BM’NİN 1441 SAYILI KARARI VEYA YA KIRK KATIR YA KIRK SATIR
ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden istediği kararı, yoğun bir uğraş, baskı, rüşvet vb. sonrasında çıkartmayı başardı. 8 Kasım 2002 tarihli 1441 sayılı karar, aynı zamanda ABD’nin Irak’a ve dolayısıyla bölgeye yönelik hesaplarındaki ısrarını ve bu olguya verdiği önemi göstermektedir.
Kendi içinde çelişkiler ve haksızlıklar taşıyan 1441 sayılı karar, aynı zamanda, “Irak Hükümeti’nin sivil halka zulmettiği” gibi, saldırıya meşru bir zemin hazırlayan ibareler içermektedir. Öyle ki, müfettişlerin; bir tesisi teftiş ederken, o bölgeye bir çeşit tecrit uygulayabilecek, etraftaki kara ve hava trafiğini durdurabilecek olmasıyla yetinilmemiş; istedikleri Iraklı görevlileri veya ailelerini Irak’ta veya Irak dışında istedikleri yerde ve tarzda sorgulayabilme yetkisi ile de donatılmıştır. Üstelik, BM silahlı güvenlik görevlileri tarafından korunacak olan müfettişler, belirli bir sayı ile de sınırlanmamış. Yani Irak topraklarına, müfettiş kamuflajı altında bir askeri birliğin bile gönderilmesi muhtemeldir. ABD’nin, müfettiş kılığında CIA ajanlarını Irak’a gönderdiği, önceki örneklerden ve itiraflardan bilinmektedir. Bu durumda Güvenlik Konseyi’nin yeni kararının Irak’ta görev alması muhtemel yeni ajanlara ne türden istismar fırsatı verdiğini kestirmek zor olmayacaktır. Kuzu kurt hikayesindeki kurtu simgeleyen ABD, yeni gerekçeler bulmakta veya gerekçelerini dayatmakta zorlanmıyor. Bilinen tüm hukuksal normları ayaklar altına alan ve haydutluğa yasal çerçeve oluşturan BM kararının, Güvenlik Konseyi’nin diğer üyelerince veto edilmemiş olması; rahatsız olduğu söylenen Fransa, Rusya veya Çin’in rahatsızlığındaki sahteliği de ele veriyor. Veya çeliştiği söylenen bu ülkelerin, çıkar birliği oluşturmakta ne denli uzmanlaştığı ortaya çıkıyor.
Fransa, sömürgeci konumda olduğu kendi nüfuz alanlarında, hegemonyasının devamını; Rusya, Çeçenistan karşısındaki konumuna göz yumulmasını; Çin, ABD’nin Tayvan’a yardım etmemesini, vb. istemektedir. Bu çerçevede özellikle Fransa ve İngiltere’nin duruşu; Avrupa devletlerine emperyalistlik atfetmeye gönlü el vermeyen AB’ci solcularımızın gözlerindeki perdeyi yırtmaya;dostu düşmandan ayırma konusunda düştükleri ölçek bunalımından kurtarmaya sebep olur mu bilemiyoruz; ama, emperyalizmin bu denli rahat karar almasında ve at koşturma serbestisinde, emperyalizmin yanlış tahlili sonucu, tepki geliştirmeyen “sol”un da rolünün olduğunu biliyoruz.
Emperyalistlerarası çelişkiler değil, ezilen dünya halkları, bir dalgakıran oluşturmaz ve yaptırım gücünü arttırmazsa; ABD’nin dünya ölçeğindeki hegemonyasını arttırma çabaları büyüyerek sürecek ve Irak’ı çokça aşan planların uygulanmasına fırsat doğacaktır; hatta, çeşitli ağızlarca dillendirildiği gibi Küba, Venezüella, Brezilya veya bir başka direnç noktası, müdahaleye hedef olabilecektir. Zaten mesele salt bir ABD-Irak çatışması olarak görülmemeli, emperyalizmin Ortadoğu satrancındaki hamleleri, oyunun bütünlüğünü kapsayan bir yaklaşımla değerlendirilmelidir .
