“Felsefesiz yapamayız,
çünkü her şeyin bilmemiz gereken gizli bir anlamı vardır.” (Gorki)
ABD politikalarını Trump’ın aklıyla, kişiliğiyle açıklamak gibi Türkiye’de de her şeyi Erdoğan’ın kişiliği, karakteri ile açıklamak, ülke politikalarının belirlenmesinde temel öneme sahip güçlerin (sınıfsal egemenliğin) dikkate alınmaması, dolayısıyla da magazine ve yanılgıya açık olmak anlamına gelir.
Bugün artık dünya öylesine hızlı dönüyor, gerek sermaye güçleri arasında gerekse emekçilerin saflarında biriken enerji öylesine zorlayıcı oluyor ki bu temel olguları dikkate almadan yapılacak değerlendirmelerin isabet şansı kalmıyor.
Bizler, şu veya bu nedenle günü kurtarmak üzere ikincil-üçüncül (tali) önemdeki olguları, kişisel rolleri öne çıkarıp değerlendirme yapabiliriz. Ancak bu, niyetten bağımsız olarak bizi gerçeklikten uzaklaştırır ve manipülasyonlara açık hale getirir.
Daha önceki yeniden paylaşım savaşı dönemlerinde savaşın sınıfsal niteliği, sürecin özgünlüğü doğru kavranamadığı oranda yanlış yerlerde saf tutuldu, ayrışmalar yaşandı. Bugün de dünyada olup bitenler, sürecin bir yeniden paylaşıma işaret eden niteliği, başta ABD olmak üzere küresel aktörlerin rolü, döneme özgü saflaşmalar kavranamadığı sürece muhtemel gelişmeleri, yeni düzenin oluşumunu vb. doğru değerlendirebilmek mümkün olmaz.
Daha önce de çeşitli biçimlerde belirttiğimiz gibi sınıfsal ayrışma ve nitelikler üzerinden neden-sonuç ilişkisi kurulamadan dünyada-bölgede ve ülkede olup biteni anlamak zor. 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan ve ABD’nin belirleyici olduğu düzenin taşları yerinden oynadı. Tahmin edilebileceği gibi uzun süreli ve çok bileşenli bir tahkimat üzerine bina edilmiş sistem bir anda son bulmaz. Ancak bu, yeni bir paylaşım eşliğinde yeni bir düzen oluşumunun içine girildiğinin habercisidir. Bu süreçte sıcak çatışmalar, ticaret savaşları, tehditler, şantajlar vb. eşliğinde yeni saflaşmalar ve kutuplaşmalar yaşanacaktır. İşte böyle bir resim içerisinde, paylaşımın en sıcak noktasını oluşturan Ortadoğu’da, özellikle de Suriye’de yaşanan bir saldırıyı, salt askeri değil politik sonuçları ile de değerlendirmek gerekiyor.
ABD politikalarında Trump’la değişen nedir?
Bu, genel kabul gören bir doğrudur; ABD politikaları başkana göre değil başkan ABD politikalarına göre belirlenir. Dolayısıyla tipleri, mizaçları, hatta renkleri ve mimikleri (buna bile dikkat çeken değerlendirmelere rastlanıyor…) farklı olsa da Bush’tan Obama’ya ve Trump’a kadar tüm başkanlar için tekelci sermayenin çıkarları paralelinde politik bir devamlılıktan söz edebiliriz. Cumhuriyetçilerle Demokratlar üzerinden kendini ifade eden farklı tekel gruplarının olması, bunların aralarındaki çelişmeler, baskı grupları vb. iktidarın sınıfsal özünü değiştirmiyor.
Hatırlanacak olursa Trump “Yeniden Büyük Amerika” sloganıyla geldi. Bu, aynı zamanda, yeniden paylaşıma ve dağılan taşlara rağmen ABD’nin emperyalist ülkeler arasındaki liderliğini/başatlığını koruma ve tek belirleyici olma ısrarının ifadesidir; paylaşım savaşı gerçekliği ve bunun kaçınılmaz gerekleri düşünüldüğünde, seçim sürecinde Trump ne demiş olursa olsun, ABD’nin “büyük olmayı sürdürmek için” tehdit, şantaj, savaş dahil tüm araç ve yöntemlere başvurmaktan geri durmayacağının işaretidir.
Kısacası, “ha” denince nasıl neoliberalizmden korumacılığa dönülemiyorsa, dünya savaşı koşullarında küresel bir güç (başkan seçimlerde ne demiş olursa olsun) paylaşımın en sıcak noktasından “pardon” deyip çekilip gitmeyecekse, ABD de Suriye’yi Rusya’ya bırakmayacaktı. Tam da bu bağlamda Trump’ın hoyratlığı-kuralsızlığı, olsa olsa ABD’nin saldırganlığı ve kuralsızlığı için kullanılacaktır. Çünkü dönem, sermaye/emperyalizm için kuvvetler ayrılığı dahil biçimsel de olsa “demokratik işleyiş” adına oyalanmayı değil, engelsiz-gecikmesiz biçimde politika üretip uygulamayı gerektiriyor.
