EMPERYALİZM BOP KAPSAMINDA
SÜRECE YENİ AKTÖRLER HAZIRLIYOR
Emperyalistler kriz sürecinde düşen kar oranlarını arttırmak, krizin yükünü rakiplerine ve yeni-sömürge ülkelere yıkmak için yoğun bir mücadele içindeler. ABD, enerji yolları üzerinde tam denetim kurarak ne kadar süreceği ve ne tür yıkımlara sebep olacağı kestirilemeyen krizi, bir fırsata çevirmenin yolunu arıyor. Dünya enerji kaynaklarının yaklaşık %80’i Ortadoğu ve Kafkaslar’da bulunuyor. ABD bu iki bölgenin tam ortasında bulunan Türkiye’yi daha aktif kullanma isteğini saklamıyor ve Türkiye’den tüm isteklerine koşulsuz itaat bekliyor.
ABD, Afganistan ve Irak’ı işgal ederken bu kadar şiddetli bir direnişle karşılaşacağını düşünmüyordu. Hatta Irak’ta çiçeklerle karşılanmayı beklediklerini itiraf etmişlerdi. İşgaller için öne sürdükleri gerekçelerin de sahteliği zaman içinde açığa çıktıkça dünya kamuoyunda tepkiler çığ gibi yükselmeye başlamıştı. İspanya, İngiltere vb. (Madrid ve Londra’da patlamalar) işgalcilerin kendi topraklarında vurulmaya başlaması askerlerini çekmesine yol açmış; böylece ABD gittikçe yalnızlaşmıştı. Kapitalizmin belki de tarihinin en büyük kriziyle karşı karşıya kalması, sorunu iyice içinden çıkılmaz hale soktu. ABD, istese de bugün Irak’tan çıkamaz. Afganistan’daki işgal Pakistan’ı da içine çekecek biçimde genişletildi. Afganistan’daki savaş bölgeye yayılarak Hindistan, Çin ve Rusya da taraf haline getirilmeye çalışılmakta. Bu bağlamda ABD, Mumbai saldırısının da etkisiyle Hindistan’ı yedeklemiş gözüküyor. Temmuz ayında Hillary Clinton’un Hindistan ziyareti sırasında iki yeni nükleer santral yapılması ve 25-30 milyar dolarlık silah anlaşmaları imzalanması bu düşünceyi pekiştiriyor. Öte yandan Rusya’nın baskısıyla Kırgızistan ABD’nin kullandığı Manas Hava Üssü’nü önce kapatma kararı aldı, ardından sadece kargo taşıma amacıyla kullanılabilmesi koşuluyla anlaşmayı yeniledi. Obama, Temmuz ayında Rusya’yı ziyareti sırasında iki ülke ilişkilerinin resetlenmesini (yeni bir başlangıç) istedi. Karşılığında ABD’nin Afganistan’a Rusya üzerinden silah sevkiyatını sağlayan anlaşma imzalandı. Rusya, Afganistan’da Taliban iktidarda iken Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan vb. Orta Asya’da İslami gericiliğin yükselişini unutmuş değil, ayrıca Kafkaslar’da hala sorunların aşılamadığının farkında. Çin ise ABD tarafından Uygur meselesi ile köşeye sıkıştırılmaya çalışılıyor. Bilindiği gibi Afganistan ve Pakistan’da eğitilen dinci militanlar uzun yıllardır Uygur bölgesinde çeşitli eylemler yapıyordu. Afganistan’da savaşın çapı ve kapsamı genişledikçe sorun yalnızca ABD’nin değil emperyalizmin sorunu haline gelecek ve istense de istenmese de bölgedeki güçler savaşa bir biçimde dahil olacak.
ABD’nin, NATO toplantısında Afganistan’da işlerin iyi gitmediği gerekçesiyle 35 bin kişilik takviye asker talebine soğuk bakıldı. Bu talebin yalnızca 5 bininin karşılanabileceği ortaya çıkınca farklı seçenekler devreye sokuldu. Birincisi, NATO kapsamında Afganistan’a gönderilen ve daha çok muharip birlik statüsünde olmayan müttefik askerler çatışmalara daha fazla sokulmaya başlandı. Sadece Temmuz ayında 41’i Amerikalı 74 NATO askeri öldürüldü. Kayıplar arttıkça Avrupa’da tartışmalar şiddetlendi. Ayrıca müttefik ülkeler bölgeye daha çok yığınak yapmaya başladı. Örneğin Almanya, savaş uçaklarını bölgeye gönderdiğini açıkladı. İkincisi, Pakistan ve Türkiye gibi ABD işbirlikçisi ülkeler savaşın içine daha çok çekilmeye başlandı. Pakistan ordusu Taliban’a karşı cepheye sürülmekle kalmadı, Pakistan toprakları savaş alanına çevrildi. Svat vadisinde Taliban’a karşı başlatılan operasyonlarda 4 milyon insan mülteci durumuna düşürüldü. Katledilen binlerce insanın yanı sıra sağlıksız koşullarda kaderine terk edilen insanların acısının savaşın tüm Pakistan’a yayılmasına yol açacağı da şimdiden söylenebilir.
Afganistan’da direniş ülkenin her yanına yayılmış durumda. Taliban, seçimleri yaptırmayacağını ilan etmesinin ardından 13 Ağustos’ta Kabil’in dış bölgelerindeki kamu binalarını, 15 Ağustos’ta ise aralarında NATO karargahı, ABD Büyükelçiliği ve Karzai’nin devlet sarayının da bulunduğu yerleri vurdu. 20 Ağustos’ta yapılan seçimlerde NATO’ya bağlı 100 bin asker (64 bin müttefik, 36 bin Amerikan) ve 200 bin Afgan polisi ve askerinin tüm baskısına, gözdağına rağmen Hükümet kaynakları katılımın %40-50 arasında olmasını umut ettiklerini söylediler. Afganistan’da 20 dolardan seçim kartlarının satın alındığı, aşiret liderlerine toplu oy vermeleri için rüşvet veya gözdağı verildiği, seçmen listelerinin %20’den fazlasını çocukların oluşturduğu, her tarafta sahte seçmen kartları basıldığı vb. çeşitli hile iddiaları, uluslararası basına bile yansıdı. Yerel kaynaklardan gelen haberler seçimlere katılımın yüzde 10-20 arasında olduğunu, halkın yüzde 80’inin sandık başına gitmediğini aktarıyor. Türkiye, Kasım ayında Afganistan’daki NATO birliklerinin komutasını devralıyor. Yeni dönemde Afganistan’da Türkiye’nin başı epey ağrıyacak.