Emperyalist sömürü veya oluşumlarda, güç dengelerinde veya kısa ve uzun vadeli politikalarda yaşanan değişimleri gözlemek/saptamak başka bir şeydir; emperyalizmin dünya halkları karşısındaki düşmanca duruşunun neden değişmeyeceğini bilmek daha başka bir şeydir. Bugün emperyalizmin sahip olduğu konjonktürel üstünlükten azami ölçülerde yararlanma ve ezilen halkların acılarına yeni acılar katma konusunda, tercih ettiği saldırgan duruş, illüzyonun hiçbir biçimi ile gölgelenemez cinstendir. Bu nedenle, emperyalizmi, hangi sebeple olursa olsun, daha az suçlu, daha az saldırgan olarak gösterebilecek tavır veya teoriler; dolaylı da olsa, halkların geleceğini karartan politikalara güç katacaktır.
Mevcut güç ve imkanları, egemen sınıfların çıkarları için kullanan ülkeler arasında, bir dönem düşmanlık ve savaş yaşanmış da olsa, çıkar birliklerinin oluşabileceği bilinmelidir.
Emperyalistler ve her türlü işbirlikçileri için kârdan daha büyük bir değer yoktur. Onların vatanı, dini, kuralı da yoktur. Bu nedenle, farklı bir konjonktürde Saddam’ın Bush’la uzlaşması, çıkar birliği oluşturması, olasılık dahilindedir. Nitekim, Irak-İran savaşı sürecinde, ABD’nin Irak’a yoğun desteği olmuştu. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada, söz konusu destek konusunda bir çeşit itirafta bulundu. O gün Reagan yönetiminin Ortadoğu temsilcisi olan Rumsfeld, şöyle diyor: “İran ve Irak savaşıydı. Basra Körfezi’ndeki dostlarımız İran’ın kazanma olasılığından kaygı duyuyordu. Benden oraya gitmem istendi; Tarık Aziz ve Saddam Hüseyin’le bir araya gelerek, çıkarlarımızdan bahsettim. İyi bir görüşme oldu. Saddam durumu gördü ve yardımımızı istedi. Altı ay boyunca Ortadoğu temsilcisigörevini yürüttüm ve benim ziyaretimden sonra ABD hükümeti, Saddam’a istihbarat desteğinde bulundu. Böylece savaş, bir tür pat durumuyla sona erdi .”
YALAN, EMPERYALİST PROPAGANDANIN EN TEMEL BİLEŞENİDİR; İNANMAK İSE, CEHALETLE YAKINDAN İLİNTİLİDİR
Teknolojide, özellikle de telekomünikasyonda sağlanan gelişme sonrasında, ortaya çıkan kimi imkanların kullanımı sırasında; acemiliklere de abartılı yorum ve sonuçlara da tanık olunuyor. Örneğin küreselleşme karşıtı bir gösteride, internet üzerinden örgütlenmiş bir gösterici topluluğundan bahsedilmesi; kimilerini artık ulusal çapta örgütlenmenin gereksizleştiği sonucuna vardırabiliyor. Buradaki abartı ve hayranlık, bir çeşit cehalet ve kaba bir öykünme içermektedir.
Dezenformasyon konusunda görev almak üzere, “halkla ilişkiler” gibi isimler altında kurulan şirketler veya özel birimler; yanıltma, yalan ve yönlendirme gibi araçlara fazlaca ihtiyaç duyan iktidarların sıkça başvurduğu organlar haline geldi. Bu organlar, Körfez savaşı sırasında “petrole bulanmış karabatak” veya “Kuveyt hastanelerinde bebeklerin kuvözlerden alınıp ölüme fırlatılması” gibi iddialarda başarılı olurken; ciddiyet özürlü sulu sepken yöntemlere de başvurmakta, soytarılık örnekleri sergilemektedir. Özellikle Irak/Saddam konusunda uzun süredir, her türlü yaratıcılığa teşvik veren ABD sayesinde, üretim bolluğu yaşanmakta ve aklıevvel örnekler de basına önemli bir habermiş gibi yansımaktadır. Mesela Pentagon’da kurulan bir birimden, Saddam Hüseyin’in halkıyla iletişiminin koparılması ve subaylarının önemli bölümünün silahlarını bırakması amacıyla; subayların cep telefonlarına Arapça “Senin kim olduğunu biliyoruz. Silahını bırak ve teslim ol ” gibi mesajlar gönderiliyormuş.
