SORU: Geçen sayıda, Irak’ta ABD’nin direnişin önünü kesmek için güvenliği milis gücüne devretme gibi bir tercihe başvurabileceğini söylemiştiniz. Kısa bir süre sonra, Irak Devlet Başkanı Talabani’nin bu çerçevede bir öneri getirdiği görüldü. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
YANIT: Ortadoğu coğrafyasında BOP gibi büyük projeler peşinde koşan, tam egemenlik için her yolu deneyen ABD’nin, adeta bocalar hale gelmesi, onu alışık olunan veya olunmayan her yönteme kapı aralamaya zorluyor. Bunlar varsayımdır. Süreç çok hızlı yaşanıyor ve ABD’yi bir tercihten diğerine sürüklüyor. Hatta ABD’nin Ortadoğu stratejisinde bir değişimin de ipuçları belirmeye başladı.
SORU: Nasıl bir değişimden söz ediyorsunuz?
YANIT: Bu belki ayrı bir yazı konusu olmalı. Ama, örneğin ABD dışişlerinin geçtiğimiz günlerde İsrail’in nükleer silahlarını tartışma konusu yapması veya Suudi Arabistan kralını, görülmemiş bir sıcaklıkla karşılaması, Şiiliğe Irak dışında da yatırım yapma eğilimi taşıması; sözünü ettiğimiz değişime dair gözlenebilen ilk verilerdir.
SORU: İsrail’in Filistin’le barışa zorlanmasında, sözünü ettiğiniz değişimin etkisi/rolü var mıdır?
YANIT: Tabii, İsrail’i böyle bir sürece ikna edenlerin başında ABD’nin olduğunu söyleyebiliriz. ABD, Ortadoğu’da İsrail işbirliği ile petrol alanlarını koruyamayacağını anlamış durumda. ABD yönetiminde giderek egemen olmaya başlayan Evangelistler’in, Yahudilerle araya bir mesafe koyma eğilimi, politik tercihlere de yansımaya başladı. Gerçi İsrail’de öz olarak değişen bir şey yok. Gerçekte hiçbir Filistinliye tahammül etmeyen bir duruşa sahip. Dün Arafat’a yönelttiği suçlamaları bugün yeni yönetime yöneltiyor. Ve örneğin bir taraftan yerleşimcileri boşaltacağını söylerken diğer taraftan yeni yerleşim bölgeleri için kararlar alıyor. Ayrıca, belirtme ihtiyacı duyuyoruz ki, gözlenen politikanın ardında, Şaron’un kişiliği değil, İsrail egemenlerinin tercihleri yatıyor.
SORU: Irak’ta direnişin eğrisinde gözlenen yükselmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
YANIT: Daha önce de belirttiğimiz gibi Irak’ta Şiiler, işgal güçlerine karşı girişilecek direnişin önünde adeta tampon görevi yapıyordu. Seçimlerle beraber girilen süreçte Şii egemenlerinin yüzü daha çok açığa çıktı. Artık mesele askeri olmaktan da çıktı. Irak’ta kapitalizmin inşası, işbirliği ağının nereye dek uzanacağının tayini, kimin nerede ne kadar rol alacağı netleşmeye başladı. Bu durum giderek, Şii örgütlülüğünü de direnişin hedefi haline getirdi.
Anımsanacak olursa, seçimlerden hemen sonra direniş grafiğinde göreli bir düşme gözlendi. Gerçekte bu, ne tereddüt ne de zayıflıktı. Direnişin iradesinin, tırmandırıcı güç ve olanaklara sahip olduğunu ve hatta bunu hala tam kapasiteyle kullanmadığını daha önce de belirtmiştik. Bugün gözlenen bir diğer gelişme de Baas Partisi’nden kalma kadroların devletin şu veya bu kademelerinden, kurumundan tasfiye edilmeye çalışıldığıdır. İşte seçim sonrasında süreci gözleyen, yeni dönemin dinamiklerini saptayıp ona göre politika belirleyen direniş güçleri, bu bağlamda, bir politika çerçevesinde eylemleri tırmandırırken, aynı zamanda Kürt ve Şii işbirliğini de daha belirgin biçimde hedef haline getirmiştir.