EMPERYALİST SATRANÇTA İŞBİRLİKÇİLER
HER ZAMAN PİYON OLARAK KULLANILIR
ABD, yeni dönemde işgal ettiği bölgelerde işbirlikçi yönetimleri de fiili olarak savaşın içine çekerek muazzam insan kaynaklarının yanı sıra, coğrafi, kültürel, tarihsel vb. tüm imkanlarını kendi yararına (işgal) seferber etmenin yollarını arıyor. ABD, Somali’yi işgale kalkıştığında sergilenen direniş karşısında apar topar çekilmek zorunda kalmıştı. Ancak Afrika Birliği’nin desteğinde Kenya’yı devreye sokup Somali’yi işgal ettirmiş, ardından istediği yönetimi işbaşına getirmişti. Bugün hala çatışmalar devam ediyor olsa da ateşi maşayla tutmak elin yanmasını engelliyor. ABD’nin uzun süre bu yöntemi sürdürerek hem işgali minimum maliyetle sürdürmesine hem de işbirlikçi kullanarak oluşacak tepkinin imajını zedelemesine engel olabiliyor. Ayrıca Somali’de korsanları bahane ederek de işgale kılıf bulmak kolaylaşıyor. Bu pratik ABD’de Pakistan ve Türkiye’deki işbirlikçi yönetimler aracılığıyla kendi yerine onların savaştırılabileceği kanaatini pekiştirdi. Pakistan ordusu şu an o işi yapıyor. Irak’ta ise durum daha karmaşık. Türk Ordusu’nun Araplara karşı işgalci konumuna düşmesi yarardan çok zarar getirir. Direnişin tüm Ortadoğu’ya yayılma olasılığını tetikler. İşgale uğrayanın kerhen de olsa rızası olmadan işgalcinin başarı şansı yoktur. Türkiye bölgede işgalciden daha çok Kürtlerin koruyucusu, hamisi sıfatıyla devreye girecek gibi gözüküyor.
ABD, Türkiye’nin Afganistan ve Irak’ta daha aktif rol alması için son aylarda yoğun görüşme trafiği gerçekleştirdi. Türkiye’nin Cumhurbaşkanından Dışişleri Bakanlığına kadar Pakistan, Afganistan ziyaretleri ve Hamid Karzai ile Asıf Ali Zerdari’nin Nisan ayında Türkiye’ye çağrılıp ABD isteği doğrultusunda üçlü zirve yapılması, ardından ikilinin Mayıs ayında ABD ziyaretleri tüm bu sürecin örülmesine hizmet eden gelişmelerdir.
Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Mayıs ayı sonunda ABD’ye yaptığı ziyaret; süresi, görüşülen kişiler ve açıklanan/açıklanmayan içeriği ile Türkiye’nin BOP projesi kapsamında daha aktif kullanılacağının göstergesidir. Başbuğ, bugüne kadar hiçbir Genelkurmay başkanının kalmadığı kadar uzun kalmış, usul dışına çıkarak planlama aşamalarını da kapsayan çeşitli görüşmeler yapmış ve hiç kimseye gösterilmeyen ilgiyi görmüştür. Başbuğ, ziyareti sırasında ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Mullen, NATO Müttefik Kuvvetleri’nin değişimden sorumlu komutanı Orgeneral James Mattis, Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jim Jones ve ABD Savunma Bakanı Robert Gates ile görüşmeler yaptı.
Görüşmeden bazı başlıklar yapılan basın toplantısında hiç saklamaya, gizlemeye gerek duyulmadan açıklandı. TSK’nin Afganistan konusunda ikna olmak, iç kamuoyunu yeni duruma hazırlamak bir yana sanki görev beklermiş gibi birbiri peşine adımlar atmaya başlaması işbirliğindeki derinliğin göstergesidir. Başbuğ daha geri dönmeden, Konya Hava Üssü’nün Afganistan saldırılarında kullanılmak üzere ABD’ye açılabileceğini Türkiye’nin Dışişleri sözcüsü doğruladı. Başbuğ, basın toplantısında Türkiye’nin dışında sadece ABD ve İsrail ordusunun elinde bulunduğu söylenen gece görüş sistemlerini uçaklardan söküp Pakistan’a gönderdiklerini ve ayrıca istemeleri halinde Afganistan ve Pakistan’a her türlü yardımı yapmaktan kaçınılmayacağını dile getiriyordu.
Mullen, ‘İlker, PKK konusunda benim üzerimde çalışıyor. Ben de Pakistan konusunda onun üzerinde çalışıyorum. …Orgeneral İlker Başbuğ, Pakistan’ın talep etmesi halinde Türkiye’nin askeri eğitim konusunda yardımcı olmaya hazır olduğunu söyledi.” Mullen, “Karadeniz, Irak, Doğu Akdeniz’de arkadaşlığınıza, desteğinize ihtiyacımız var” dedi. (Hürriyet, 03.06.2009)
ABD’nin isteklerinin sadece Afganistan ile sınırlı olmayıp Türkiye’nin BOP kapsamında ihtiyaç duyulan her yere koşturulacağı, TSK’nin de sıcak çatışmalar da dahil taşeron haline getirileceği anlaşılıyor. Mullen’in “arkadaşlık”tan anladığı geniş bir coğrafyada Türkiye’nin Truva atı vazifesi görmesidir.
