği Che, “Emek kahramanları bulmak savaş kahramanları bulmaktan zordur” derken, kastettiği tam da budur. Ne denli fedakarlık ve cesaret içerirse içersin, belirli bir zaman dilimine sığdırılmış mücadeleler değil, yaşama içerilmiş mücadeledir önemli olan.
BİLGİNİN AKIŞINDAKİ DİYALEKTİK, KAVRAYIŞTA DA DİYALEKTİK BİR İLİŞKİLENMEYİ GEREKTİRİR
İlk gerçek filozof olarak kabul edilen Herakleitos, “Her şey akar”, (fanta rei) der. Ona göre, durağanlık yoktur. “Aynı ırmağa girenler her an yeni bir suda yıkanırlar” veya “güneş her gün yenilenir” sözleri, diyalektiğin özündeki sürekli değişime işaret eden önermelerdir. Yaşamın içinde kurulan bağlar, yapılan gözlemler, diyalektiğin bir disiplin olarak ortaya çıkmasında önemli rol oynar.
Belki çoğumuz önemsemeden geçeriz ama, gerçekte bilinçli, bilinçsiz attığımız her adımda, yarınımızı tohumladığımız bir rahimdir gündelik yaşam. Sonuçlar üzerinden tartışma, değerlendirme yapma alışkanlığı nedeniyle yaşanan kişisel veya genel geri düşüşlerin kaynağında, gündelik yaşamda ekilenlerin olduğunu göremeyebiliyoruz. Halbuki her gelişmeyi neden-sonuç üzerinden tercüme etmek, bizi ayırt edici özelliklerimizden, yöntemsel tutarlılıklarımızdandır.
Diyalektiğin, “her şey bir birine bağlıdır” biçimindeki en temel maddesi, aynı zamanda bir Kızılderili sözüdür. Yani aslında, yaşam ve onun içinden tecrübeleriyle doğrular damıtan halk, görmek ve öğrenmek isteyenler için, bir bilgi havuzudur. Ağacı da ormanı da gören, dikkate alan bir kavrayışta veya “parçada bütünü görme diyalektiği”nde koca bir yöntemin gizli olduğunu biliyoruz. Bu bağı kurma kabiliyeti eksikse, insan ezberleyerek öğrenir; öğrendiğinin esiriymiş gibi yaşar, üretemez; kesitten bütüne, bütünden kesite gidemez. Bugün en yaygın biçimde rastlanan bir eksikliktir bu.
Bugün sol/devrimciler olarak bizler, yöntem bilimi okumak, fikri dünyamızı sağlam bir temel üzerine oturtup analiz yapabilme kabiliyetimizi geliştirmek yerine, öznelleşmiş özetler, yapılmış çözümlemeler üzerinden, ezberlenmiş derinliklerde yüzüyoruz. Bu nedenle aforizmayı üreten aklı değil, aforizmayı öğreniyoruz. Böylece ya derin olmayan bir durağı mistik vurgular eşliğinde derinmiş gibi övüp oraya demirliyor, ya da karşılaştığımız ilk derinliği, son derinlik zannediyoruz. Halbuki başka denizlere, daha geniş ve derin ufuklar eşliğinde açılan Küçük Kara Balık, bir çocuk kitabının kahramanıdır.
“İNSANIN KENDİNİ FETHETMESİ, ZAFERLERİN EN BÜYÜĞÜDÜR”
İnsan, kendisi olmadan başkası olmaya kalktığında, ne kendisi ne de başkası olabiliyor. Bir şeyin aslını öğrenmeden, onunla ilgili eleştirileri öğrenmek; bütünlüklü bir fikri birikim yerine, her konuda söylenecek 3-5 cümle ezberlemek; bu “kendisi olamama” durumunun bir başka biçimidir.
“İnsanın kendini fethetmesi, zaferlerin en büyüğüdür”, der Platon. Ve gerçekte bu, başka fetih ve zaferler için zorunlu bir koşuldur. Kendini tanımayan kişi, başkasını da tanıyamaz. Kendine vakit/emek harcamayan, başkasına da harcamaz. Kendini bilmeyen, empati de yapamaz. Gerçekte ise, empati aracılığıyla, insanın iç patikalarında, hiçbir okulun sağlamayacağı fetihler gerçekleştirmek mümkündür. İnsanlar arası rekabeti büyüten, yarışı/hoyratlığı kamçılayan eksiklerin giderilme alanı, insan insana ilişkidir.
Kuru bir ilgi, ilişkide kuru gürültüye dönüşebilir.
Bir demokrasi panelinden panelistin hegomonik eğilimlerini, yoldaşın yoldaşla rekabetini, kapitalizm alternatifi ilişkilerde pazar kokusunu anlayabilmek için, söze değil fiile bakmak ve neyin eksik olduğunu saptamak gerekiyor. Eş, kardeş, arkadaş, dost dahil, insan ilişkisinde “yakınlık kimyası” üretmesi gereken hemen her tanımın bugün “uzaklık/mesafe” üretiyor olması, kapitalizmle açıklanabilir. Ama yoldaşlığın gerekli kimyayı/tutkalı üretememesini kapitalizmle açıklamak kolaycılık olur. Kimileri gerçekliğini görmekte güçlük çekse de, ilişkilerdeki “organik erime”yi (iç içe geçercesine yakınlaşmayı) geciktiren asıl olgunun, “gerçekliğini görememe” değil, “kabullenememe” olduğunu ve yüzleşmekten kaçınıldığını söyleyebiliriz. Bu nedenle, insanın her sabah yüzünü yıkarken aynada kendi gözlerinin içine bakması, iç barışı açısından önemli bir testtir.
Artık elektriğe, falakaya ihtiyaç duyulmuyor.
Ya toplumsal hipnoz yöntemleri çoğaltılıyor, ya da John Berger’in dediği gibi “İnsanların umutları bir işkence noktası olarak seçiliyor.”
Öyle bir sürece doğru evriliyoruz ki küçülen iç dünyalar oranında, mutasyona uğrayan göğüs kafeslerini yürek ve umutları büyütmek, en temel görevimiz olacak.
