ABD seçimleri sonrasındaki tartışma ve değerlendirmelerde yine yaygınlıkla karşılaştığımız bir tarz öne çıkıyor. Seçim sonuçları ve yeni başkana dair, sanki emperyalizmden ve ABD’nin dünya ölçeğindeki politikalarından bildiğimiz durum nitelik değişimine uğrayacakmış gibi temelsiz beklentiler söz konusu oluyor. Veya gerçekte birbirinin devamı niteliğindeki programlar arasındaki, döneme özgü nicel farklar abartılıyor. Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasındaki yön ve program farkını, Kuzey-Güney Savaşı’na benzetenlerden tutalım da Biden’den barışçı, eşitlikçi, özgürlükçü duruş üretenlere kadar bir yanılgı yelpazesi söz konusu.
Bilinen bir doğrudur; seçim dönemlerinde partilerin başarısı, kendi programlarını bütün bir halkın programıymış, kendi çıkarlarını halkların çıkarıymış gibi gösterebilmesinden geçer.
Eğer seçim sonuçlarını başkanın kişisel özellikleri üzerinden değil pandemi ve yeniden paylaşım koşullarında ABD’nin politikaları açısından değerlendireceksek, fotoğrafı büyütüp seçimi önceleyen süreçten bugüne yansıyan veriler ışığında sınıfsal bir değerlendirme yapmak durumundayız.
Seçimler, başkan ve ABD politikaları
Gerçekte kapitalist üretim ilişkilerinin devamı için rıza oluşturma aracı olan seçimlerin/parlamentonun, son dönemlerde sermayenin siyaset zeminine doğrudan müdahale etme eğilimi/ihtiyacı sebebiyle, giderek ayakbağı olduğu görülüyor. Buna rağmen parlamentolu-senatolu sistemden vazgeçilmemiş olunsa da sermayenin çıkarlarına halel getirmeyi önleyecek fiili düzenlemeler yapılmakta, bu doğrultuda adımlar atılmaktadır. Bunun Türkiye gibi ülkelerdeki karşılığı parlamentoyu büyük ölçüde işlevsiz kılan Türk tipi başkanlık iken, ABD’de bu ihtiyaç kökleşmiş kurumlaşmalarla/işleyişle aşılmakta ve çoğu kez ihtiyaca uygun vizyonda bir başkan göreve getirilmektedir.
Bu nedenle başkan adayları arasındaki fark, ihtiyaçla ilintili olarak değerlendirilmelidir. Yeniden paylaşımın ilişkileri gerginleştiren niteliğine pandeminin çelişmeleri derinleştirici ve toplumları “hipnoz edici” etkisi de eklenmiş durumda. Hatta bu süreçte pandeminin işlevinin, daha önceki paylaşım süreçlerindeki savaşın işlevine benzer olduğunu söylemek mümkün. Artık aktörler sürece azami kozlarıyla müdahale ediyor. İşte son seçimler ABD’nin tam da el yükselttiği böyle bir döneme denk geldi.
Anımsanacak olursa, Trump dönemi İran’la Nükleer Anlaşması’ndan, Paris İklim Anlaşması’ndan, Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan vb. çekilmek bağlamında radikal görünümlüydü. Ancak, bu radikal görünüm çoğu kez sonuç alıcı boyuta taşınamıyordu. Örneğin İran’ın tehditleri salt söz düellosuyla yanıtlanıyordu.
Son günlerde Dağlık Karabağ meselesine ABD-Türkiye-İsrail-Azerbaycan eksenli ittifakın müdahale tarzını, İsrail’in Arap ülkeleri ile ABD kontrolünde normalleşme sürecine girmesini, dolayısyla İran’ın Basra Körfezi’nde dahi kuşatılmasını, Suriye’ye Irak’tan yeni ABD askerlerinin kaydırılmasını vb. ABD’nin pandemi ile beraber daha radikal (sonuç alıcı) bir duruş sergileyeceğinin işaretleri olarak görebiliriz. Bu da halktan rıza almış, taze kan niteliğindeki yeni başkanla gerçekleşecektir. Yoksa öz itibariyle ne Biden’in ne de siyahi yardımcısı Kamala Harris’in tek başlarına ABD politikalarında değiştirici rolü olamaz. Halklar lehine değişime dair pompalanan beklentilere gelince, bunlar büyük ölçüde ya propaganda amaçlıdır ya da beklenti sahiplerinin öznelliğidir.
Biden Kürt sorununu çözer mi?