ABD hâlâ güçlü; ancak aktör ve cephe sayısındaki çoğalma, onu tek belirleyen olmaktan çıkarmış durumda. Yeniden büyük olma hesaplarında, taşeronları daha aktif kullanmanın yanında Obama döneminden farklı olarak doğrudan kendi askeri gücünü kullanmak da var. Dikkat edilirse, seçim döneminde maliyetten söz edilip kimi bölgelerden asker çekme veya azaltma konusu gündeme geldiği halde, Rusya’nın batısında Finlandiya hariç hemen her ülkeye asker yerleştirilmiş, doğu Avrupa’ya NATO üzerinden muazzam bir askeri yığınak yapılmış durumda.
Suriye’de Trump’lı ABD
Trump’ın seçim meydanlarından Rusya’yla ilişkilere, Ortadoğu ve Suriye’ye dair söyledikleri kimilerinde barış, Rusya’yla uzlaşma vb. türden beklentiler oluşturduysa da sürecin niteliği yani sınıfsal dinamikler kısa sürede belirleyiciliğini hissettirmeye başladı.
Gelinen aşamada, Trump “Önceliğimiz Esad değil, IŞİD ile mücadele” demiş olsa da ABD politikalarının bölgedeki son tablosunun IŞİD’ten vazgeçmek değil onu bir enstrüman olarak kullanmaya devam etmek yönünde olduğunu gösteriyor. Şayrat Hava Üssü’ne yapılan füzeli saldırı sonrasında IŞİD’in Humus’ta saldırıya geçmiş olması da son Palmira saldırısını ABD’den bağımsız yapma ihtimalinin olmaması da Deyr Ez Zor’da ve Musul’da ABD desteğinin devam ettiğine dair emareler de bu kanaatimizi doğruluyor.
Her ne kadar ABD Suriye’deki ağırlığını Rakka, Palmira ve Deyr Ez Zor gibi Sünni ağırlıklı doğu bölgesine vermiş ise de füze saldırısı sonrasında daha da önem kazanan İdlib dahil batıdaki cihatçılarla ilişkisini kesmiş değil.
AKP’nin Suriye/bölge hesapları bitti mi?
TSK’nin Fırat Kalkanı operasyonunun sonuçlandığına dair açıklaması sonrasında, AKP’nin Suriye hayallerinin bittiğini zannedenler de ezberlenmiş bir alışkanlıkla veya “Silopi’ye yığınak yapıldıysa Şengal’e girilir” mantık yürütmesiyle “Dicle Kalkanı” değerlendirmeleri yapanlar da oldu.
Söz konusu değerlendirmelere daha fazla değinmeksizin söylemek gerekirse; AKP’nin Suriye’ye dair bunca hesap, iddia vb. sonrasında Cerablus-Azez-El Bab cebiyle yetinmesi, halka bunu anlatabilmesi olası görünmüyor. Eğer hâlâ Kürt kantonları üzerinde bozucu bir etki yapma hesaplarından ve batıda cihatçı çetelerle ilişki içinde alan tutma dahil rol almaktan vazgeçmemişse; Afrin, TSK’nın hedefi olmaya devam edecek ve İdlib’tekiler dahil cihatçı güçlerle ortak hareket etme eğilimi korunacak demektir. Aynı zamanda Şayrat Hava Üssü saldırısı sonrasında oluşan tablo, AKP’nin/TSK’nın ABD ile Suriye’de aynı eksende durduklarının genel anlamda bölgede taşeronluk bağlamlı ilişkinin devam ettiğinin göstergesi oldu.
Şengal neden El Bab’a benzemez?
TSK’nın Silopi’ye yığınak yaptığı doğru. Ancak haritada Silopi’den bakınca Şengal’in görünmesi, TSK’nın El Bab’tan sonra Şengal’e gireceği anlamına gelmiyor. Bu belki başlı başına bir yazı konusu ama kısaca söylersek; Irak, Suriye değildir; Şengal El Bab değildir; PKK veya Haşdi Şabi de IŞİD değildir. AKP kurmaylarının gönlünden elbette böyle bir işgal/operasyon geçer; ama orası ABD’nin Türkiye’ye uzatacağı “havuç” olmadığı gibi Irak’ta, El Bab’a giderken sağlanan kolaylıkların hiçbirinin olmadığı unutulmamalıdır. Birincisi El Bab’ın uzaklığı yaklaşık 30 km. Şengal’in ise yaklaşık 200 km. Irak ordusu TSK’nın girişine razı değil. Daha da önemlisi IŞİD, TSK’nın geçtiği yerleri boşaltırken, Irak’ta bunun tam tersi bir direnişle karşılaşma ihtimali kesin. Özetle, ortada bir yığınak var ama bu, gözdağı için de bölgede kurulması muhtemel Sünni oluşum için bir güvence de olabilir; bu nedenle, “Dicle Kalkanı” gibi ezberlerle işin kolayına kaçmamak gerekiyor.