-II- YABANCILAŞMA İNSANIN NİTELİK YİTİMİDİR
“İnsanlık tarihi aynı zamanda bir yabancılaşma tarihidir”, diyen Hegel’i doğrularcasına yabancılaşma, çağımızda hiç olmadığı denli boyutlanmış, bütün bir insanlığın sorunu haline gelmiştir. İnsanlar, kendi değerlerinden; doğrudan, emekten, insanın bizzat kendisinden uzaklaşarak yabancılaşıyor. Sevgili Can Yücel’in
“En uzak mesafe, iki kafa arasındaki mesafedir/bir birini anlamayan…” sözlerindeki gibi, değerler sisteminde, fikri dünyada bir yalnızlaşma yaşanıyor. Her türlü değerin daha kolay çiğnendiği; şiddetin, insan ve çevre kıyımının sıradanlaştığı bu koşullarda, yaşamsal duruşta tutarlılık ve kimlik tanımı, yerini belirsizliğe ve hiçliğe bırakıyor.
Kaynağı sınıflı toplumların başlangıcına dek uzanan, “insanın doğal gelişme seyrinden uzaklaşması” olarak tanımlanabilecek bu başkalaşma, kapitalist toplumda ve özellikle bugün, insanın özneden nesneye doğru tükenişi olarak yansır. İnsanın kendi varlığıyla dahi barış içinde olamadığı bu çok boyutlu yabancılaşma çağında, özellikle insanın gelişiminde devamlılığa imkan veren dün-bugün zinciri koparılmakta, toplum hafızasızlaştırılmaktadır. Bu, aynı zamanda sisteme karşı itirazın, kişilikli duruşun tarihinin silinmesi, köleliğe rızanın maddi ve ruhsal koşullarının yaratılmasıdır.
12 Eylül’ün ’80 ile ’90 arasında yaşattığı kuşak kopması, nasıl değerlerin/birikimin devrini imkansız hale getirdiyse, yabancılaşma da insanlığın bir bütün halinde birikiminden kopmadır; “dünü bilerek yarını görme” diyalektiğinin sakatlanması, insanın korunma ve plan yapma imkanlarını yitirmesidir.
Yabancılaşma, ilk olarak Rousseau’da geçse de, kavarama bütünlüklü bir nitelik kazandıran Hegel olmuştur. Feuerbach’ın “tanrı insanın mutlaklaşmış ve yabancılaşmış özüdür” ifadesi, tarih boyunca inanç-tanrı ilişkisinin niteliğini de yabancılaşmadaki yerini de özetleyen bir tanımdır. Hatta zorunlulukların, baskının, manipülasyonun insanın yabancılaşması üzerinde ne denli etkili olduğuna işaret etmesi açısından da önemlidir/anlamlıdır.
Kölecilikten beri her sistemde sömürü üzerine bina edilmiş ekonomik ilişkiler, kişinin özne olma niteliğini aşındırmış, onu sömürü ilişkileri üzerinde iradesiz bir nesne durumuna düşürmüştür. Bu nesneleşmenin, ekonomik ilişkilerin bir aparatı haline gelme durumunun en son ve en uç biçimi kapitalizmde yaşanmıştır; özellikle de kapitalizmin en çürümüş biçimi emperyalizmde tabii.
Pazar-piyasa ilişkileri ve her şeyin bir meta olması, insan yaşamına öyle bir girer ki, insan ilişkilerinin de, değerlerinin de pazarlandığı ve dolayısıyla tüketildiği bir etik erozyon, değerler erozyonu yaşanır. Ve Baudrillard’in deyimiyle, “kendisine yabancılaşan insan, kendine ayna olacağı yerde vitrin olur.”
İnsanlık tarihinde, mülkiyet ilişkilerinin ve sınıfsal ayrışmanın gündeme gelmesi, aynı zamanda o güne dek var olan toplumsal denklemin bozulması ve yerini başka bir denkleme bırakmasıdır. Devletin, iktidarın ilk biçimlerine, yabancılaşmanın da ilk biçimi eşlik eder. İradesi zorla kırılan insan, sömürü mekanizmasının bir parçası haline getirilir. Bu süreç, farklı biçimde ama derinleşerek, kapitalist topluma dek devam eder. İşçi, zor dışındaki araçlarla teslim alınmış köledir. Bu, öylesine bütünlüklü bir yabancılaştırma ve benzeştirme sürecidir ki, kişi adeta kendisi olmaktan çıkar. Görünür görünmez pek çok müdahale aracıyla, çarkın bir dişlisi haline getirilir. Maddi yaşamı, sömürü çarkının dönüşüne, ruhsal şekillenmesi de üst yapısal denklemin devamına hizmet eder.
İktidar, insanın teslim alınmasının, mülkiyet oluşturulmasının ve onun korunmasının aracı olarak, sürekli geliştirilir. Öyle ki, egemene/ezene öykünme oranında, iktidara da öykünülür ve giderek mikro iktidarlar oluşturulur. Mülkiyet ve iktidar bağlamlı şiddet yaşamın hemen her kesitinde kendini yeniden üretir.
Yabancılaşma ruhsal ölümdür duyarsızlık bir çeşit ölü dokudur.
İnsanın insan yanları öylesine nasırlaşır ki doğanın hayvana bahşettiği nitelikler bile yitirilir bazen.
Bugün artık adeta her şey tüketilmek içindir. İnsan insanla, insan kitapla, bir cins diğeriyle onu tüketmek için bir araya geliyor. İlişkinin süresi, tüketim süresiyle ölçülüyor. Okunan kitapla bırakalım duygusal bağ kurmayı; o, içinden pazarlanabilecek bir miktar aforizma süzüp sağda solda satmak için vardır.
Marks, yabancılaşmayı “insanın emeği tarafından yaratılan her şeyi aynı insana, kendisini köleleştiren yabancı bir öz olarak geri dönme süreci” olarak tanımlar. Emeğe yabancılaşma, “emeğin dışsallaşması” insanın fiziki var oluşu ile ruhsal şekillenmesi arasındaki açıda dışa vurur. Bu açının büyüklüğü oranında kişi; kendine, doğaya, emeğine
yabancılaşır ve bunun sonuçları, toplumdan doğaya, karşı cinsten hem cinse kadar girilen her ilişki de kendini gösterir.