IRAK’TAN İŞGAL GÜÇLERİ GERÇEKTEN ÇEKİLİYOR MU?
Obama’nın seçim yarışında Afganistan’ı öne çıkarması kamuoyunda başkan olduktan sonra sanki Irak’tan çekileceği kanaatini uyandırdı. “Afganistan’ın aksine, Irak savaşı hem benim ülkemde hem de dünyada derin fikir ayrılıklarına neden olan, zorunluluk sonucu başlatılmayan bir savaştı. Irak şehirlerindeki muharip kuvvetleri Temmuz ayına ve Irak’taki bütün kuvvetlerimizi 2012 yılına kadar geri çekeceğiz.” demesi bu intibaı güçlendirdi. (Obama, Kahire konuşması) ABD gerçekten 2012’ye kadar Irak’tan çekilecek mi?
Irak’ta bu yıl Ocak ayı sonunda yapılan yerel seçimler, sonrasında yaşanabilecek olaylar için ipucu niteliğindeydi. Katılımın %54 olarak açıklanması Irak’lıların yarısının seçimleri meşru görmediğinin göstergesidir. Seçim sonuçlarının iki ay sonra açıklanması da bu görüntüyü pekiştiriyor. Ancak mevcut haliyle bile seçimde kullanılan oylara bakıldığında Başbakan Maliki’nin Şiiler arasında oylarını artırdığı, Sünni partilerin de toparlanıp ikinci güç haline geldiği gözüküyor. Türkmen partileri kendilerini en güçlü hissettikleri yerlerde bile silindiler. Kürtler hak iddia ettikleri bölgelerde (Musul vb.) hüsrana uğradı ve Kuzey Irak’a kadar daraldı. İşgal karşıtı güçlerin yükselişe geçtiği görüldü.
ABD’nin Irak’tan tamamen çekileceğine dair beklentiler boşunadır. ABD çekilmeyi değil, kalıcılaşmayı amaçlıyor. Obama’nın çekilmekten kastettiği asker sayısının azaltılmasıdır. O da Irak’ı sevdiği için değil, Afganistan’da işlerin hızla kötüleşmesi sebebiyledir. ABD, yedekler dahil elindeki tüm imkanları seferber ettiği için iki cepheden birini seçip oraya yoğunlaşmak zorunda. Yaşadıkları başarısızlıkları büyüklük yapıyor edasıyla propaganda etmeleri inandırıcılıktan uzaktır. ABD bir yandan çekiliyormuş görüntüsü vermeye dönük takvimler açıklarken diğer yandan bir takım ön koşullar öne sürerek işi yokuşa sürüyor. Sözcük oyunlarıyla kamuoyunu yönlendiriyor. Yapılmak istenen asker çekmek değil yorulan askerleri değiştirmenin yanı sıra işgalin girdiği yeni sürece uygun askeri birlikler gönderilmesidir. ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral George Casey, bir basın mensubunun Irak ve Afganistan’da asker sayısının ne kadar olması gerektiğine dönük sorusuna “Gerçekçi bir senaryoya ne dersiniz? Kara Kuvvetleri ve Deniz Piyadelerine bağlı 10 birimi, Irak ve Afganistan’da 10 yıl boyunca konuşlandıracağımızı göz önünde bulundurmalıyız” (Radikal gazetesi, 28.05.2009) Aslında tüm bu önlemler sorunu çözmek bir yana, ABD’yi daha çok bataklığa sürüklüyor. ABD’nin iki cephede birden yürüttüğü savaşı kazanamamasının sebebi haksız bir savaş yürütmesidir. Ayrıca savaşı sadece silahlardan ibaret görmesi de yenilgiyi pekiştiriyor.
IRAK’TA HALK SAVAŞI YENİ BİR AŞAMAYA SIÇRADI
Irak’ta 2009 başından itibaren direniş görülmemiş düzeyde arttı. Yaklaşık iki-üç yıl önce ABD, Sünni aşiretleri seçimlere girmeleri konusunda ikna etmiş; kurulan Uyum Cephesi mecliste temsil edilmeye başlanmıştı. Direniş, Sünni’lerin yoğun olduğu bölgelerde durağanlaşmış, ülkede adeta bir mola hali yaşanıyordu. Meclisin kukla olduğu, sorunların işgale karşı direnişten başka bir yolla düzelemeyeceği ise kısa süre içinde anlaşıldı. Uyum Cephesi’nin de hızla teşhir olması sonucu halk ondan desteğini çekmeye başlamış, Haziran ayı başında liderleri Ubeydi camide öldürülmüştü. Irak halkının işbirlikçiliğe tahammülünün olmadığı, direnişin bundan sonra da artarak süreceği şimdiden söylenebilir. Eylem biçimlerinden seçilen hedeflere kadar çeşitlilik gösteren direnişte bazen birbirine zıt görüntüler ortaya çıkıyor. Irak’ta bazı eylemler adeta nokta atışı yapılırcasına sadece işgalcileri ve işbirlikçileri hedef alırken bazıları neden özensizce halkı gözetmeden yapılıyor? Bir de pazar, çarşı, kutsal mekanlar vb. yerlerde sadece halkı hedefleyen bombalı eylemler söz konusu, bunlar direnişe zarar vermiyor mu? Ya da bu tür eylemleri direnişçilerle anmak doğru mu?