SORU: Bilindiği gibi Papa 2.Jean Paul öldü ve yerine Alman Kardinal Josef Ratzinger seçildi. Ratzinger; kürtaja, doğum kontrolüne, kadın haklarına karşı olması, Görelilik Teorisi’ni ve Evrim Kuramı’nı reddetmesi, vb. yanları ile tanınıyor. Hatta, Papa 2.Jean Paul’un Nikaragua’ya yaptığı gezi sırasında, direnişçi Sandinistlerin safında yer alan papazları aşağılamasının arkasında Ratzinger’in olduğu söyleniyor. Hitler ordusunda görev de yapmış olan ve son 5 yıldır Papa 2.Jean Paul’un en önemli danışmanı olarak bilinen Ratzinger’in seçimi çeşitli tartışmalara sebep olmuş ve akla ağırlıkla, bu tercihte kimlerin etkili olduğu sorusunu getirmiştir. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
YANIT: Bizler, bu tür soruları yanıtlarken, genellikle, gelişmenin kimin yararına olduğunu sormakla işe başlarız. Anımsanacak olursa Papa 2. Jean Paul’un ismi, yıllarca Sovyet karşıtlığıyla beraber anılmış, hatta Sovyetler’in onunla çökertildiği bile söylenmiştir. 80 sonrasında hatta 90’lı yılların ilk yarısına kadar olan süreçte, Hıristiyanlığın insani değerlerle örtüştüğü, bu konuda sosyalizmden daha ileri olduğu fikrinin yaygınlaşması temelinde Papa’nın özel bir rolü/işlevi olmuştur. Fakat özellikle Sovyetler’in dağılması sonrasında, bazı ülkelerde; kardinallerin, papazların bulundukları bölgelerde, insani talepleri öne çıkaran devrimci yapılara destek olması, Ratzinger tarafından tepkiyle karşılanmıştır. İşte bu gerici, tutucu niteliği ile bilinen Ratzinger, tercihini George Bush ve ekibinden yana yapmış olan emperyalist tekellerin dünyaya bakışlarını özetleyen bir kimliktir.
Mevcut adaylar içerisinde, ABD’nin uzun vadeli politikaları açısından daha uygun düşebilecek kişiler vardı. Ne var ki ABD, Ortadoğu’da sürdürdüğü ve Kafkaslara, Çin’e kadar uzanan savaşta, köşeye sıkışmış durumda. BOP kapsamında atacağı adımlarda, gecikmeye tahammülü yok. Uzun vadeli projelerden çok günü kurtarma eğilimindedir. Bu nedenle hiç olmazsa Hıristiyan kesimin desteğini yedekleme beklentisi, Ratzinger’i öne çıkardı.
Burjuva bilim adamlarının laboratuarda materyalist, laboratuar dışında ise idealist olduğu kabul edilir. Ratzinger ise doğrudan bilime, Görelilik Teorisi’ne bile tahammülsüzdür. Çünkü Görelilik bir esnekliği içerir. O ise, her şeyi tanrının belirlediğini, dolayısıyla Bush’u da tanrının seçtiğini söyleyen/dayatan bir siyasal yapının Vatikan’daki karşılığıdır. Bu egemen kesim, dünyayı kendi çıkarları paralelinde biçimlendirme eğilimindedir. Bunu yaparken de dini ideolojiyi bir araç olarak kullanmaktadır. Bunun en etkili taşıyıcılarından biri de Papa’dır.
Büyük ölçüde tutucu değerleriyle bilinen Amerikan Toplumunun yanında, Avrupa’da bir dönem sosyalizm tehdidi karşısında öne çıkarılan demokratik, sosyal çerçevenin bugün tekrar daraltılmış olması, yeni Papa tercihiyle örtüşen olgulardır. Amerika’da Katolikler, mevcut tercihle uyum gösterecek durumdadır. Evangelistler ise Protestan olmalarına rağmen çok farklı bir duruş içinde sayılmazlar. Kısacası, Amerikan toplumunun bugün yaklaşık üçte ikilik kesimi böyle bir katılık arzediyor. ABD, kendi egemenliğine karşı gelişebilecek tutum alışları, Hıristiyan dünyasında, bu araç üzerinden frenlemeyi de tasarlıyor. Hatta insanlarda gelişen, geleceğe karşı umutsuzluk, karamsarlık; sisteme karşı güvensizlik eğilimlerini de din üzerinden yönlendirmeyi, farklı mecralara akışı önlemeyi amaçlıyor.
ABD’nin dini olgular üzerinden toplumları etkilemesi/yedeklemesi tabii ki salt Hıristiyan kesimlerle sınırlı değil. Fettullah Gülen’in Asya’nın en uç noktasına kadar uzanan ve ABD tarafından finanse edildiği bilinen örgütlenmesi, bu eğilimin bir diğer bileşenidir.
Sayı 17 (Mayıs – Temmuz 2005)