Zorunlulukların esiri olmadan…
Burjuva partileri, aralarındaki farklar temel önemde olmadığı için, mücadelede hedef çıtasını düşürebiliyorlar. Örneğin burjuva partilerden biri olan ana muhalefet partisinin kapitalizmi reddetme, dolayısıyla faşizme karşı durma, emperyalist dünya sistemine itiraz etme şansı var mı? Şans bir yana, böyle bir niyeti/amacı var mı? Buna, CHP ile kurulan tüm temaslara, düşlenen birliklere rağmen hangimiz gönül rahatlığıyla olumlu yanıt verebiliyoruz?
Peki, sol adına hareket edenler, CHP ile (yalnızca tabanıyla ve daha ileri duruşa sahip milletvekilleriyle değil) kurumsal düzeyde bir birlik nasıl düşünebiliyor ve örneğin çıta nasıl AKP karşıtlığına (hatta Erdoğan karşıtlığına) kadar düşürülebiliyor?
Daha önce Erdoğan’ın başbakan, Gül’ün cumhurbaşkanı olmasında veya referandumdan evet çıkmasında olduğu gibi sık sık miladi tanımlar, ölüm-kalım eşikleri öne çıkarılmakta ve mücadele hedeflerinden ittifaklara kadar her şeyin, zorunluluklarla açıklanan pragmatik bir duruşa tahvil edildiği bir zemin oluşmaktadır.
Sol böyle günü kurtarır ve zorunlulukların esiri olurken, egemen sınıflar yerinde durmuyor, lokal ve global her alanda uzun vadeli programlarını adım adım gerçekleştiriyor. Onların her zaman için b, c vb. planları vardır. Örneğin biz başkan yaptırmadığımızı zannederiz, onlar çoktan fiili başkanlığa geçmiştir. Biz, faşizmi kişiyle açıklar ve kişiye odaklanırken (ormana değil ağaca bakarken) onlar faşizmin açık icrasını bile yasal çerçeveye oturtmuş, faşizmin ideolojisini de tehdidini de yaşamın kılcallarına dek taşımıştır.
Hayal kırıklığı, yabancılaşma ve kanıksama…
Sol muhalefet, “ya hep ya hiç” noktasında bir felaket tablosu çizilerek Erdoğan’ın başkanlığının önlenmesi ve barajın aşılmasına odaklandıktan sonra, ortaya çıkan sonucun Kürt sorunu dahil hiçbir konuda bir şeyi değiştirmediği görülünce, bir hayal kırıklığı ve siyasete karşı bir yabancılaşma yaşanıyor; insanların enerjisi düşüyor, isteği/heyecanı kalmıyor. Daha da kötüsü, sistem kanıksanıyor, köklü çözümler yerine günü kurtaran bireysel çözümler yaygınlaşıyor.
12 Eylül’den bugüne mevcut tablo; Tahkim’le, Gümrük Birliği’yle, 2010 referandumuyla, 4+4+4’le, torba yasalar ve İç Güvenlik Yasası ile beraber düşünüldüğünde gerçekte sermayenin anayasa değişikliğine de sanıldığı veya anlam yüklendiği denli ihtiyacı olmadığı, hemen her alanı 12 Eylül’ü de aşan boyutta düzenlediği görülür. Bu nedenle, hiç olmasa biz devrimciler, Hazirancılar parçaya veya çeşitli biçimlerde karşımıza çıkarılan cambaza değil, kafamızı kaldırıp bütüne bakalım. Günü kurtaralım derken, karşı çıktığımız sistemin devamına imkan tanıyan veya farklı zeminde/biçimde yeniden üretimi anlamına gelen ilişkilerin parçası olmayalım. Olmayalım ki, Türkiye devrimci gençliğinin yaşadığı en büyük katliam olan Suruç’un unutulmamasını, onları sahiplenmenin gereğinin yerine getirilmesini ve böyle bir katliamın tekrarının önlenmesini sağlayalım.