EŞGALİ BELİRLENSE DE DEVRİMCİ ZEMİNDE BİLE CİRİT ATABİLEN KAPİTALİZMDİR YABANCILAŞMA
Kapitalizm, sınıflı toplumların tüm kirlerinin biriktiği son aşamadır. Her şeyi metalaştıran bir pazardır. Birey de, toplum da azami kar ekseninde hiçliğin, değersizliğin kulvarına çekilir. Hafızasızlaştırma oranında başarı gözetildiği için, insani her miras boy hedefi yapılır. Bu bağlamda “özel mülkiyet çerçevesinde şeyler ters bir anlam kazanırlar (…) insan, insan olarak yoksullaşır.” (Marks)
“Bu dünyada sahip olduğun tek şey, satabildiğin şeydir”, der Arthur Miller. Yabancılaşma, sınıflı toplumla başlasa da, kapitalizme kadar insan, üretim araçlarını kullanan konumdadır.
Kapitalizmde artık, var olan düzeneğin canlı uzantısıdır.
Daha çok satıp daha çok kar etmek için ihtiyaçları da çeşitleyip şekillendiren kapitalizm, insanı bu girdabın içine çeker. “İnsan hayatına ne denli yabancılaşırsa, sahip olma, tüketme ve kullanma duygusu dünya ile olan ilişkisini o kadar çok oluşturur ve kendi yarattığı güçlere ve maddelere boyun eğer.” (Marks)
Özel mülkiyeti kutsayan, bireyciliğe yatırım yapan kapitalizm egoyu beslediği oranda kişi kendi aynasında kendinin esiri olur; her egoizmde içerilmiş narsizm vardır. Kişinin kendine taptığı tarihsel kesit ile metanın (reklamında etkisi ile) göklere çıkarıldığı tarihsel kesit aynıdır . Bu yancılaşmada meta, bir çeşit hızlandırıcı faktördür. Tapınılan meta, tüketim çılgınlığını koşullar ve kişiyi esir alır. Reklam, vb. yöntemlerle tüketim kamçılandıkça, kişi sahte umutlar eşliğinde onu kovalamaya başlar ve emeği o metayı almaya yetmediği yerde, ahlak sınırlarını zorlayarak farklı yollar denemeye yönelir. Meta artık ona egemen olmuştur. Tabii bu süreç, insanı ezerek, katı bir yoksunluk eşliğinde gerçekleşir.
Yabancılaşma, ezilenleri kendisi olmaktan çıkarır. Örneğin, siyah adam beyaz adama benzemek için çabalar, ona öykünür. Bu durum kişiyi, yabancılaşmanın taşıyıcı aracı haline getirir. Goethe’nin Mefisto’su gibi işlevlendirir. Mefisto, doğruluğun/erdemin temsilcisi Faust’u yoldan çıkarır. Kendisi olmaktan çıkan, başkası olmaya başlar. Öne çıkarılan (öğretilen/gösterilen) kişilerle özdeşleşir, onların şahsında kendini yaşar insan. Bu, bir çeşit asimilasyondur; özdeşleşme, ruhsal düzeyde de olsa gerçekleşir. Kişi, bir film sanatçısıyla, bir sporcuyla, destek verdiği parti başkanıyla övünür; ama kendinde övüneceği bir şey yoktur. Çünkü o, sistemde erimiş kimliksizleşmiş, kendisi olmaktan çıkmıştır.
Tüketim, teknolojik imkanların da yardımıyla öylesine yaygınlaştırılır ki toplumun adeta genlerine kodlanır. Ve meta ilişkisine araç edilmeyen hiçbir şey kalmaz. Herkes ve her şey koca bir vitrinin sergi malzemesidir. Yaşam da ruhsal dünya (değerler) da meta ile özdeşleşir. Eşyanın kullanım değeri yerini öğretilmiş yapay ihtiyaçlara bırakır. Ve insan, eşyanın (kendi yarattığı metanın) kölesi haline gelir. Bu aynı zamanda insanın kendi emeğine yabancılaşmadır. Bolluğu yaratan da, aç kalan da kendisidir.
Kentlerde betonla kuşatılan ve geçim labirentinde hapsedilen insan, doğadan koparılır, doğaya ve kendine yabancılaştırılır. Egemenlerin planlanmış ihtiyaçlarının kölesi haline getirilir.
Hareket kabiliyeti de düşünsel ufku da daraltılır. Küçültülerek sistemin bir aparatı, bir nesnesi haline getirilir. Bu şekilde, yaşamın kıyısında tutulan insan, konumunu ancak mücadele ile değiştirebilir. Ne var ki ezilmek, sınıf bilinci için yeterli bir neden/koşul değildir.
Ezilenlerin birbirine hoyratlığını gördüm bugün
Aynı açıda kardeşleşmek yerine
İçinde gizlediği mikro iktidarın kılıcını çekiyor birbirine insanlık.
Üretim araçları karşısındaki konumla (sınıfsal konumla) sınıfsal bilinç, birbirini otomatik olarak üreten doğrudan bir ilişki içinde tanımlanamaz. Diğer bir ifadeyle, ezilenlerin ideolojisi, ezilenlerde içkin, yapısal bir nitelik değildir. Sonradan kazanılır; hatta Lenin’in deyimiyle, sınıfa bilinç dışarıdan taşınır. Bu bağlamda, ezilenlerin kardeşliği de, maddi koşulların tüm uygunluğuna rağmen, temenni edilen gereklilikler seviyesine kendiliğinden ulaşmaz. Özel mülkiyetin farklılaştırıcı, bozucu ve yalnızlaştırıcı iklimi altında celladına öykünen köle, yabancılaştığı oranda sınıf kardeşiyle aynı zeminde hareket etme olasılığını zayıflatır, kucaklaşmayı geciktirir.