Bu konuda geçmişte edilmiş kimi sözlerden veya kimi davranışlardan hareketle bir beklentinin oluştuğu hatta Biden sebebiyle olumlu bir havanın estiği biliniyor. Ancak Ortadoğu’nun en önemli sorunlarından biri olan ve ülkelere göre farklı etkiler oluşturan Kürt sorunu ile ilintili olarak Biden’in gelişinin neyi ne ölçüde değiştirebileceği, birden çok parametreye bağlı bir konudur. Birincisi başkanın nasıl davranacağı, ABD’nin dönemsel politikalarıyla doğrudan ilintilidir. İkincisi Kürt sorunu, ABD’nin bölge politikalarıyla konjonktürel kesişme ve bu kesişmeden sağlanacak göreli yararlarla çözülecek bir mesele değildir; bir devrim sorunudur. Elbette ki Kürtlerin her sorunu devrime ertlenmemelidir; ancak özgürlüğün de devrimsiz (hele ki siyasal gericilik demek olan emperyalizm eliyle) çözülemeyeceği artık bilinmeli/görülmelidir.
Gerek 2003 sonrasındaki Irak deneyimi gerekse “çözüm süreci” veya Rojava deneyimi (Afrin’de yaşananlar, Barış Pınarı Harekatı adı altında Tel Abyad-Resulayn arasındaki bölgede yaşananlar vb.) çözümün nerede, nasıl aranması gerektiğine dair çok şey anlatıyor. Diğer bir ifadeyle, ne yapmamak gerektiğini somut olarak gösteriyor.
Bu süreçte Erdoğan’ın “yargıda reform müjdesi” verirken, DTK’ye yönelik soruşturma kapsamında birçok kentte yapılan operasyonlarda avukatların, gazetecilerin ve meslek odası temsilcilerinin gözaltına alınması veya Kavala ve Demirtaş’ın tahliye edilebileceğine dair oluşan beklenti karşısında bizzat Erdoğan tarafından verilen sert yanıt, kimlerden çözüm beklenmemesi gerektiğinin bir başka göstergesidir.
Sağlık, eğitim, barınma, ırksal eşitlik vb. konularda değişim beklenmeli mi?
Bu tür alanlarda ne olabileceği, başkan adayının seçim propagandasına (seçim meydanlarında bulunulan vaatlere) değil gerçekliğe, sınıf ilişki ve çelişmelerine bakılarak değerlendirilmelidir. Başkan adaylarının yüzü, sermayeye dönüktür; aralarındaki farklar bu gerçekliği değiştirmemektedir. Nitekim Biden’ın, geçen yaz New York’ta katıldığı bağış toplantısında patronlara “Başkan seçilirsem hiçbir şey değişmeyecek” sözü verdiği biliniyor.
Hemen her konuda olduğu gibi örneğin sağlık konusunda da soruna sebep olanlar çözüm öznesi olamazlar. Bu bir sistem sorunudur. ABD’de sağlık sistemi büyük oranda özelleştirilmiş durumda. On binlerce insanın sağlık sigortası dahil hiçbir güvencesi yok. Evde kalmak, onlar için aç kalmakla özdeş. Hatta, 80 milyon insanın işini kaybettiği için sağlık sigortasını da kaybettiği bir dönemde Biden’in “herkes için sağlık hizmeti” talebine karşı çıktığı biliniyor. Bu bağlamda Biden’li süreçte bu alanda hiçbir değişiklik beklenmemelidir. Aksine bugün olduğu gibi önümüzdeki süreçte de aşı dahil Corona’nın da sömürüsü söz konusu olacaktır.
Özellikle ABD açısından yukarıda da belirttiğimiz gibi saldırganlıkta, radikal müdahalelerde bir el yükseltme gözleniyor. Biden de bunun icracısı olacaktır. Benzer şekilde, yardımcısı Harris’in siyahi olması siyahilere karşı tutumu öz itibariyle değiştirmeyecektir. Çünkü bu alandaki tutum da sınıfsaldır; Biden’in polis teşkilatından bütçe kesintisine gitmenin aksine, polise daha yüksek bütçe vereceğini söylemesi de bunun ölçülerinden biridir. Bu anlamda genelde sermayenin çıkarları özelde siyahilere karşı ırkçı tavır vb. konularda farktan çok devamlılık beklenmelidir.
Eşitlikçi, özgürlükçü ve barışçı politikalar mümkün mü?