Merkezi Washington’da bulunan “Rendon Grubu” adlı “Halkla İlişkiler” şirketinin de icraatları bu sınıfa giriyor ve burjuva medyanın abartılı haberlerinin aksine, büyük paralar karşılığında yaptığı işlerin çoğu, etkisiz araçlar olmaktan öteye gitmemiş. Örneğin, sesi Saddam’a benzeyen bir öğrenci, ayda üç bin dolar karşılığında kiralanmış ve ona, Arapça olarak radyodan Saddam’la dalga geçen (Saddam’ı küçük düşüren) konuşmalar yaptırılmış. Halbuki aynı öğrenci örneğin “(…) bana verilen metinler de saçma sapan şeylerdi. Saddam’ın bıyığı ile dalga geçiyorduk, örneğin. Iraklı erkeklerin neredeyse hepsi bıyıklı zaten, bunu kim komik bulur ki? ” diyerek, ortadaki ciddiyetsizliğe değinmiş.
Rendon Grubu’nun 1989 Panama işgali öncesinde, Afganistan’da, Haiti, Kosova, Zimbabve, Kolombia gibi pek çok yerde görev aldığı ve hatta, Irak Ulusal Kongresi adlı uşak örgütün de bu grubun eseri olduğu söyleniyor.
IRAK PETROLÜ VE TEKELLERİN KABARAN İŞTAHI
Irak’ın dünyada Suudi Arabistan’dan sonra ikinci büyük petrol rezervlerine sahip ülke olduğu biliniyor. Irak, günde 1 milyon 300 bini Basra Körfezi yakınlarındaki Rumelia Bölgesi’nden, 750 bini Kerkük’ten, 150 bini de başka bölgelerden olmak üzere, toplam 2 milyon 200 bin varil petrol üretiyor.
“Körfez savaşından önce günlük üretim 3 milyon varil idi. Bunun 300 bin varilini kendi tüketimi için ayırdıktan sonra, geri kalanını dışarıya satıyordu. 1995’ten bu yana BM gözetiminde süren ‘Temel Gıda Karşılığında Petrol’ projesi kapsamında, Irak’ın günlük petrol üretimi yeniden 2 milyon varil üzerine çıkabildi. BM denetimindeki bu petrolün büyük bir kısmı Kerkük-Ceyhan Petrol Boru Hattı üzerinden Mina el- Bekir Terminali’ne gönderiliyor. Burada Rus arabulucular aracılığıyla satılan Irak petrolünün yarısından fazlası ABD’ye gidiyor .” (Der Spiegal, 43/2002)
Der Spiegel’in aynı sayısında çıkan habere göre Basra Körfezi yakınlarındaki petrol yatakları Avrupalı ve Rus petrol tekelleri arasında paylaşılmış durumda. Buna göre; Fransız TotalFinaElf iki ayrı bölgede toplam 6.9 milyar dolar, Rus Lukoil 3.7 milyar dolar, İtalyan Eni ve İspanyol Repsol’la birlikte 1 milyar dolar yatırım yapmış bulunuyor.
ABD’nin, kendi tekellerine, Irak’a yatırım yapmayı, bir yasa ile yasaklamış olması sebebiyle yukarıdaki paylaşım cetvelinde adı geçmiyor. Mevcut durumda BM’nin, Irak’a yönelik ambargoyu kaldırması, Rus ve Avruplı tekellerin işine yarayacak. Almanya’nın da Irak ve çevresi ile çeşitli biçimlerde ticari ilişkiler içinde olması; bu saydığımız ülkelerin savaş karşısındaki tutumunu belirleyen önemli faktörlerdir.
ABD’nin Irak petrolünü kendi denetimine alması; Saddam döneminde AB ve Rus petrol tekelleriyle imzalanan anlaşmaların feshinden, petrol fiyatları üzerinde etkili olmaya kadar pek çok avantaj sağlayacaktır.
Saddam’ın devrilmesinden sonra Irak’ta önemli bir rol alacağı varsayılan Irak Ulusal Kongresi ile Amerikalı petrol tekelleri arasında bugünden gizli görüşmelerin yapıldığı söyleniyor. Petrol tekellerinin, savaş için çaba gösterebilme kapasitesi, Bush’un savaş kabinesi üzerinden de izlenebilir. Kabinede yer alan Dick Cheney, Condoleezza Rice ve Ordu Bakanı Thomas White’ın tekellerden maaş aldığı ve tekellerin çıkarlarını sürekli olarak gözeten bir konumda oldukları bilinmektedir.
Mevcut ilişkiler ağı içerisinde en kaygılandırıcı gelişme, savaşın uzama ihtimali olarak görülmektedir. Saldırı ile beraber petrol fiyatlarının yükseleceği ve bunun ABD dahil ülke ekonomilerini etkileyeceği hesaplanıyor.