Yabancılaşmanın derin izler bırakarak yaşandığı yerlerden biri de hapishanelerdir. “İzolasyon tipi” hapishanenin bir CIA projesi olduğu biliniyor. Yıllar önce Amerika’da “Cezaevine konulan bir insan, nasıl kendisi olmaktan çıkarılır?” fikri üzerine düşünülmüş ve profesör Edgar Shine 16 maddelik bir plan hazırlamıştır. Bu sistem, sadece ABD’de değil Avrupa’da da uygulanmaktadır. Bu uygulamadan amaç, kişinin toplumdan soyutlanarak hayata ilişkin tüm ümitlerinin tüketilmesidir. Bu nedenle, hapishanelerde direniş, öncelikle söz konusu etkiyi boşa çıkaran bir donanım amaçlanarak geliştirilmelidir.
Devrimciler her şeyden anlamak zorunda değilse de kimi konularda, “bilinenin bir fazlasıyla” donanmış olmak durumundadırlar. Örneğin, terapist “seni geren ortamdan uzaklaş” diye tavsiyede bulunur. Ama bunu, hücredeki bir insana öneremez; ezberi bozulur. Ve büyük olasılıkla çaresizlik mırıldanmalarından öte gidemez. Ama bir devrimci, tıp biliminin sınırlarını zorlayarak o gerilimden kaçmanın değil, gerilimi yenmenin yolunu bulabilir. İşte bu, var olandan/bilinenden bir fazlası ile donanmış olma halidir. Aslında bu, bilimi reddetme değil, sınırlarını zorlamaktır; mitolojinin basamaklarında yatan toplumsal hafızadan, destanların çığlığına içirilmiş moral değerlerden, efsanelerin konu ettiği aşklardan, umudu ve dostluğu büyütme örneklerinden olgunun özünü süzüp, gerçekliğin ruhunu damıtıp an’a taşımaktır.
Kendini kendinde, kendini insanda tanıyıp, bilimin metinlerini hayatın içine taşımak, açmak, zenginleştirmektir.
Her zaman her şey istediğimiz gibi gelişmeyebilir. Çaresizlik diye bildiğimiz durumların içinde çare arar duruma düşebiliriz. Önemli olan, bu durumda çare üretmesek dahi (veya bu süreç uzasa da) mücadeleyi sürecin tüketiciliğine karşı yürütmek, teslim olmamak ve umudu ayakta tutmaktır. Geriye dönüşü olmayan kayıplarda dahi “bir şeyler yapabilmek” en azından değer erozyonunu önlemek, iç saygıyı koruma bağlamında önemlidir/anlamlıdır.
Yarışma, rekabet, hırs “ben”i besler “ben” bencilliği.
Bencillik kapitalizmi her gün yeniden üretir Mülkiyet,
moral ve düşünsel alanda da mümkündür.
Fikrin metalaşması gibi
“itibar rant”, “övgü rant” da vardır.
Kapıları örtmek yetmez bacadan da girer kapitalizm.
Rekabet yarışı, yarış bencilliği besler Çocuğumuzun notundan bile kendimize ödül damıtırız.
Yoldaş oluruz ama
yolu değil kendimizi besleriz.
Bundandır bir adım ileri iki adım geri düşüşümüz.
Bundandır 40 yıllık doğrularımızın başkalarının elinde oyuncak oluşu…
YABANCILAŞMANIN BU KADARI ANCAK TAAMÜDEN OLUŞUR
Herkesçe görülen büyük resimlerini Sürçmelerle, yarım duymalarla, sayıklamalarla örtmeye çalışan
Öğrenci bile olamayacak “öğretmenler”ler öncelikle kendi lambalarını söndürmüş oluyor.
Doğanın, bağrında yaşamı taşıyarak, bir doğumdan diğerine uzandığı her halkada, her yaşam hücresinde sevgi potansiyeli vardır. Önemli olan, bunu saf olarak ayrıştırabilmektir. Bugün dışavuran sevgisizlik oranı, aynı zamanda antiinsan niteliklerin toplamı demek olan yabancılaşmanın yaygınlığının göstergesidir.
Sanıldığının aksine yabancılaşma, kapitalizmin girdaplarında çürüyüp gitmekten veya sisteme eklenmekten ibaret değildir. Alternatif iddialar altında da yabancılaşmanın taşınması, üretilip yaygınlaştırılması mümkündür. Kimi zaman bir kural, bir yasak yabancılaşmanın aracı haline gelirken; “önlem”in bizzat kendisinin karşıtına dönüştüğü görülür.
Dünün reel sosyalizminde de yasağın, sonuç almak için yeterli olmadığına dair çeşitli örnekler, yaşam kesitleri vardır. Aksine, bastırılan duygular köreleceğine büyüyerek volkanik (veya depremsel) fırsatlar kollar. Anın hazır olması halinde, geri dönüşü olmayan patlamalar, kırılma ve savrulmalar yaşanır. Mekanik önlemlerdir gerçekte yasaklar. Bir duvarın yıkılmasını ek önlemle geciktirmek gibidir. Ne var ki insan veya sosyal ilişkiler duvara benzemez. Ve aradaki farkı görmek istemeyenlerin üzerine, daha acı sonuçlar eşliğinde yıkılır.
İnsana dair sorunları, özüne inerek çözemeyecek olan sistem için; yasak, bastırarak önlemek, yapısal niteliği gereği anlaşılır bir durumdur. Ne var ki önüne, insanlaşmanın en doğal niteliklerine ulaşmayı hedef olarak koyan ilişkiler/yapılar için yasak, ancak bu amaca ulaşmanın önündeki ayakbağlarını bertaraf etme bağlamında anlamlıdır.
Pazılın parçalarını yan yana dizer gibi eklektik tarzda veya “kopyala yapıştır” yöntemiyle düşünmeye alıştırılan insanın, analitik düşünme yeteneğinin giderek körelmesi gibi, hayatın sadece bir alanının paketlenip verildiği ve bu paketle yetinmeye razı edilen insanlarda benzer bir körelme (gerçekte körleşme) oluşur. Aydınlıktan bahsederken, karanlık konuşmak, özgürlük temasını diktatoryal bir kimyayla yansıtmak, reddedilen esareti başka bir esaretle ikame etmek, söz konusu körleşmenin en yaygın sonuçlarındandır. Körleşme, algı eşiğinde yükseklik sebebidir. Kimilerinin algı eşiği öylesine yüksektir ki, söylediğiniz her şey bir duvara çarpmış gibi size geri gelir. Bu algı problemi aynı zamanda kişinin kendi gerçekliğinin ayırdına varmasını güçleştirir.