Bu görüntülerin oluşmasında direnişin parçalı özelliğinin yanı sıra, direnen güçlerin siyasal niteliği de önemli bir diğer faktördür. Irak’ta düzenlenen eylem ve patlamaların kaynağını üç gruba ayırmak yanlış olmaz. Birincisi; Arap milliyetçiliği temelinde bir araya gelen ve merkezinde eski Baasçı’ların olduğu direniş cephesi geçmişten bugüne devlet geleneğinin de etkisiyle siyasal hedefleri berrak ve hem işgalcilere hem de işbirlikçi kurum ve kişilere yönelik son derece etkili eylemler organize eden bir görüntü sergiliyor. Direnişin motor gücünü büyük oranda onlar oluşturuyor. Eylemlerinin merkezinde işgalcilerden işbirlikçi asker ve polislere, hükümet üyelerinden ajan, provokatörlere değin çeşitli unsurlar yer alıyor. Seçilen hedefler ve yapılan eylemler belirli bir siyasal irade ve plan dahilinde disiplinli bir şekilde koordine ediliyor. Bu grup sivil halka karşı yapılan tüm eylemleri kınadığını ve bu tür eylemlerin işgalcilerin işine yaradığını defalarca açıklamıştır. İkincisi; Daha çok dini ve etnik temelde örgütlenen gruplar siyasal hedeflerinin bulanık olması sonucu işgalcilere ve işbirlikçilere karşı yapılan eylemlerde kimi zaman özensiz davranarak halkın da zarar görmesine yol açıyor. Bu gruplar Haziran ayında güçlerini büyük oranda birleştirerek yeni bir cephe kurdular ve sözcülüğüne Haris ed Dari’yi seçtiler. Irak’ta bunların dışında Irak Hizbullah’ı, Irak Hamas’ı gibi yabancı savaşçılar da var. Üçüncüsü;İşgal güçlerince ya da onların desteğiyle yapılan eylemler. İşgalciler ve işbirlikçi yönetim bu tür grup ya da kişileri halkı sindirmek, korkutmak, direnişin meşruiyetini bulandırmak, işgal biterse Irak’ın kan gölüne döneceğini göstermek gibi pek çok sebeple kullanmaktadır. Irak’ta pazaryerlerinde, işçilerin çalışmak için bekledikleri yerlerde, cami ve türbelerde vb. kısaca halkın yoğun olarak bulunduğu yerlerde özellikle hedef gözetmeksizin yapılan eylemler bunların işidir. Kontra güçlerin Irak’ta direnişçileri işgalcilere ihbar etme, çatışmaya girme, liderlerine suikast düzenlemek gibi pek çok sabıkası vardır. El-Kaide’nin eylemlerinin sadece %5’inin işgalcileri hedeflemesi emperyalizmin hizmetinde olduğunun göstergesidir.
Irak’ta eylemlerin sayısı, kapsamı ve etki gücünde yaşanan artış savaşın genişleyeceğinin göstergesidir. İşgalin henüz başında BM binasının bombalanıp (2004) BM özel temsilcisiyle birlikte çalışanlarını hedef alan büyük eylemin yıldönümü olan 19 Ağustos’ta Bağdat’ta gerçekleştirilen eylemler Halk Savaşının daha üst bir aşamaya sıçradığının ilanıdır. İçlerinde Dışişleri ve Maliye vb. Bakanlıklar, Parlamento, BM, Türkiye Büyükelçiliği’nin de olduğu “Yeşil bölge” diye tarif edilen ve çok iyi korunduğu iddia edilen bölgenin hedeflendiği görüldü. Ayrıca aynı anda Irak Televizyonunun büroları, askeri kışla da saldırıların hedefi oldu. Eylemlerde bomba yüklü araçlar, füzeler, havan topları vb. kullanılması bir başka dikkat çeken nokta. Bu çapta bir eylem için aylarca hazırlığı yapılan bir istihbarat bilgisi gerekir. Saldırının aynı anda değişik noktalardan ve değişik silahlarla yapılması için geniş bir askeri hazırlığa ve çok sayıda gerillaya ihtiyaç vardır. Füze ve havan topları(obüs) gibi kamufle edilmesi mümkün olmayan silahlar sadece gerillaya halk desteğinin en üst noktası olan mücadelenin ileri aşamalarında devreye sokulabilir. Tüm bunlar, eylemlerin askeri anlamda son derece gelişkin bir irade tarafından yönlendirildiğinin göstergesidir. Bir askeri eylemin başarısı planlama, uygulama ve geri çekilme organizasyonunun eşgüdümlü yürütülmesiyle ölçülür. Siyasal sonuçlarına baktığımızda ise işbirlikçilerin (Şii, Sünni, Arap, Türkmen vb) ayrım gözetilmeksizin tüm kurumlarıyla (Hükümet, parlamento, TV, Kışla vb.) hedef alındığı görülüyor. BM binasının da hedef alınması emperyalizme/ işgalcilere verilen bir gözdağıdır. Bu açıdan da eylem son derece başarılıdır. Hükümet yetkililerinin açıklamalarının yanı sıra eylemlerin üst düzey siyasal öngörüsü ve askeri başarısı göz önüne alındığında geçmişten kalan devlet geleneği sayesinde üst düzey politika üretebilme kabiliyeti olan Baas’ın yaptığı anlaşılıyor.
Direnişin bu boyuta geleceğinden tedirginlik duyan ABD Bağdat Hükümeti’nden habersiz Mart ve Mayıs aylarında iki kez Sünni direnişçilerle Ankara’da görüşmeler yaptı. Önceki yıllarda da bu tür görüşmeler olduğu basına yansımıştı ancak hiç bu kadar tepki uyandırmamıştı. Bağdat Hükümeti sessiz kalmayacağını göstermek için Ağustos ayında İran rejimine karşı “savaşan” Halkın Mücahitleri’nin kampına baskın yapmış, çıkan çatışmalarda 7 kişi ölmüş, 300 kişi de yaralanmıştı. ABD’nin özellikle İran’a karşı kullandığı bir örgüt niye cezalandırıldı? ABD’nin direnişçilerle görüşmesine bir tepki olarak değerlendirilebilir. ABD’nin Irak’ta başarısız olması, İran’ın Bağdat hükümeti üzerindeki etkisini daha fazla artırmasına yol açıyor. ABD çekildikçe boşluğu İran dolduracak. Şii mezhebinden gelmesinin de yardımıyla zayıf durumdaki hükümeti destekleyip kendi politikalarının hayata geçirilmesini sağlayacak. Bağdat hükümeti ABD veya İran’ın desteği olmadan ayakta duramaz.