ABD’nin, dünya petrol sistemine müdahale gayretleri, Irak dışında petrol açısından zengin diğer ülkelerin de kontrol edilmek istenebileceği olasılığını akla getiriyor. ABD’de kimi tekellerin savaşa karşı çıkıyor olmasını ise, yukarıdaki tablonun tarif ettiği çıkarlar dışında kalan kesimlerin itirazı ile açıklamak gerekiyor. Savaş, sonuçta milyarlarca doların silah tekellerine akması demektir ki bu, rekabet açısından, bu pastanın dışında kalan tekellerin işine gelmez.
Meseleyi Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasındaki duruş farkı ile açıklamak doğru değil. Örneğin Mehmet Altan, ABD’nin savaş tercihini Cumhuriyetçilerin iktidarda oluşuna bağlıyor ve “Demokratlar, bu tür düzenlemeleri, çok daha anlamlı, nitelikli,insanı öne çıkaran biçimde yapıyordu. ” diyor. Bu yorumda, Mehmet Altan’ın kendi duruşundaki çarpıklığın etkisi var.
KİRLİLİKTE ÜN YAPMIŞ PEK ÇOK ŞİRKETİN HİSSEDARI BUSH İNSANLIK DERSİ VERİYOR
Emperyalist tekelleri güvenceye alan ve önlerindeki her türlü “diken”i temizleyerek engelsiz bir biçimde talan-yağma ortamı sunan Tahkim, MAI gibi düzenlemelerden sonra, kendini daha güçlü hisseden ve daha da pervasızlaşan siyanürcü Newmont şirketinin arkasında ABD Başkanı George Bush çıktı. Siyanürle altın arama nedeniyle halkımızın tanıdığı Normandy’i satın alan, dünyanın en büyük altın üreticisi Newmont’un hissedarları arasında Bush’un bulunması, aynı zamanda dünya üzerinde yaşanmakta olan vahşetin, çirkinliklerin kaynağının nasılortaklaştığını da gösteriyor.
Bush, açtığı her maden sonucunda çevreyi tahrip eden, tarım ve hayvancılığı yok eden Newmont’tan başka; geçmişte bir çok ülkede çevre tahribatına neden olan General Electrik, BP, Duke Energy, ExxonMobil, Newmont Gold Mining Corporation ve Pennzoil and Tom Brown, Inc. gibi şirketlerde de hissedar (ABD’de yer altı projeleri ile ilgili yayın yapan bir internet sitesinin araştırmasına göre).
Bilindiği gibi, Bergama’da Eurogold olarak başlayan, ardından Normandy adını alan ve sonunda Newmont’a satılan madenlerde, Bergama halkının istikrarlı ve örnek çabasına rağmen siyanürle altın üretimi devam ediyor. Ve bu üretim, yargı kararlarına rağmen, hiçbir hukuk kuralını tanımadan devam edebilme imkanı buluyor. Demek ki çıkarları çerçevesinde, halklara adeta “gözünün üstünde kaşın var” diyerek saldıran Bush ve benzeri katillerin katliam alanı bombaladığı yerlerle sınırlı değil.
BU BİLDİĞİMİZ ABD
ABD’nin Ortadoğu’da direnç noktalarını kırmak, hakimiyeti sağlamak ve petrol üzerinde insiyatifi ele geçirerek, o bölgedeki petrole özellikle ihtiyacı olan Japonya, Çin, Hindistan, Avrupa karşısında koz elde etmek; 11 Eylül öncesinde de düşüydü. Bugün yapmaya çalıştığı şey bu bakımdan yeni değildir. ABD, dengeleri lehine kullanabilir ve önemli birdirençle karşılaşmazsa, bütünüyle Ortadoğu’yu ele geçirmek ister; bu nedenle hedef gerçekte salt Irak değildir. Orta Asya üzerinde uzun vadeli hesaplar yapan ABD için Ortadoğu bir mevzilenme ve geçiş noktasıdır.
ABD’nin mevcut saldırganlığını değerlendirirken meseleyi, Şahinler-Güvencinler, Cumhuriyetçiler-Demokratlar gibi ikilemler içinde ele almak, en azından derinliğine bir kavrayışa izin vermez. ABD’de egemen güçler, çıkarlarını Dick Cheney’le, Bush’la değişime uğramayacak denli güvenceye almışlardır.Kimi tekellerin Cumhuriyetçilerle, kimilerinin de Demokratlarla daha yakın ilişki içinde olması tekil kimi olaylarda etkili olsa da öz olarak sonuç aynı olmaktadır.