ABD-Türkiye ilişkilerini öznelleştirilmiş zorlamalarla ve “Erdoğan’ın çizildiği, ilişkinin bittiği” değerlendirmeleri üzerinden yapmak yerine bölgeye bakıldığında, birden çok noktada ve çeşitli nedenlerle ilişkinin devam ettiği görülür. Örneğin Trump’la beraber tekrar İran’ın hedefe konulmuş olması, İran’ı etkisizleştirmeden ne Irak’ta ne de Suriye ve Lübnan’da istenilen sonuca varılamayacağı değerlendirmesine dayanıyor. Ayrıca ABD’nin başka hiçbir neden kalmasa dahi salt İsrail ve Suudi Arabistan’ın güvenliği için İran’ı hedefe koyabileceğini söylemek de abartılı olmaz. Tam da bu noktada akla “Eğer ABD İran’ı şu veya bu şekilde sıkıştıracak, kuşatacak veya tehdit edip sınırlayacaksa, bunu kiminle yapabilir?” sorusu geliyor. Gerçekte bu güç TSK’dır. AKP-ABD ilişkilerinin bundan sonraki seyri bir de bu açıdan değerlendirilmelidir. Mesela Zarrab meselesi bu konuda bir çeşit “ikna, razı etme” aracı olarak düşünülebilir.
Sonuç yerine
Trump, çeşitli nedenlerle bugüne kadar başkanlığını sağlayabilmiş, rüştünü ispatlayabilmiş değildi. Bu, ABD’de bir başkandan diğerine geçiş sürecindeki engelleri akla getirse de Trump özgülünde sürecin uzadığını ve direncin daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Ancak süreç ciddi, dünya hızlı dönüyor. Artık başkanın iradesini gösterip, Rusya, Çin, Kuzey Kore, İran gibi ülkelere mesaj vermesi gerekiyordu. Yani mesaj hem iç kamuoyuna hem de dünyadaki karşıt eksene verildi. Deyim yerindeyse Trump başkanlığını havai fişekle değil Tomahawk gösterisiyle ilan etti.
Bu türden hamleler bazen bulanık gibi duran dizilimi netleştirir; kimlerin, nerede, kimlerle beraber durduğunu görünür hale getirir. Füze saldırısı sonrasında genelde Avrupa’dan özelde İngiltere’den; Türkiye, İsrail, Körfez monarşileri ve Salih Müslim’den gelen açıklamalar, ABD eksenindeki toplamı göstermiştir.
Suriye dahil Ortadoğu’daki savaş, yeniden paylaşımın nerede, hangi coğrafyada yapılmakta olduğunun da göstergesidir. Lokal anlaşma ve uzlaşmalar ayrışmanın, saflaşma ve kapışmanın özünü değiştirmiyor. Yeni düzen için henüz aktörler “peşrev” aşamasında ise de artık geri dönüşü yok. Paylaşım mücadelesi sıcak savaşı da içerecek şekilde başlamıştır. ABD’nin gerçekte Rakka’ya girme hesabı, IŞİD’i temizlemeye değil alan tutmaya dayanıyor; Deyr Ez Zor’a helikopterle IŞİD’çi taşıma ihtiyacı duyması da Musul’un Sünni aşiretlerde kalmasını sağlayacak atraksiyonları da bu çerçevede değerlendirilmelidir.
İşte “Başkanlık, kimlerin çıkarınadır; ne yapılmak isteniyor da Erdoğan’a sıfır denetimli sonsuz yetki veriliyor?” sorusu, yukarıdaki gerçekler eşliğinde değerlendirilmelidir. Diğer bir ifadeyle otoriter bir rejimin amaçlandığı doğru ama “ne için otorite” sorusunun da yanıtlanması gerekiyor.
Yukarıdaki fotoğraf, referandum sonucu ne olursa olsun AKP’nin/Erdoğan’ın neden hesaplarından vazgeçmeyeceğinin göstergesidir. Aynı zamanda Hayır’ı neden kesintisiz ve örgütlü biçimde 17’sine taşımak gerektiğinin değerlendirmesidir.