İşgal güçleri 30 Haziran’dan itibaren kent merkezlerinin güvenliğini Bağdat Hükümeti’ne bıraktıklarını açıkladılar. Çatışmaların şiddeti bu tarihten itibaren daha da arttı. Aslında çatışmalardaki artışın birbirine zıt iki sebebi olduğunu belirtmek gerekiyor. ABD’nin çekiliyor görüntüsü sayesinde direniş güçleri elde ettikleri psikolojik üstünlüğün yardımıyla eylem grafiğini yükseltiyor. Ayrıca çekilmenin yaşandığı bölgelerde direnişçiler hızla bu boşluğu dolduruyor. Buna karşıt olarak işgal güçleri çekildikleri yerlerde şiddet eylemlerini gerekçe göstererek işgale son verilmesinin kaosa yol açacağını kanıtlamaya çalışıyor. Gerçekten de Kürt yönetiminin hak iddia ettiği, kontrolü elinde bulundurduğu bölgelerde (Tel-Afer, Kerkük, Musul vb.) bombalı eylemlerin sayısı ve hedefine daha çok sivil halkı koyması sebebiyle düşündürücüdür. Kürt yönetiminin etkin olduğu bölgelerde bu tip şaibeli eylemlerin Arap ve Türkmen’leri baskı ve şiddet yoluyla sindirmek, göçe zorlamak için kullanılıyor olma olasılığı gözden uzak tutulmamalıdır. Bağdat Hükümeti’nin peşmerge güçlerinin bağımsız örgütlenmelerine son verme biçimindeki baskılarına karşı Kürt yönetimi, artan şiddet olaylarını gerekçe gösterip bu isteğe yanaşmamıştır. Kuzey Irak yönetimi patlayan bombaları kendi bağımsız örgütlenmesine “meşru” zemin yaratmak için kullanmaktadır. Musul’un kontrolünü elinde bulunduran peşmerge güçleri, Sünni Blok adına seçilmiş Musul Valisi Esil Nuceyfi’nin adeta adım atmasını engelliyor. Kuzey Irak yönetimi Irak ordusunun Musul’a girmesini gerekirse şiddet kullanarak engelleyeceklerini açıkladı. Irak’ta değişen güç dengeleri çerçevesinde seçimlerden Şii ve Sünni’lerin güçlenerek çıkması, ülkenin diğer kısımlarındaki hakimiyetlerini de arttırmaya, buralara Irak Ordusunu yerleştirmeye çalışmaları bağımsız bir devlet gibi hareket etme eğilimi gösteren Kuzey Irak Kürt Yönetimi’ni sıkıştırıyor. Kürt yönetimi sınırlı bir coğrafyaya sıkışmamak için, ABD sayesinde işgal ettikleri ve ekonomik olarak can damarı sayılabilecek Musul, Kerkük vb. bölgelerin Bağdat Hükümet’inin denetimine geçmesini istemiyor. Yaşanan iktidar mücadelesinin orta yolu yok. Şii Arap’lar güneyde yoğun olduklarını, iktidarı da ellerinde bulundurduklarını düşünüyor ancak ekonomik zenginliklerden (petrol, doğalgaz, gümrük vb.) yeterince faydalanamıyorlar. Sünniler ise ne güneydeki ne de kuzeydeki petrol gelirlerinden faydalanabiliyor. Kuzey Irak Kürt Yönetimi ise sanki ayrı ülke gibi kendi enerji anlaşmalarını istediği şirketlerle yapıyor, gümrükleri istediği gibi kontrol ediyor. Kısaca birinin yararına olan diğerlerinin zararına yol açıyor. Güç mücadelesinde eğer Kürtler kendi başlarına kalırsa Saddam döneminde yaşadıklarının kat kat fazlasıyla karşılaşabileceklerini görüyor. İşgal sürecinde Amerikan üniforması ve tanklarıyla gönüllü rol alan peşmerge görüntüleri hala Arapların hafızasındaki sıcaklığını koruyor. İşgalden bu yana oynadıkları rolle 1,5 milyon Irak’lının ölümünde onların da azımsanamayacak payı olduğu düşünülüyor.
BOP’UN KALBİ KÜRDİSTANDIR
BOP’un (Büyük Ortadoğu Projesi) kalbi Kürdistan’dır. BOP Ortadoğu’nun emperyalist çıkarlar çerçevesinde yeniden biçimlendirilmesidir. Büyük Kürdistan’ı oluşturmak da parçalayıp yönetmek de mümkündür. Bir dönem için herhangi birinin tercih edilmesi diğer olasılıkları tamamen dışlamaz. Emperyalizm açısından Büyük Kürdistan aynı zamanda ikinci İsrail’dir.
Obama’nın başkan seçilmesiyle birlikte BOP’un rafa kaldırılacağını düşünmek bir yanılgıdır. Aksine yeni dönemde taşların yeniden dizilmesine, birbirini düşman gören güçlerin adeta güç birliği yapmasına tanık olacağız. Obama’nın Türkiye ziyareti sonrası yaşanan gelişmeler ziyaretin turistik amaçlı olmadığını aksine çok amaçlı ve uzun erimli süreci işaret etmektedir. Birbirini boğazlayan güçlerin bu kadar kısa sürede el ele tutuşturulması, koro halinde işbirliğinden, ortak çıkardan bahsetmesi ancak onları harekete geçiren gücün ihtiyaçlarıyla açıklanabilir.