Rahatlıkla söyleyebiliriz ki ABD’nin dünya coğrafyası üzerinde postallarıyla dolaşmadığı, kirli ellerini uzatmadığı tek bir ülke kalmamıştır. Nerede bir cunta, bir diktatör, kontra örgütlenmesi, uyuşturucu ticareti, kimyasal silah, vb. varsa, arkasında ABD’nin çıktığı tüm dünya kamuoyunca bilinmektedir.
İşte yüzü bu denli açığa çıkan, teşhir olan ABD, yavuz hırsız misali, Irak’ı suçlamakta; insan hakları ihlallerinden, silah bulundurmaktan bahsetmektedir. İşin çarpık taraflarından biri de ABD’nin, hegemonya ve güç gösterileri konusunda yanlış anlamaya yer vermeyen biçimde açık davranmasıdır. Daha 1948 yılında, Amerika’nın önemli devlet adamlarından biri olan George Kennan, şöyle diyordu:
“İnsan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi, demokratikleşme gibi belirsiz ve gerçek dışı amaçlar hakkında konuşmayı bırakmalıyız. Eğer olağanüstü zenginliğimizi, diğerlerinin sefaletinden ayıran farklı konumumuzu sürdürmek istiyorsak, özgecilik ve dünyanın yararı türü idealistçe sloganların ağzımıza dolaşmasına izin vermeden açık açık güç gösterisine başvurmalıyız .”
Gerçi, ABD’yi tanımak için bu tür örneklere bile ihtiyaç yok. Dünyadaki gelişmelere kapalı olan, gazete dahi okumayan bir insanın bile ABD’nin dünya halkları karşısındaki şu veya bu sabıkasına tanık olmuştur.
Gerçekte gözü egemenlikten ve tekel kârını arttırmaktan başka bir şey görmeyen ABD, önemli petrol sahaları ve iletişim hatları üzerindeki kontrolü elinde tutmayı amaçlamakta ve bu uğurda, her türlü haydutluğu yapmaktan kaçınmamaktadır.
TÜRKİYE EGEMENLERİ, IRAK’TA EMPERYALİST SAVAŞ İÇİN İŞBİRLİĞİNE HAZIR veya HER ŞEYİN PARAYA TAHVİL EDİLEBİLDİĞİ BİR İLİŞKİDE AHLAKSIZLIĞIN SINIRI OLMAZ
Ecevit hükümetinin “Komşu Irak ile müttefik ABD arasında kalmaktan yakındığı” haberini veren New York Times Gazetesi, sözü “Sonunda Türkiye’nin patronunun tarafını tutacağına kuşku yok diye bağlıyor. Aynı gazete, Türkiye’nin asıl endişesinin, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulması değil, para meselesi olduğunu söylerken; Türkiye’ye, AB üyeliği için tarih alma konusunda destek verilmesi gerektiğini öneriyor ve ” aksi takdirde savaşı Türkiye’ye satmak zor olmaya devam edecek diyor.
Sorunların bütünüyle rüşvetle, çıkar vaadiyle, kirli pazarlıklarla aşılmasının bir alışkanlık haline geldiği kapitalizmin bu en çürük döneminde; her şey bir meta olarak görülüp, alınıp satılabilirken; satıcı alıcıdan veya alıcı satıcıdan daha temiz değildir.
Beyaz Saray’a yakınlığı ile bilinen Washington Post Gazetesi, “Türkiye’nin fiyatının belirlendiğini yazarken; Recep Tayyip Erdoğan, ” Ne vereceğimizden çok ne alacağımız önemli dedi. Bu, “bir koyup üç almak” kültürünün vardığı son biçimdir. Evet, ne vereceğinin önemli olmadığını söylüyor, bu yeni yetme tüccar. Yani, bir halkın yüzyıllarca birikmiş tüm değerlerini ateş ve barutla yok etmenin, kanını dökmenin veya kendi ülkesinden savaşa katacağı gençlerin yaşamını yitirmesinin önemi yok; bunun kaç dolar edeceği önemli.
İlgili tüm ülkeleri bu şekilde, çıkar vadederek satın alan ABD’nin, bazı Rus şirketleri de “Saddam sonrası rejimde ihale karşılığında, Irak muhalefetine destek vermeye” zorladığı, bu “ahlaksız teklifi” kimi şirketlerin kabul ettiği haberi de basına yansıdı.