Hem aklımızı hem kalbimizi çalıştıralım. Çalıştıralım ki bombaların sadece Zergele’ye (sivil halka) atılanına değil, Kandil’in üzerine yağdırılanına da karşı duralım. Dostu düşmandan ayırmak için, “Hakkari’de Türkün gücünü” göstereni ve vurulan kadını çırılçıplak soyup teşhir edeni, “Türk’ün adını da kirlettiler, bizi utandırıyorlar, ben de Türk’üm” diyenler gibi ırkıyla değil sınıfıyla değerlendirelim. Çünkü onlarla hiçbir ortak yanımız yok, dolayısıyla onlara karşı utanma dışında bir tepki gerekiyor.
Böyle bir bakış açısıyla hareket ettiğimizde göreceğiz ki boğaz kesen IŞİD’li de, fırın işçisi çocukları “terörist” diye katleden de, Erdoğan veya Davutoğlu da yalnızca bir şahıs (dolayısıyla kişisel bir mesele) değildir; bir olgudur, sınıfsal bir meseledir.
Gölge boksu mu yöntemli-hedefli mücadele mi?
Sorunları özünden koparıp biçime indirgediğimizde, sistemsel kötülükleri yalnızca 12 Eylül veya 90’lar gibi özel takvimlerle açıklar duruma düşeriz. Halbuki sorunlara sınıfsal ilişki ve çelişkiler bağlamındaki saflaşma ve devamlılık açısından baktığımızda, bugün 90’lı yıllardan daha ileride olmadığımızı görürüz. Tek tek faili meçhullerin yerini Roboski, Reyhanlı, Soma, Kobane, Suruç vb. aldı. Çatlı’ya ihtiyaç kalmadı, onun yerini devletin bunun için eğitilmiş resmi kadroları daha da meşru bir görünümle dolduruyor.
Bu toplam tablo içerisinde “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganının sembolik ve Erdoğan’a öfke nedeniyle kulağa hoş gelen yanları olabilir. Olup biteni “güç zehirlenmesi” ile açıklamak, kimilerine önemli sosyolojik bir tahlil gibi gelebilir. Ancak mücadele, hedef küçültmeyi değil büyütmeyi, çıtayı yükseltmeyi gerektiriyor. Bunun da yolu, devleti şahıslara, sistemi de alkol satışının yasaklanması, zorunlu din dersi, kürtaj yasağı gibi tek tek olgulara indirgemeden bütünlüklü bakabilmektir; sistemin yansımalarıyla değil kendisiyle mücadele etmektir; çözümü parlamenter sayısını çoğaltmakta değil, mücadele mevzilerini artırıp büyütmekte aramaktır.
Pax Americana mı?
7 Haziran’dan sonra daha çıplak biçimde görüldüğü gibi Kürt sorunu, coğrafyamızın en temel ve acil çözüm gerektiren sorunlarından biri olma özelliğini koruyor. Ancak savaşın tekrar yoğunlaştığı mevcut tablonun bile gerekli öğreticiliği sağlayamadığı dolayısıyla çözümün yanlış yerde arandığı görülüyor.
Basına düşen kimi haberlere ve doğrudan izlenebilen çeşitli gelişmelere bakıldığında, KCK’nin barış için ABD’nin devreye girmesini ve güvence vermesini istediği görülüyor. Dolayısıyla da bu durum, “bunca çözümsüzlükten ve oyalamalardan sonra şimdi de Amerikan barışı mı?” diye bizleri kaygılandırıyor. Bu kaygımızı artıran olgulardan biri de sınıfsallığın terk edilmesi oranında solda, savaş-barış vb. konuların ele alınışında giderek yaygınlaşan ölçüsüzlüktür.
Evet, biz “amalı fakatlı” bir barışı savunuyoruz. Bir taraftan “İkirciksiz anti-emperyalizm ve ABD karşıtlığı” diğer taraftan “amasız fakatsız barış savunusu” olmaz. Hatırlanacak olursa, tam da bu bağlamda ve bu nedenle Birleşik Haziran Hareketi’nin programında “Kürt sorununun çözümünde özgürlük temelinde kardeşlik ve birlikte yaşama iradesine dayalı, adil, onurlu bir barış”tan söz edilmişti. O günden bugüne, özellikle de seçim sürecinde estirilen günü kurtarma rüzgarının da etkisiyle, bu sınıfsal bakış açısının (dolayısıyla da duruşun) giderek aşındığını görüyoruz.