“Kürt Açılımı” ABD’nin içine düştüğü zor dönemde Türkiye kaynaklarının daha fazla kullanılması ve Irak’taki savaşa Türkiye’yi daha fazla çekme isteğidir. Irak’ta direnişin yükselme grafiği, şiddetin hızla kuzeye doğru kayması Kürt işbirlikçilerini zora sokacak. Son iki üç aydır başta Bağdat, Kerkük, Telafer ve Musul olmak üzere bombalama eylemleri artmış durumda. Direnişin işgalcilerin çekildiği bölgelerde direnişin ilk hedefleri işbirlikçiler oluyor. ABD sıkıştığı durumda uzun süredir Şii- Sünni çatışması yaratarak bir taraftan işgali sürdürürken diğer taraftan direnişi zayıflatmaya çalışıyor. Çatışmaların Kürtlerin denetimindeki bölgelere de sıçramasına Arap-Kürt çatışması da eklendiğinde Irak’ta iç savaş yayılacak. ABD için zaman daraldı. Irak’ta 30 Ocak 2010’da genel seçimler var. ABD’nin, tüm hilelere rağmen istemediği bir sonuç çıkarsa başı daha çok ağrıyacak. İran’ın bölgedeki ağırlığı gittikçe artarken takvime göre 2010 yılının Eylül ayından itibaren işgal güçleri askeri operasyonlara katılmayacak. Bu durumda cılız Bağdat Hükümeti’nin ayakta durması imkansız gözüküyor. Obama, takvime uysa (ki uyma şansı da niyeti de yok) direniş güçlenecek, uymasa imajı (kalırsa) daha büyük yara alacak. Bu durumda işgale en sadık güç olan Kürtler ne yapacak? Irak Ordusu’nun Kürt bölgelerine de kendi birliklerini yerleştirmek istemesi durumunda çatışma kaçınılmaz olacak. İşgalden bu yana kontrol ettikleri ekonomik gücün ellerinden alınmasına baş mı eğecekler? Ya da onu korumak için çatışmayı göze alabilecekler mi? Hem direnişçilerle hem de Bağdat hükümetiyle başa çıkmaları imkansız gözüküyor. ABD’nin de açıktan destek vermesi imkansız. ABD’nin karar verip uygulamakta pek fazla zamanı da yok. Peki ne olacak?
İşbirlikçi kürt önderliğinin işgalde oynadığı rol Irak’la bütünleşmesini engelliyor. Halkların hafızası ne zulmü ne de zalimi unutur. Öyle ya da böyle zulümde rol almış aktörler halkın öfkesinden kurtulamaz. İşgalden bu yana ölen 1,5 milyon Irak’lının hesabını birilerinin vermesi gerekiyor. Arap işbirlikçiler ortaya çıkmak için en azından işgalin tamamlanmasını beklemişti. Ancak işbirlikçi Kürt önderliği’nin işgal güçleri Bağdat’a, Musul’a vb. girerken Amerikan silahlarıyla donanmış bir halde işgalde bil fiil rol alması tekrar birleşme olasılığını tümden ortadan kaldırmış oluyordu. Kürtlerin geleceğini ABD’nin bölge çıkarlarına endeksleyen KDP-YNK için bağımsızlık uzak gözüküyor. Kürtler, her yönden sıkıştırıldığını görüyor. ABD’nin açıktan desteklemesi riskli ve zor olduğu için bölgede rol alan başka büyük bir güce yedeklenmesi, korunması gerekiyor. Kuzey Irak yönetimi Araplarla yaşayacağı her sorunda Türkiye’ye daha da fazla yaklaşmak zorunda kalacak. Irak’ta ABD’nin çekilme takvimi belirsizliklerle dolu. Peki böyle bir rolü kim oynayacak? Bir yandan İran’ın yükselişini dengelerken diğer yandan makul bir gerekçeyle bölgedeki savaşa bir şekilde dahil olup otorite boşluğunu dolduracak güç kim olabilir? Hem ABD’nin bölge çıkarlarına halel getirmeyecek hem de istenilen zaman ve yerde verilen görevi yerine getirebilecek bir güç?
Türkiye bu konuda biçilmiş kaftan! NATO aracılığıyla on yıllardır ABD’yle her alanda işbirlikçilik yapması avantajdır. Cumhuriyet tarihinde hiçbir hükümet bu derece ABD politikalarına angaje olmamıştı. Hükümet üyelerinin adeta ABD’nin Ortadoğu konsolosluğu gibi çalışması, nerede ihtiyaç varsa orada diplomatik veya gayrı resmi geziler organize edilmesi bu konuda piştiğini/ olgunlaştığını gösteriyor. Obama’nın neredeyse ilk yurtdışı gezisini Türkiye’ye yapması ile ilişkilerin daha da derinleştiği görülüyor. Bush döneminden beri Gül ve Erdoğan’ın ABD’nin bölge politikaları çerçevesinde nerede ihtiyaç varsa oraya resmi ziyaret yaptığı biliniyor. Dışişleri Bakanlığı’na, dış politikalara yön verdiği bilinen Ahmet Davutoğlu’nun getirilmesiyle trafik iyice yoğunlaşmış durumda. Davutoğlu’nun dış gezileri o kadar yoğun ki adeta Türkiye’ye gelemiyor.
TSK’nın kuruluşundan bu yana kendini iç savaşa göre konumlandırması, bu yönde nizami, gayrinizami tüm örgütlenmeleri tamamlamış olması bir diğer avantaj. En önemlisi de TSK’nin 25-30 yıldır PKK ile girilen savaşta gerilla mücadelesine karşı kontr-gerilla yöntemlerini uygulama konusunda dünyanın en tecrübeli ordusuna sahip olmasıdır. Peki tüm “olumlu” yanlarına rağmen Türkiye bugüne kadar niyetten öte fiili olarak bölgede niye aktif şekilde rol almadı?
Kürtlerin çok büyük kısmı (yaklaşık 15-20 milyon) Türkiye’de bulunuyor. Kürt halkı yok sayılmış, bir ulus olduğu kabul edilmemiş, her başkaldırısı kanla, şiddetle bastırılmıştır. PKK’yle mücadele sürecinde ise 35-40 bin kişinin ölümü, 17 bin faili “meçhul” söz konusu. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana Kürt Sorunu egemenler için en temel sorun, adeta varlık, yokluk meselesi, devletin kırmızı çizgisidir.