Takiyye ustası AKP, halka dönük yüzünde hemen her şeyi yalanla açıklıyor. En sıradan vaadlerinden ilk MGK toplasında vazgeçen; başarısızlığı başarı, kulluğu efendilik, onursuzluğu şeref gibi göstermeye çalışan bu yalancılar; programlarında zaten var olan sermaye uşaklığı ve emperyalizm işbirlikçiliğini, haklarındaki kuşkuları gidermek amacıyla daha doğrudan ve daha kaba biçimlerde sürdürüyor. Hizmette gecikme halinde bile yanlış anlaşılabileceğini düşünerek, meclis başkanından başbakana dek tüm etkili ve yetkili isimler, kısa vadeli partinin çıkarları, icazet, meşruiyet dışında bir beklentilerinin olmadığını ve bunun için emperyalizmin en pespaye biçimiyle uzlaşmaya hazır olduğunu gösterdi. Argo kavramlarla, “külhanbeylik”le makyajlanmaya çalışılan, Erdoğan’ın yurtdışı gezileri; ABD’nin 3. sınıf görevlilerini göndererek Irak meselesinde oyun oynamadığını söylemesi ve açıkça, “harekat planlamasına katılırsanız kârlı çıkarsınız ” demesi; “onurlu dış politikadan” söz edenlerin gerçekte yüce değil cüce olduklarını göstermiştir.
Seçimden önce icazet turuna çıkan Erdoğan, seçimden sonra “hizmette sınır yoktur” turuna çıkmıştır; dinden, imandan, ahlaktan, onurdan söz edenler; tüm değerlerinin dolara tahvil edilebilir olduğunu göstermiştir. Üstelik verilecek olan para, büyük ölçüde askeri yardım veya askeri modernizasyonda kullanılmak üzere kredi olarak düşünülmüştür. Bu, aynı paranın ABD silah tekellerine geri döneceği anlamındadır.
“Üsleri kullandırırım, kullandırmam” diye papatya falı bakan AKP bakanları ise, ya kendi kendini kandırıyor, ya da halkı kandırdığını zannediyor. ABD çoktan üslere girmiş, incelemelere başlamış ve hatta kimi yerlerde genişletme, düzenleme, vb. faaliyetler tamamlanmıştır. İşte bu gerçeklere rağmen, efelenme ve onurlu davranma antrenmanları yapanlar gerçekte baştan aşağı utanç verici olan bir ilişki biçimini gizleme, ucuzluklarını örtme gayretindedir. Son günlerde AKP yöneticilerinin savaş karşıtı görünme gayretleri, halktan aldıkları yoğun tepki sebebiyledir. Yoksa, Abdullah Gül’ün çıktığı Ortadoğu gezisinde gerçekte yaptığı şey, ABD sözcülüğüdür. Savaşı önleme gayretini, Irak’ı emperyalist politikalara boyun eğmeye ikna etmek olarak anlayan AKP’liler, BM’nin kararının kendilerini bağladığını sık sık hatırlatma ihtiyacı duymaktadırlar. Ne var ki “Gerçeklerin bir gün açığa çıkma gibi bir huyu vardır.” ve aldatma üzerine kurulu olan dünyalar çöktüğünde, altında öncelikle kurucuları kalır.
ASIL HEDEF IRAK MI?
ABD’nin Irak’a yönelik olası saldırısının nasıl değerlendirildiği, aynı zamanda kimin nerede durduğunun test edildiği bir sınav zemini olmuştur. Örneğin akla gelen iki büyük holdingin patronlarından Rahmi Koç, “Birinci Körfez Savaşı’na katılmadık kaybettik. Şimdi başından itibaren Amerika ve İngiltere’nin yanında olmalıyız ” derken; Sabancı, ” Made m savaş olacak bari biz de iyi pazarlık edip payımızı arttıralım .” demektedir. Fikrî kapasitesi, sistemin sınırlarını bir an olsun zorlamamış olan Mehmet Altan, ” Hem engelleyemiyorsun, hem dışında kalamıyorsun madem; birinci derecede rol almak daha doğru. Yoksa,biz de savaşa karşıyız .” derken, kimi önkabullerin, aynı zamanda kulluğun ve kendine güvensizliğin nasıl içselleştiğini gösteriyor. Özal muhiplerinden ve işbirlikçi medyaya dolar yuları ile bağlı Cengiz Çandar’ın, “Jeopolitik önem çeki”nin nakde çevrilmesinden bahsetmesi, yani meseleyi bir “para” meselesi olarak görmesi onun duruşuna yakışan bir tutumdur.