7 Haziran’da, tüm ihtimaller tek ihtimale indirgenip, çözüm=seçim denklemine odaklanıldığında görüldü ki sandıktan 35 yerine 80 parlamenter çıksa da beraberinde çözümü getirmiyor. Aksine, (genel anlamda söylersek) sol olarak durumu idrak edip teke indirilmiş seçenekten yeni bir seçeneğe yönelmeden karşımıza bir kez daha seçim alternatifi kondu. Deyim yerindeyse, “siz bir kez daha umut oyunu oynayın, ben de kendi çizdiğim yolda taşlarımı döşeyeyim” dendi.
O halde 7 Haziran’dan, en azından tek seçenekli davranmamak gerektiği, sistemi parlamentodan faşizmi de AKP’den ibaret görmemek gerektiği, çok yönlü ve çok olasılıklı hazırlığın mücadelede başarı için şart olduğu sonucunu/dersini çıkaralım.
Bu kısa sürede (biliyor olsak da) bir kez daha yüzleştiğimiz gerçeklerden biri de onurlu bir barış, ezilenler arası birlik ve kardeşlik için atılacak her adımda antiemperyalizmin şart olduğudur. ABD, AB, NATO ve BM ile bugüne dek halkların hangi sorunu çözüldü ki barış sağlanıp Kürt halkının sorunu çözülsün?
Bir kez daha egemenler tarafından belirlenen bir gündemle, oldu bittiyle karşı karşıya bırakıldığımız bir süreçte, gerek aklımızı ve tecrübelerimizi gerekse güç ve imkanlarımızı birleştirip, süreçte belirlenen değil belirleyen olacaksak, bunun birincil koşulu; ezilenler cephesinde mümkün olan en geniş kapsayıcılıkta bir ortaklaşma sağlayabilmektir.
Emperyalizme, faşizme ve gericiliğe karşı, halkların özgürlüğü için birlik
Türkiye’de rejim, parlamenter demokrasi diye yazılır, faşizm diye okunur. Demokrasinin, barışın, temel hak ve özgürlüklerin burjuva tanımının demagoji ağırlıklı olduğu, hak-hukuk deyince egemen sınıfların hak ve hukukunun kastedildiği bilindiği oranda, bu konuda alternatif tanımlara ihtiyaç duyulur. Alternatifin doğru tanımlanması ve içinin doldurulması ise, sınıf bilincini gerektirir. Taraflar üstü bir demokrasi, koşullar üstü bir barış yoktur.
Benzer şekilde soyut, kendinden menkul veya sınıflar üstü bir demokratikleşme yoktur. Bir hareketin demokratik olarak tanımlanabilmesi dolayısıyla da desteği hak etmesi için asgari ölçüt anti-emperyalist, anti feodal olmasıdır. Bu nedenle sınıf karşıtlarıyla aradaki çizgi çok net çekilmelidir.
Girdiği her alana siyasal gericilik taşıyan emperyalizm, ilericilikle beraber anılmaz. Aynı zamanda işgal, hegemonya ve savaş demek olan emperyalizm, hiçbir coğrafyaya barış getirmez. Bu nedenle barışla, özgürleşmeyle beraber anılmamalıdır.
Bu genel kabuller çerçevesinde seçim ittifakları, bir güç ve işbirliği olarak değil, planlı-programlı birlikler olarak görülmelidir. Salt oy hesabıyla, sandığa kadar güç birliği biçimindeki ortaklaşmalar, attığı her adımdan halka karşı sorumlu olan devrimcilerin kaçınması gereken bir tarzdır. Zorunluluklar, ilkeleri esnetmenin, değerleri eğip bükmenin değil, bilinçli ve örgütlü bir duruşun sebebi olmalıdır.
Günümüz koşullarında emperyalizme ve faşizme karşı durmadan, bölgede ve ülkede alternatif politika üretmek, düzen politikalarına alternatif geliştirmek mümkün değildir. Bu nedenle seçim ittifakı, emperyalizme ve faşizme karşı halkların özgürlüğü için birlik temelinde organize edilmelidir. Bunun için salt niyet etmek veya genel geçer çağrılar yapmak yeterli değildir. Gerçekten böyle bir ortaklaşma isteniyorsa, öncelikle bu konuda açık ve net bir çalışma programı ortaya konmalı; bunun gerekleri hafife alınmadan, eşit ilişki temelinde yerine getirilmelidir.