Kimi hastalıkların, dışa vurmayan “okunaksız” semptomları vardır. Bunu anlatmak ve sonuç almak, normal hastalıklardan çok daha zordur. Solda giderek varlığını hissettiren “metafizik kirlenme”, bunlardan biridir. Fikri sistematik, bariyerlerle korunamayan, dışsal etkilerin sürekli olarak tehdidi altından bulunan bir alandır. Özellikle internetle beraber, iletişim parçaları, kullanımdan ve faydadan bağımsız olarak yayılmaya başladı. Buna karşı, var olan fikri süzgeçler de yeterli olamamaktadır. Bu nedenle, dünya görüşünün; kimi düşünce parçacıklarını bir pazılda birleştirmek yerine, sürekli aktif tutulan bir muhakeme yeteneğini gerektirdiği, bugün ısrarla vurgulanmalı, önemine dikkat çekilmelidir. Yoksa, özgürlük eksenli karşı duruşların yüksek sesle dillendirildiği yerlerde bile, ideolojik Truva Atları oluşturmak, sistem için işten bile sayılmayacaktır.
Sevgisizliğin izine, kapitalizme en uzak yerde durduğunu iddia edenlerde dahi rastlanması, örgütsel şovenizmin insanı dar ve bencilce bir alana hapsedecek denli büyümesi, bir “ideolojik perde”yle korunma gerekçesine dayandırılsa da, sonuçta kapitalizmin alternatif söylemli türevlerini kendi içinde büyütmeye sebep olur.
Yabancılaşmanın panzehiri insanlaşmadır. İnsanlaşma da gerek biçimde gerekse özde bir incelik, sanatsal bir duyarlılık gerektirir. Bu bağlamda sanatın, bugünün “yeni insan”ını tanımlama ve gerçekleştirme yolunda en etkili araçlardan biri olduğu unutulmamalıdır.
-III- ESTETİĞİN DİLBİLGİSİ
Yalnızlıktan şikayetçisin ama
Ne zaman
duyarlılık alanlarında aradıysam seni
Kendi kabuğunu kalınlaştırmakla meşguldün.
Hırpalamadan konuşmak, az sözle çok şey anlatmak, dille yormamak, diyalogda ezen taraf olmamak; demokrasi kültürünün estetiği, estetiğin grameridir. İnsan ilişkileri, bir çeşit sanatsal duyarlılık, incelik gerektirir.
İnsanlık tarihinde, sınıfsal iklime geçişle beraber, bozucu öğelerin oranı giderek artmış olsa da, insanı insan yapan niteliklere dair rezerv artışı önlenememiştir. Bu, insanın sömürü ve zulme rağmen içten içe büyüyen şiiriyse eğer; bu şiiri, çiçekteki bal gibi süzüp alabilenler, çağının insanca yaşama en yakın durabilen kesimleri olmuştur. Tarihin bu şiirsel ontolojisinde kimin hangi oranda rolünün/emeğinin olduğunu tespit etmek adeta olanaksızdır; gerekli de değildir. Bu emeğin büyüklüğü/önemi tespit edildiği oranda, içindeki kolektivizmin ayırdına varılır ve o oranda da kişi/ben/birey olgusu yerini toplum/biz/kolektif olgusuna bırakır.
Sanatsal üretim alanında bugün sürecin, grupları dağıtan, kolektif çalışmayı parçalayan ve kişisel üretimi kutsayan bir eğilim/gidişat ortaya koymuş olmasında, birden çok neden var ise de sonuçta “bağımsız sanatçı” kavramının tanımı değiştirilmiş; sistemden bağımsız olması gereken sanatçılar, “her türlü örgütlenmeden bağımsız” olmayı bir marifet, bir değer gibi öne çıkarır olmuştur. Gerçekte ise bu, emeğin ortaklaştırılması ve sisteme karşı duruşun örgütlü zeminde birleşik bir toplamla büyütülmesi çabasının yadsınması; üretimin bireycilik potasında yoğrularak metalaştırılmasıdır.
İlhan Berk’in “Ağaçlardan arkadaşlarım oldu. Hala da var.” dediği bir tarihsel kesitte, insanlar üretim arkadaşlığını dahi koruyamaz olmuştur. Bu nedenle, bugün hemen her alternatif yapılanmanın arayışına girdiği, yeni mücadele yöntem ve araçları, yeni bir dil de gerektirmektedir. Bu dilin oluşumu kolektif bir çaba ile olacak ise de, sanatsal kültür ve estetiğin üretiminde rol alan öznelere bu konuda daha fazla iş düşmektedir.
SANATTA KOLEKTİVİZM
Mülkiyet, bireyciliği perçinler ve üretimi darlaştırır. Bireysel üretimde de toplumsal amaçlar olur.
Ancak, bireysellikte ısrar, bir yerden sonra amacın araca hizmet etmesini beraberinde getirebilir.
“Yazmak yıkıcı bir eylemdir”, diyor Rimbaud. Aslında buradaki “yazmak” fiilini, “üretmek” olarak okumak gerekiyor. Üretim, sisteme dair taşları yıkmanın, saldırılara karşı dik durmanın olduğu kadar, alternatif yapıcılığın da aracıdır. Önemli olan bunun kaç kişi tarafından yapıldığı değil, ne için yapıldığı ve sonuçta neye hizmet ettiğidir.
Bazen, bedel ödeyen tek bir insanın dili, elleri, toplumsal bir kalkışmanın kaldıracı olur; sesi, binlerce kişilik bir koroyu anında mayalar; Victor Jara gibi…
Allende,
Elinde Fidel’in armağan ettiği tüfekle sonsuzluğa yürürken
“ölümün bir ahlak dersi olacağına eminim” diyordu.