Kürt sorunu sürdükçe Türkiye, İran ve Suriye’ye daha çok yaklaşıyor. Hatırlarsak Öcalan’ı Suriye’den çıkarmak için savaş bile göze alınıyordu. Bu durum ABD’nin bölge politikaları için sorun teşkil ediyor. Türkiye’nin bir şekilde sorunu ertelemesi ABD’nin özellikle İran’a karşı Kürt kartını daha açıktan oynamasına imkan verecek bir noktaya çekilmesi gerekiyordu. Peki Türkiye egemenlerinin evet noktasına gelmesi için tek başına ABD’nin bölge politikalarında payanda olmak yeterli mi? Kendilerine kırıntı düzeyinde de olsa bazı tavizler, imtiyazlar, karlı yatırımlar vaat edilmesi gerekmez mi?
Kuzey Irak enerji anlamında zengin rezervlere sahip. Petrol yüzeye yakın olduğu için çıkarma maliyeti 2 dolara kadar düşüyor. Bir yıl önce petrolün varil fiyatının 170$’a kadar çıktığı düşünülürse uluslar arası petrol tekellerinin birbiriyle yarışmasının sebebi daha iyi anlaşılır. 1 Haziran’da Taq Taq ve Takwe sahalarında ortaklığı bulunan Genel Enerji (Çukurova grubu) tarafından Kürt petrolü Ceyhan’a pompalanmaya başlandı. 2012 yılı sonunda Ceyhan’a günde 1 milyon varil petrol pompalanabileceği söyleniyor. Irak’ın işgal öncesi günlük üretimi 2,5 milyon varildi. Bu rakam Irak’ın tüm üretiminin %40’ından fazlasına tekabül ediyor. Ayrıca, Türkiye’nin günlük üretiminin 42 bin varil olduğu düşünüldüğünde rakamın büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. Sadece bu iki kuyu bile tekellerin iştahının kabarmasına yol açıyor. Bağdat yönetimi iktidarını kuzeye kadar yayarak tam denetim kurup bu muazzam geliri güvenceye almak istiyor. Öte yandan Kürt yönetimi ise gevşek bir federasyonla (devlet kurma) gelirin tamamını kontrol etmek istiyor. Kürt yönetimi, Arap-Kürt çatışmasında petrol ve doğalgazın kontrolünü kaybetmemek için uluslararası tekeller ve özellikle Türkiye ile geliri paylaşarak garantiye almayı, ekonomilerin kaynaşmasıyla sıkışmışlığı aşmayı planlıyor. Kürtlerin ihracat için Türkiye’den başka çıkışı yok. Kürtler için Türkiye adeta can simidi gibi. Çünkü ihraç edilebilecek ham petrolün tek çıkış yolu Kerkük- Yumurtalık boru hattıyla Ceyhan’a taşınmasıdır. Ham petrolün bir rafineride işlenmeden kullanılması mümkün değil. Sadece bu işlem için bile Türkiye zorunlu bir tercihtir. Doğalgaz’ın ise Nabucco projesine bağlanarak AB’ye taşınması düşünülüyor. Tek başına enerji alanı bile Türkiye egemenlerinin iştahının kabarmasına yetiyor.
Kuzey Irak baştan sona yeniden inşa ediliyor, her yer şantiye halinde. Kapitalizmin gelişmediği bölgede adeta iğneden ipliğe her şeye ihtiyaç var. Kürdistan Bölgesel Yönetimi, inşaat ihalelerinin yüzde 90’ını Türk şirketlerine veriyor. 1200 civarında inşaat firması bölgede bulunuyor. Şu anda 5 milyar dolar civarında olan ticaret hacminin 2-3 yıl içinde 25 milyar doları bulması hedefleniyor. Bölgenin potansiyeli düşünüldüğünde TÜSİAD’ın “Kürt Açılımı” için pervane olması daha kolay anlaşılır. TÜSİAD heyetinin apar-topar DTP’yi ziyaretini bu çerçevede değerlendirmek yerinde olur.
Türkiye egemenleri açısından bakıldığında Kürdistan’ın hem kuzeyi hem de güneyi kapitalizm için adeta bakir topraklardır. Pek fazla rakibin olmadığı, kar marjlarının inanılmaz boyutlarda seyrettiği bölge, işbirlikçi yöneticilerin de yardımıyla tekeller için adeta dikensiz gül bahçesi görünümündedir.
TC’NİN KURULUŞUNUN HARCINI OLUŞTURAN
“MİSAK’I MİLLİ” ANLAYIŞI DEĞİŞİYOR MU?
ABD’nin çekilme takvimini aslında işgali daha geniş coğrafyaya yayma çabası olarak okumak gerekir. ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Jeffrey’in röportajından ne gibi hizmetler istendiğine dair çarpıcı bilgilere ulaşabiliyoruz. Irak’tan çekilme sırasında Türkiye’den liman ve üs taleplerinin olduğu medyada yoğun şekilde işlendi.
Jeffrey: Sürekli irtibat halindeyiz, somut bir planla ortaya çıkmadık henüz. Ülkede çok fazla teçhizat var. Önümüzdeki yıl bunların bir kısmı Irak’ta kalacak, bir kısmı Afganistan’a nakledilecek, bir kısmı geri götürülecek. Özellikle geri çekilirken Türkiye ile bazı anlaşmalarımız söz konusu. Burada Türkiye ile paylaştığımız alanlar var o bölge içinde ve ne gibi olasılıklar söz konusu olacak, tabi ki konuyu daha iyi bir şekilde ele alacağız. Özellikle büyük teçhizatlar açısından. ” (ABD Büyükelçisinin NTV’de Roportajı, 19-06-2009)
ABD ile gerek NATO gerekse de ikili anlaşmalar gereği TBMM’ye gerek kalmadan her türlü işbirliği hayata geçirilebilir ancak istenen şey halkın psikolojik olarak hazırlanmasıdır. Türkiye’de ABD karşıtlığının %90’dan fazla olduğu gerçeği halkın hazırlanmadan, işbirliğine ikna edici kılıf bulunmadan atılacak adımların etki gücünün ve sonuçlarının kestirilememesine neden olmaktadır. Bu düzeyde bir işbirliğinin, ABD karşıtlığı temelinde anti-emperyalist bir mücadeleye dönüşme ihtimali hiç de azımsanmayacak boyutlardadır. En azından böyle bir potansiyeli içinde taşıyor.