Sınıfsal algının üzerini örtmek üzere başvurulan yöntemlerden biri de olgularda neden-sonuç, öz-biçim ilişkisini koparmak ve parçayı bütünden yani olguyu/kişiyi sistemden koparıp dar bağlamı içinde ele almaktır.
Sömürü ve yağma üzerine kurulu olan giderek de vahşi biçimine yeniden dönen kapitalizmin tekelleşmesinin siyasal gericilik ürettiği, faşizmin bunun izdüşümü olduğu gerçekliği yok sayılıp örneğin dünyanın baş belası, küresel boyutta kurumsallaşmış bir diktatörlük olan ABD’den hangi başkan gelirse gelsin eşitlik, özgürlük, adalet vb. beklemek için sınıfsal olanı kişisel olanla ikame etme yanılgısına düşmüş olmak gerekiyor.
Barışçı politikalara gelince, yazının bütününde dikkat çektiğimiz gibi süreç sanıldığının aksine daha da sertleşiyor. Ve hatta dengeleri değiştirecek gelişmeler yaşanıyor. Örneğin tam da ABD’nin yayılmayı düşündüğü bir dönemde Asya-Pasifik bölgesinde 15 ülke arasında imzalanan Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık anlaşması, Çin’in bölgedeki ekonomik hakimiyetini artıracak dolayısıyla da rekabet ve yarışı sertleştirecek gibi görünüyor.
Ne yazık ki bu yöntemsizlik haline çeşitli biçimlerde solda da rastlanmakta, devrim söylemli zeminlerden Biden gibi bir şahsiyetten medet umma hali yansıyabilmektedir. Ve tabii buradaki sorun/risk devrim ufkunu kaybetmek, an ile stratejik ufuk arasındaki bağı ve güncel sorumlulukları yitirmektir. Bu yaşandığı oranda da özgüven yitimi, sistem içileşme, sistem ve öznelerinden/aparatlarından abartılı beklentiler içine girme hali yaygınlaşır. Dünya ölçeğinde paylaşım savaşının kızıştığı, savunma bütçelerinin rekor kırdığı, araç ve yöntemlerin çeşitlendiği, aktör sayısının arttığı koşullarda ABD’den barışçı politikalar beklemek de sözünü ettiğimiz sınıfsal bakışın yitirilmesi bağlamındaki yanılgılı duruşun bir başka biçimidir.
Küreselleşmenin, neoliberalizmin sonu geldi mi?
Trump’ı küreselleşme karşıtı olarak değerlendiren ve sistemin yaşadığı krizi, kapitalizmin/neoliberalizmin sonu olarak gören kişiler/kesimler, bu kez de Biden’le beraber küreselleşmeci dalganın geri dönme ihtimalinden söz ediyor. Halbuki Trump ilk dönemdeki seçim söyleminde ve göreve geldiği süreçte kimi şirketlere Çin vb. ülkelerdeki yatırımlarını ABD’ye taşıma çağrısı yapmış olsa da bunun fiili karşılığının, uygulanabilirliğinin pek de olmadığı görüldü. Aynı zamanda ABD’nin küresel varlığı bundan da ibaret değil. 70 küsur yıllık bir sistemin dominasyonunun içerdiği ilişkiler “ha” deyince bitecek, Trump’ın çağrılarıyla ülke içine kadar sıkışacak/daralacak değildir. Sistemde de bundan sonra böyle bir içe çekilme, kapanma beklenmemelidir.
Sistemin tıkanması ile sonunun gelmesi aynı şeyler değildir. Neoliberalizmin emek karşıtı, ücretleri aşağı çeken, özelleştirmeci, toplumsal olanı parçalayıcı vb. nitelikleri ekonomiyi daraltıcı etki yapsa da 2008 krizi sonrasında da görüldüğü gibi bu tarzdan vazgeçmeyi değil itirazları baskılamayı, güvenlik tedbirlerini artırmayı beraberinde getiriyor. Bu da bir halk hareketi olmadan sistemin kendiliğinden çökmeyeceğinin, yağma ve sömürü üzerine bina edilmiş üretim ilişkilerinde ısrar edileceğinin göstergesidir.
Önümüzdeki süreçte, coronanın küresel boyuttaki yayılması gibi aşı da küresel pazara yayılacak, bundan sonra rekabet ve paylaşım ilişkileri daha da sertleşecek hatta paylaşım zemininin yapay zeka gibi olguların sistemleşmesiyle beraber “dijital sömürgeleştirme” dahil özü farklı olmayan ama araç ve yöntemleri değişik küresel boyutta bir mücadeleye sahne olması beklenmelidir.