Ya Pinochet zulmüne rıza ya direnişti yaşam.
Yoldaşı Jara mesajı aldı ve bir gün sonra
Beş bin kişiyi, on bin eli
dünyanın en büyük korosunu hareketlendirdi, anında yaptığı besteyle.
Kollarını kırdılar
Daha yüksek sesle “Vencremos” dedi Ve “şefkatli bir güvercin” havalandı işkence stadyumunda.
Vladimir Çernişev görmüştü onun son anlarını ve muhabirlik yaptığı gazeteye şunları yazdı:
“Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı refakatçisiyle, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor’un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar.”
İşte Jara gibi örneklerin tersine, bazen de kolektif içinde “tek” olunur; çokluğun tekliğe hizmet ettiği ters bir ilişki kurulur. Bu, sadece sanatsal üretimde değil, insan insana ilişkilerin bütününde dışavurma ihtimali olan bir problemdir. Örneğin bunu TEKEL direnişinin 59. gününde, Ankara’da Emine Erdoğan’la görüşmeye giden, ama Başbakan’la görüşen türbanlı kadında da görmek mümkün. Başbakan’ı karşısında görünce çok heyecanlandığını, bu sürprizin iyi olduğunu, görüşmede tatmin olduğunu söyledi. İşte buradaki tatminin direnişle, eylemdeki aynı kaderi paylaştığı diğer arkadaşlarıyla bir ilgisi olmadığını bilmek için, Başbakan’ı tanımak yetiyor. Nitekim ikinci gün basına, Başbakan’ın yeni bir şey söylemediği, “kullanılıyorsunuz” diye uyardığı, hatta ay başında müdahale edileceğini ve bir daha kesinlikle bu tür şeylere izin verilmeyeceğini söylediği yansıdı. İşte bu ruhsal bölünme, bu kişiselleştirerek kendini toplumun (yoldaşlarının, aynı sorunları paylaştığı bütünün) önüne koyma işine yazık ki, toplumun en kolektif halkalarından birinde bile bireyi yakalayıp teslim alabiliyor.
Bir eserin sözden besteye, enstrümandan virtüöze, üretimden sunuma kadar uzanan oluşumu, bir bütünü ifade eder. O bütünün içinden herhangi bir bileşeni çekip aldığımızda, nasıl eksiklik oluşursa, o bileşenlerden birine bütünü dışlayarak önem atfettiğimizde de benzer bir eksiklik oluşur.
Sadece kafaları değil yürekleri de istila eden insanı insanın pazarı yapan sevdayı bile metalaştıran
her adıma tembellik ve bencillik katan paylaşımı yok eden
İçsel iktidarlarla kişiye kendi bencilliğini yaptıran tüketici bir iklimde
Sen,
sığınağımın yoldaşı oldun. Sınıfsız koktu benliğin.
Çağımızı trajik
kuşağımızı yitik kılan gerçekler ve
yaşamda sadece makas değil
kimlik değiştiren örnekler karşısında sen, değerlerimin kanıtı
inancımın somutlanması oldun.
Kapitalist iklimin 24 saat hüküm sürdüğü bir coğrafyada insanın belki de en korunmasız (veya sisteme en açık) yanı mülkiyet eğilimidir. Bu eğilimin kaşınması, beslenmesi pek çok şekilde, hatta bazen farkına dahi varılmadan gerçekleşiyor. Örgütsel yapılar parçalanıyor, sevgililer yabancılaşıyor, toplum atomlarına ayrılıyor. Fiziki farklılaşmanın yanında kimyasal bir faklılaşma da söz konusu oluyor. Ve birey, gönlünü okşayan bire bir muhataplıklarda kendini daha iyi hissediyor. Bu durum da giderek atılacak hemen her adımda “moral rant” sağlamayı hedefleme anlamında bir kişisel tasarımı öne çıkarıyor.
Engels, son kez, var olan insan karşıtı otoriteyi ortadan kaldırabilmek için, yapıcı bir otorite; otorite olmayan otorite, yarı-otorite önerir. Bunun anlaşılması bugün şiddet, devlet, iktidar, vb. konulu pek çok tartışmanın sağlıklı yapılmasını ve olgunun kafalarda ayakları üzerine oturtulmasını sağlar.
Bu ne kafalardaki hazır şablon ve önyargıların, ne de insana ait hemen her alanı istila etmiş “mikro iktidar”ların müsebbibi devrimciler değildir. Bundan öncelikle, fiziki ve fikri her alanda egemen olan, bunun için her imkanı deneyen kesimler sorumludur. Bu yoğun müdahale araçları altında, kendiliğindenlik, olsa olsa sürecin devamını ve kökleşmesini sağlar. Doğru bir bakış açısı, her tekil olayın, resmin bütünü içinde okunmasını gerektirir.
ÜRETİMDE TOPLUMSALLIK UFUK VE İMKAN AÇICIDIR
İgnazio Silone’nin Fontamara romanında, köylülerin hükümet temsilcisi tarafından siyasal eğilimlerini saptamak üzere sorgulandığı bir bölüm vardır. Temsilci, meydanda toplanan köylülere “Kim yaşasın?”, diye sorar. Köylülerden biri “Yaşasın Meryem Ana!”, yanıtını verir. Hükümet temsilcisi, katibine “gerici”, der. Bir başka köylü “Yaşasın kraliçe Margherita” der. Hükümet temsilcisi “meşrutiyetten yana” , diye yazdırır. Bir başkası “Yaşasın Herkes”, deyince o da “liberal”, diye kayda geçer. “Yaşasın Yoksullar”, diyense “sosyalist” olarak yaftalanır.
Bu, halkı bir bütün halinde zaten “potansiyel suçlu” olarak yaftalayan bir iktidarın, rutin/bilinen ve şaşırılmayacak bir uygulamasıdır. İşte böyle bir iktidar için bu uygulama ne denli normalse, hayatın herhangi bir kesitinde benzer bir yaftalamanın, diyalektik yöntemi ölçü aldığını söyleyenlerce yeniden üretilmesi o denli anormaldir.