Devrimciler, sisteme şu veya bu renkte eklemlenmiş kişi veya çevrelerin duruşunu değerlendirir ve gerekli yere oturturken, bununla yetinmemeli ve gerçekte tüm kesimlerden daha gerçekçi ve daha kapsamlı olan, kendi bağımsız değerlendirmesini yapmalıdır. İşte “Asıl hedef Irak mı?” sorusu, böyle bir perspektifle değerlendirilmelidir.
Ortadoğu ve Kafkasya’ya daha etkili biçimde yerleşmek ve Asya’da; Rusya, Çin, Japonya gibi ülkelerin kendisiyle rekabet edebilecek güce ulaşmalarını önlemek isteyen ABD; bu amaca hizmet eden bir basamak olarak gördüğü Irak sorununu, ısıtmaya devam ediyor.
Dünyada kimyasal, biyolojik ve nükleer silaha en fazla sahip olan ABD; pazar alanlarının, hammadde kaynaklarının, ucuz işgücü alanlarının denetlenmesinin yanında, yirmibirinci yüzyılda stratejik önemini korumaya devam edecek olan petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının ve iletim hatlarının denetlenmesini önüne bir hedef olarak koymuş ve bunun için, her türlü yöntem ve aracı mubah görmektedir. Dünyadaki petrol rezervlerinin yüzde 63’ünün, doğalgazın ise yüzde 36’sının Ortadoğu’da olması ilginin öncelikli olarak buraya yönelmesinin temel nedenidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Irak olgusu, bu amacın dışında değil; ne var ki, yapılan hazırlık, bir Irak operasyonun gereklerini çokça aşıyor. Bu noktada akla ister istemez, “Asıl hedef Irak mı?” sorusu geliyor.
Türkiye’de yapılan hazırlığa ve ABD’nin Türkiye’den talep ettiklerinin boyutuna bakılırsa; hedefin, Irak’ı çokça aştığı ve hatta asıl hedef için Irak’ın gerekçe edildiği söylenebilir.
Türkiye’ye yapılmaya çalışılan askeri yığınak ve istenen askeri kolaylıklar coğrafi olarak da bir Irak operasyonun gereklerini aşıyor. Basına yansıdığı kadarıyla içinde Trabzon ve Samsun limanlarının da bulunduğu 4 liman ve 14 havaalanı talep edilmiş durumda. ABD bir yandan Kuzey Irak’ta, Basra Körfezi’nde, Kuveyt’te aşırı bir yığınak oluştururken, diğer yandan Türkiye’deki askeri altyapıyı en az 10 yıl sürecek bir savaşın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden oluşturuyor. Limanlar, havaalanları, askeri üsler, ulaşım, hava savunma sistemi tümüyle yenileniyor. ABD’nin yaptığı bu hazırlık, Irak’ın da ötesinde tüm Ortadoğu havzasında mevcut dengeleri kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden oluşturmayı hedefliyor. Bu çerçevede yapılan yığınak fiilen Türkiye’nin açık işgali anlamına gelecek. Bu, başta Türkiye halkları olmak üzere tüm bölge halkları için büyük bir tehdittir. Ortadoğu’da yapılacak geniş çaplı bir askeri yığınak açık ve kapsamlı bir savaşa gerek kalmadan da istenen sonuçları sağlayabilir. Tüm bölge ülkelerindeki en küçük demokratik talepler bile engellenebilir. Bölge, yıllarca savaş tehdidiyle zapturapt altına alınabilir. Saddam bahane edilerek bölgede oluşturulan böyle bir yığınak, ABD’ye Irak’a yapılacak bir saldırının sağlayacağından çok daha fazlasını sağlayabilir.
Hedeflenen yığınak gerçekleştikten sonra belki ABD Irak’a hiç saldırmayabilir ve bu yığınak onyıllarca sürebilir.
Söz konusu stratejik plan içerisinde Irak olgusu var; vurulsa da vurulmasa da var. Ve hatta vurulup vurulmayacağı da bu stratejik planın, makro düzeydeki amaçları ile ilintili olacaktır. Yani mesele salt bir Irak meselesi olarak görülür ve tüm hazırlıklar bununla örtüştürülürse; hem, örneğin Türkiye’den talep edilen koşulların kapsamındaki büyüklük anlaşılmaz, hem de Irak’ın vurulmaması ihtimali, bütünüyle hesapların dışında tutulmuş olur. Türkiye’yi boydan boya bir üs haline getirmek ve böylece Ortadoğu ve Kafkasya’yı denetlemek için büyük bir avantaj kazanmak isteyen ABD, bu amacına ulaştıktan sonra da Irak’ı vurabilir. Ancak biz, bu olasılığın, en azından gösterildiği denli kesin olmadığını ve hatta, vurmama ihtimalinin de zayıf olmadığını söyleyebiliriz. Tabii biz burada maç tahmini yapmıyoruz. Göstergelerin vurmayı kaçınılmaz gibi yansıtmasının, kimi önemli amaçları gölgeleyebileceğine dikkat çekmeye ve temel hedefe işaret etmeye çalışıyoruz.