ABD’nin bölgeye tamamen yerleşmesi için çeşitli senaryolar üretiliyor. Önce ortaya bir düşünce ya da pratik adım atılıyor, toplumda ne gibi sonuçlar yaratacağı verilen tepkilerin neticesinde çeşitli biçimlerle ölçülüp değerlendiriliyor, bir sonraki adım ona göre seçiliyor. Suriye sınırındaki mayınlı arazinin temizlenmesi olayını ele alalım. Mayınlar 1959 yılında NATO aracılığıyla yerleştirilmiş. Genel Kurmay kendisinin yapamayacağını ileri sürerek NATO’ya havale etmeye çalıştı, AKP ise daha ileri giderek arazinin temizlenmesi karşılığında 44 yıllığına işletim hakkını uluslar arası tekellere devretmek amacıyla yasa hazırladı. Anayasa Mahkemesi, temizleyen firmayla kiralayan firmanın aynı olmaması gerektiğini söyleyip yasayı kısmen iptal etti. Mayınlı arazide büyük miktarda petrol bulunduğu iddiaları basına yansıdı. Ardından TPAO (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı) tarafından günlük 2500 varil petrol çıkarılmaya başlandı. Petrol olup olmaması bir yana mayın temizleme meselesi gerekçe edilerek NATO’nun bölgeye sessiz sedasız yerleştirilmeye çalışıldığı anlaşılıyor. AKP’nin daha ileri giderek mayın temizleme konusunda uzman uluslararası 5-6 tekele (ABD, İngiliz ve İsrail) bu araziyi peşkeş çekmeye çalıştığı görülüyor. Emperyalizmin amacının mayınlı arazinin temizlenmesi gerekçesiyle (Hatay, G.Antep, Ş.Urfa, Mardin, Şırnak) hem Suriye sınırına hem de Kürt coğrafyasına yerleşmek olduğu anlaşılıyor.
Kuzey Irak’ta 25 Temmuz’da seçimler yapıldı. Hem meclis hem de bölgesel yönetim başkanının belirlendiği seçimlerde “sürpriz” sayılan sonuçlar çıktı. Seçim sonuçları öncelikle KDP-YNK ittifakının yıpranması ile yerine başka alternatiflerin çıkarılmaya çalışıldığının göstergesidir. Ayrıca bu sonuçlarla KDP- YNK ittifakına her konuda daha fazla baskı yapılabilecek. Dikkat çeken bir başka nokta ise Talabani’den ayrılan Noşirvan Mustafa’nın Değişim (Goran) Listesi büyük bir başarı yakaladı. Fettullah tarafından desteklendiği söylenen değişim grubunun ABD’nin yeni yıldızı olma olasılığı yüksek.
Genel Kurmay Başkanı’nın ABD’ye ziyareti ardından TSK’nin Kürdistan’a girme, bölgede jandarmalık yapma görevini yerine getirme konusunda ikna edildiği gözüküyor. TSK’nin böyle bir görevi hangi pazarlıklar sonucu kabul ettiği süreç içinde daha iyi anlaşılacak. Birbiriyle çatışmalı iki sermaye gücünün bir araya getirilip aynı arabaya koşulması ABD’nin egemenler üzerinde muazzam bir etki gücü olduğunu gösteriyor.
Türkiye’nin Kuzey Irak macerası yeni değil. Hatırlanacak olursa Körfez Savaşı (1991) sırasında Turgut Özal 1 koyup 3 alacağız diyerek ABD uçakları tarafından Irak’ın bombalanmasına ve askeri operasyonlara onay vermişti. Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin “Misak’ı Milli” sınırları içinde olduğu ABD’nin Türkiye’ye onay verdiği sıkça basına malzeme edilmiş, işgal için psikolojik ortam hazırlanmaya çalışılmıştı. Körfez Savaşı sonrası zayıflayan Saddam’a 36. paralel yasağı konulmasıyla Kuzey Irak adeta ABD tarafından bağımsızlaştırılmıştı. O süreci çok iyi değerlendiren PKK de bölgeye yerleşerek mücadele çizgisini daha ileri noktalara taşımıştı. TC’nin böylesine kötü hatıralarla dolu Kuzey Irak konusunda tekrar kamuoyunu yeni bir maceraya hazırlaması 1 koyup 3 alma basitliğini aşacak boyutta politikaları zorunlu kılıyor. TSK aynı hataya düşmemek için PKK’nin tasfiyesini istiyor. Ayrıca TSK’nin Kuzey Irak’ta tutunabilmesi için cephe gerisinin güvenceye alınması gerekiyor. TSK açısından Kürtlerle sorununu çözmekle kalmayıp bu gücü arkasına almak işlerin daha kolay yürütülmesi için bir zemin hazırlığı gibi görülüyor. Bu süreçte emperyalizm bölgede Kürtlerle çatışan bir Türkiye yerine Kürtlerin koruyucusu rolüne soyunan bir Türkiye tercihini öne çıkarıyor.
Ortadoğu ve Türkiye halkları demiri tersine büküp emperyalizmi kovarak, barışın ve kardeşliğin en güzel renklerinin uyum içinde yaşadığı özgür bir geleceği hep beraber kurabilir. Halklar birbirlerinin acılarına sırt çevirmek yerine, doğru önderliklerle birbirlerinin yaralarını sarmaya başladıklarında zulmün sahipleri halk denizinde boğulacaktır.
23 AĞUSTOS 2009
DEVRİMCİ HAREKET