Devrimcilerin hiçbir açıdan, sınıf karşıtlarına benzeme lüksü yoktur. Kimliğin özü vaat edilen dünyanın, umut edilen güzelliklerin, insanı özgürleştirme mücadelesinin niteliği buna yakışık düşmez. Ne var ki, Foucault’un her yerde olduğunu söylediği “mikro iktidar”lar öylesine yaygınlaşmış/kökleşmiş durumda ki, iktidarı/devleti mutlak kötülük olarak görüp her türlü iktidara karşı duranların bile, günlük yaşamında her an iktidarı yeniden ürettiği yaygınlıkla görülebiliyor.
Fransız düşünür Ernest Debort, “Gösteri Toplumu” adlı eserinde “Teknolojinin her yerde hazır ve nazır medyası, küreselleşmeye özdeş olarak ekonomiyi, politikayı hatta psikolojimizi, beğenilerimizi ve sosyal davranışlarımızı kısaca her şeyimizi etkileme ve giderek belirlemeye başlamıştır” diyor. Uluslararası iktidarın imkan ve yaygınlığının artışına işaret eden bu ifade için çok şey söylenebilir. Ama konumuzla ilişkilendirirsek diyebiliriz ki, bu teknolojik gelişmelerin insanın yararına kullanılması da, insana karşı bir silaha çevrilmesi de, insanın o ürettiği araçlara köle olması da mümkündür. Yani mesele teknolojinin/imkanların gelişmesi değil, bunların kimlerin elinde ve nasıl kullanıldığıdır. Benzer bir durum bilimsel, sınıfsal ve hatta örgütsel-politik imkanlar için de geçerlidir. Buradaki kilit/turnusol soru “mevcut imkanlar/yetenekler daha güzel bir yaşam, daha özgür bir toplum için bir kaldıraç olarak mı değerlendirilecek; yoksa, sonuçta kişisel övünç noktalarının beslenmesi amaçlanarak, kişi üretiminin esiri haline mi gelecek?”
Üretimde toplumsallık, kendini bir bütünün parçası olarak görmek, sanıldığının aksine, darlaştırıcı değil, ufuk ve imkan açıcıdır. Sadece uğraş alanında değil, farklı uğraşların birbirini potansiyalize etmesi sonucu yaşamın bütününde çeşitli çarpanlar eşliğinde moral ve imkanların büyüdüğü görülür. Böyle bir ufkun ve güzelleştirici dinamiğin bilincinde/ayırdında olanlar, bireycilik aynasında kendine seslenmeyi veya mikro iktidarlar peşinde koşmayı bir avantaj değil; kendine, etrafına ve geleceğine kastetmek olarak görür. Sosyal ve kültürel atmosferin bireyciliği kamçıladığı bu koşullarda, toplumsal düşünmek ve kolektif üretimin gerektirdiği parça-bütün diyalektiğinde ısrar etmek, başlı başına bir direniştir. Bu, üretimin içeriğinde olduğu kadar, üreticinin yaşamsal duruşunda/konumlanışında da gerekli olan bir niteliktir. Egemen yönlendirme öyle bir saldırıya dönüşmüş durumda ki, bunun dışında bir kimlik her an mücadele halinde olmayı gerektiriyor.
Toplumsal sorumluluk duygularının köreltildiği, saman alevi heyecanlarla yaşayıp tüketen bir toplumun oluşumunda, insanın düşünme yetisini kısırlaştıran magazinin önemli bir yeri vardır. Bunu, kelimenin geniş anlamıyla, eğlence sanayisinin bir kolu haline gelmiş olan popüler kültürle (kitle kültürüyle); bu rüzgarın benzeştirici ve yozlaştırıcı imkanlarıyla beraber düşündüğümüzde, mücadele edilmesi gereken gücün boyutunu da görmüş oluruz.
Kimliksizleştirme, aynı zamanda bir kimlik olarak dayatılmakta, gerçek yaşamdan kopmuş, kendine ve etrafına yabancılaşmış yığınlar amaçlanmaktadır. Spence Benneth “Kimliğimiz toplumsal rollerimize göre oluştuğu için, bugün kişi olarak kendimizi daha bir anonimleşme içinde bulmakta, bunu önleyebilmek için sahip olduğumuz nesnelere bakarak kendimize kimlik edinmeye çalışmaktayız. Bulduğumuz bu kimliği satın aldığımız üretim mamullerine duyduğumuz saygı sayesinde kazanabilmekteyiz.” diyor.
Bir taraftan medya (özellikle de görsel medya) gerçek kültür ve sanatı halka ulaştırmanın en etkin yolu olarak gösteriliyor. Diğer taraftan, halka taşınacak olan üretimlerin yozlaştırılması ve değer erozyonu için ne gerekiyorsa yapılıyor. Göz ve kulağın beklenti kalitesi düşürüldüğü oranda, sanat ve edebiyat, derme çatma şarkılara ve popüler dizilere kadar daralıyor.
Diğer bir ifadeyle, dinleyici/izleyici/okur ne denli tüketiciye dönüştürülebilirse, yapıtın metalaştırılmasının önü o denli açılır. Bu gerçekliği dikkate almadığı oranda, toplumsal içeriğe sahip ürünler de üreticileri de düzenin ticari ruhu içinde boğulur. Kendini eserinden bir adım önde sunan; ürünleriyle değil, konu mankeni olarak kullanılabilirliği ile var olan “sanatçı”ların çoğaldığı, revaçta olduğu koşullarda, “piyasanın kurallarına” direnebilmek için kişinin mutlaka alternatif bir duruşunun/kurallarının olması gerekiyor.
Kültür, “her şeyi bilen cahiller” eksen alınarak, görsel medya üzerinden empoze ediliyor. İnsanlar, karşılığı olmayan (tamamlandığında hiçbir şey kazandırmayan) uğraşlara/eğlencelere yönlendiriliyor. Ve giderek beyinsel faaliyetler bir bütün halinde tembelleşirken; sorgulama, analiz etme yeteneği köreliyor. Böylece, öğretilmiş olanla yetinen bir toplum oluşuyor.