Türkiye-ABD ilişkileri ne ölçüde değişir?
Türkiye-ABD ilişkileri başkana bağlı olmayacak denli köklü bir geçmişe sahiptir. (“iki ülke arasında zorlukların üstesinden geldiğimiz uzun bir işbirliği geleneğimiz var”-Hulusi Akar) 68 yıldır NATO üyesi olan Türkiye’nin özellikle TSK’nin bölgedeki rolü/işlevi sebebiyle ABD için bu süreçte önemi daha da artmıştır. Doğrudan kendi askerini kullanmayı tercih etmeyen ABD, son dönem politikaları gereği TSK’yle taşeronluk ilişkisinde olduğu gibi İsrail’le ve Kafkaslar’da Azerbaycan’la yakın ilişki içindedir.
Pandeminin krizi derinleştirdiği, paylaşımın gerilimi artırdığı bu koşullarda başkan değişikliğinin ABD’nin İran’a, Çin’e, Rusya’ya karşı geliştirdiği politikalardan vazgeçmesi beklenmemelidir. Yer yer diplomasinin tercih edilmesi dönemsel özelliktir ancak sonuç alınmadığı noktada silahın devreye gireceği, son dönem yatırımlarından, savunmaya ayrılan bütçelerden izlenmektedir. Örneğin İngiltere’de Boris Johnson hükümetinin, ülkenin askeri harcamalarını son 30 yılın en yüksek düzeyine çıkarma kararı alması veya Fransa’da gündeme getirilen Global Güvenlik Yasası bunun göstergelerindendir.
Sertleşmeler de alan tutmalar da üs vb. için anlaşmalar da devam ediyor. Örneğin Rusya’nın Kızıldeniz’de Sudan’daki Port Sudan şehrinde donanma üssü kurma girişimi veya Çin’in Afrika’da artan yatırım ve etkinliği, Türkiye’nin bölgedeki taşeronluk rolünün önemini ABD nezdinde artırmaktadır.
Dönem dönem basına yansıyan sözlü gerilimler (ki çoğu kez kayıkçı dövüşünü aşmıyor) işin/ilişkinin özünü değiştirmiyor. Erdoğan’ın “Kendimizi Avrupa’da görüyor geleceğimizi Avrupa ile birlikte tasavvur ediyoruz. Amerika ile uzun ve yakın müttefiklik ilişkilerimizi, bölgesel ve küresel tüm meselelerin çözümünde kullanma niyetindeyiz” biçimindeki sözleri durumu özetliyor.
Halklar kendi sorunlarının çözüm öznesidir; çaresiz değildir
Yukarıda da belirttiğimiz gibi sorunun müsebbipleri çözüm öznesi olamazlar; dolayısıyla da emperyalizm, hiçbir demokratik talebin, hiçbir özgürleşme ihtiyacının çözüm öznesi değildir. Kimi konjonktürlerde pragmatist bir duruşla geçici kazanımlar sağlanıyor gibi görünse de uzun vadede bunun kazanım değil kayıp olduğuna dair pek çok örnek vardır. Tarihinin hiçbir evresinde egemen sınıfların halklara hak bahşettiği görülmemiştir. Tersine haklar mücadele ile kazanılmış ve ancak bu türden kazanımlar kalıcı olmuştur.
Bugün, sermaye-sermaye çelişmesinin sertleşip derinleştiği koşullarda emek-sermaye çelişmesinde yumuşama, siyasal tezahüründe demokratikleşme beklenmemelidir. (Acı reçete aynı zamanda acı siyasal program demektir.) Halklar ve mücadele örgütleri, bu gerçekliğin gereklerine göre konum aldıkları ölçüde saldırıları, sömürü ve yağma politikalarını geriletebilecek ve kendi tarihlerini kendileri yaratacaklardır. Değişim, araç ve yöntemlerde değişimi ihtiyaç haline getirebilir. Ancak değişim, hangi boyutta olursa olsun, sınıf gerçekleri uzlaşmayı değil mücadeleyi gerektirir. Fransa’da sokakları tutuşturan halklar, Bolivya’da darbecileri etkisizleştirip Morales’i geri getiren mücadeleci duruş, Şili’de Pinochet anayasasını reddeden halk, çaresiz olunmadığına dair öğretici pratikler sunuyor.
Devrimci Hareket
24 Kasım 2020