Tüm Marksistlerce genel kabul gören bir olgudur; savaş, politikanın devamıdır. Bu nedenle, savaşa; devamı olduğu politikayla beraber karşı çıkılmalıdır. ABD’nin Türkiye’yi stratejik bir üs olarak hesaba katması; planlarını 20-30 yıl için ve Ortadoğu, Kafkasya, Ön Asya, Orta Asya’yı kapsayacak şekilde yapması; Karadeniz limanları dahil hava ve deniz üslerinin genişletilmesini ve 5-10 yıl için kullanıma açık olmasını istemesi; savaş karşıtlığının da çapına ve niteliğine etki etmesi gereken bir olgudur.
Savaşa karşı doğru yerde ve doğru biçimde durmak için sorunun nasıl kavrandığı büyük önem taşımaktadır. Hatırlanacağı gibi, birinci Körfez savaşını “it dalaşı” olarak telakki edip, tarafsız(!) kalanlar olmuştu. Aynı çevreler, bugün savaşa karşı duruyor olsa da,kendi örgütsel etki alanlarında ektikleri yanlış kavrayışın olumsuz ürünlerini şu veya bu oranda alıyor. İnsanlar, “bana ne; Saddam da zalim; onu mu savunacağım” diyebiliyor. Veya bugün “Barış Kültürü” insiyatifinin heyetiyle Bağdat’a giden piyanist Konstantin Wecker’in aktardığı gibi insanlar, ambargodan etkilenen Iraklı çocuklar için açılan bağış kampanyasına “Küçük Saddam’ların yetişmesine karşı oldukları” gerekçesiyle katılmayı reddedebiliyorlar. Aynı şekilde, Irak’a yönelik saldırının Kürtlerin kaderi üzerinde olumlu etki yaratabileceğine dair mesajlar vererek, bu tür yorumlar yaparak kafaların bulandırılması sebebiyle bugün, savaş karşıtı alanlarda HADEP kortejleri “sıska” bir görüntü arzetmektedir. Bu yanlışlar yine bugün hayatın içinde, samimi ve yoğun bir çaba ile aşılabilir.
Bugün artık, Irak’ta muhtemel bir savaşla sınırlı bir tepki, emperyalist haydutları durdurmaya yetmez. Mücadeleye antiemperyalist bir içerik kazandırılmalı ve bu içeriğin gerektirdiği çap ve nitelikte bir duruş sergilenmelidir. Savaşta sivillerin ölecek olması, Irak’ın Müslüman olması, vb. gerekçelerle sınırlı tepkiler; saldırganı durdurmaktan uzak bir niteliktedir. Savaş karşıtlığının, Irak’ta sıcak bir savaşın çıkıp çıkmaması ile sınırlanması ve savaş çıkmaması koşuluyla mevcut askeri yığınağa göz yummak; asıl tehlikeyi gözardı etmek anlamına gelir. Gerçekte bugün bölge halkları için yığınağın kendisi başlı başına bir tehdit ve hatta bir saldırı biçimidir.
ABD, bu yığınak ile Irak dahil pek çok amaca varabilme hesapları da yapmaktadır. Uzun yıllar tüm bölge halkları için adeta kendilerine doğrultulmuş bir silah işlevi görecek olan bu yığınağa karşı durmak, savaş karşıtı oluşumlar için temel öneme sahip olmalıdır.
Kısacası,”Savaşa Hayır” demek yetmez. Savaşın kaynağı olan emperyalizme “Hayır” demeli ve hatta emperyalizm; ona karşı savaşılarak durdurulmalıdır. Bu nedenle, “Savaşa karşı savaş” sloganı öne çıkarılmalıdır.
Devrimciler, “Savaşa karşı savaş” bilinciyle, antiemperyalist bir çizgide mücadele hattını kurmalıdır. Savaş Karşıtı Platform’da yer alan devrimci yapılar için; katılımı geniş tutmak kadar, savaş karşıtlığını emperyalizm karşıtlığına taşımak da bir görev olmalıdır.
Sayı 8
(Şubat-Nisan 2003)