Zahmetsiz, boş uğraşlar bir çeşit uyuşturucu etkisi yaptıkça, insanları daha zor, emek gerektiren üretim veya mücadele süreçlerine sokmak olanaksız hale geliyor. Egemen kuşatmanın sebep olduğu “sera etkisi” bütünüyle bir özyitimi ve yabancılaşmayı koşulluyor.
SANAT POLİTİK OLANDAN, POLİTİK OLAN YAŞAMDAN AYRILMAZ
“Sanat, politik olmak zorunda mıdır?” diye başlayan ve sanatı politik olandan, politik olanı yaşamdan ayıran, adeta olgunun içindeki aklı boşaltan tartışmalar bugün sanatın da sanatçının da içini boşaltmış, yukarıda da belirttiğimiz gibi “bağımsız sanatçı” denince, düzenden değil, örgütsel her türlü oluşumdan bağımsızlık anlaşılır olmuştur. Gerçekte “politik olan”, yaşamın kendisidir. Örgütlülük ise, toplumsal varlık olmanın, kendini ifade etmenin, insanın insana sorumluluk ve ilgisinin zorunlu aracıdır. İşte bu gerçeklik yok sayılıp, “politik olmak” denince, sanki sanatçılara seçim bildirileri okutulduğu veya “örgütlü olmak” denince, üretimlerinin üzerinde Demokles’in Kılıcı’nın sallandırıldığı gibi, gerçekliği yansıtmayan ve nitelikli bir duruştan kaçış için bahane oluşturan bir yoruma/yönlendirmeye sığınılmaktadır.
Mitolojiden gerçekliğe, bilimden felsefeye insanlık serüveninin kıvrımlarından süzülüp gelen ve yaşama renk katan, ritim ve ahenk kazandıran sanat; nasıl “politik olan-olmayan” diye kategorize edilebilir ki? Bu, toplumsal bir varlık olan insanı, “birey” söylemi etrafında toplumdan koparıp yalnızlaştırmaktan ve giderek olgunun kendisini olgunun özüne yabancılaştırmaktan farksızdır.
Gerçekte yaşamı estetik bir algıyla karşılayan sanatçı; hayallerin, bilimin önünü açtığını, bilgi ve coşkunun inancı esnekleştirdiğini, şarkının marşla kardeş nitelikler taşıdığını özellikle bilmesi, kavraması gereken bir kimliktir.
Dünyayı yorumlamakla kalmayıp aynı zamanda değiştirme etkinliğinin, sanatın da konusu olduğu, hatta gerektirdiği derinlik/incelik sebebiyle devrimin sanatla arasına önemli bir açı koyamayacağı gerçekliği; sanatı olduğu kadar sanatçıyı da, düzene rağmen düzene alternatif büyüyen devrim ırmağının bir bileşeni haline getirir. Siyasetle sanatın ilişkisi, kavramla imgenin, notayla bestenin, ağaçla ormanın çeşitli açılardan ilişkisi gibidir. Bunlar öyle, birinin diğerini yadsıyacağı türden ilişkiler değildir. Üretimin sürekliliğinin gerektirdiği ilişkilenme diyalektiği, çoğu kez gözden kaçan, parça ile bütün arasındaki bağın önemini hatırlatır.
Toplumsal düşünmek, eyleminin/üretiminin odağına insanlığı koymak, kimseyi bireysel gelişimden alıkoymaz, yaşamsal tatlardan yoksun bırakmaz; tersine, toplumsallık çoğaltıcı, bireycilik daraltıcıdır. İnsanlığın değerler birikimi tek tek kişilerin rolüne rağmen anonim nitelikler taşır. Hiç kimse şapkadan tavşan çıkarır gibi bir şeyi yoktan var edemez. Sahip olduğumuz birikimin tarihsel uzantılarının olması gibi, üretimlerimizde görünür/görünmez emeklerin ortaklaşması vardır. Bu durum, örgütlü insanlar için adeta iki kez geçerlidir. Örgütlü olmanın, ortak gıdalanma ve üretme atmosferinin maddi ve moral katkılarının nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek zordur; gerçekte gerekli de değildir. Önemli, olan sadece üretimi değil, bir bütün halinde var olmayı, parça-bütün diyalektiği içinde algılamak ve onun gereklerini her an yerine getirmektir.
Bir sanatsal etkinlik ne denli başarılıysa o denli toplumun kılcallarına dolar, yaygın ve derinliğine bir etki bırakır. Böyle bir etki süreçte doğrudan veya dolaylı rol alan herkesi onurlandırırken, içinden kişiye özgü sonuç ve başarılar damıtmak, işin özüne aykırıdır. Bugün her devrimci, minnet duyar gibi nasıl geriye dönüp Spartaküs’e bakıyorsa; her yoldaşımız, bir değerler havuzunun ve ortaklaşmış sürecin emekçisi olduğu gerçekliğini unutmadan hareket etmelidir. Başka türlü, Küba’da devrimin tadını çıkarmaktansa, Bolivya Dağları’nda uykusuz geceler geçiren, tüm devrimcilerin ortak değeri Che ile empati kurmak olası değildir.
Bugün, devrimci çevrelere yakın duran, üretimlerinde toplumsal değerleri/sorunları konu eden sanatçıların önemli bir kesiminin başarılarında da mutluluk grafiklerinde de bir düşüş gözleniyor. Elbette bunun döneme özgü/dışsal nedenleri de vardır. Ancak, buna rağmen sürece direnip, yoklukları da acıyı da sanatsal tırmanışta basamak kılmak mümkünken, direnişten değil, çözülmeden nasibini almak; kişinin tercihleriyle, izlediği yaşam grafiğiyle doğrudan ilintilidir. Aynı müzik grubu içinde üretim yapanların, ortaklaşmış emekle, ruhsal şekillenme ve motivasyonla ortaya koyduğu başarıyı/kaliteyi, bir ayrışma sonrasında bireysel olarak yakalayamaması, bunun göstergelerinden biridir. Bu konuda ülkemiz toprağı, yeterince örnek zenginliğine sahiptir.
Sayı 30
(Haziran – Ağustos 2010)