AKP’NİN TÜRBAN MANEVRASI
VE SÜRECE DAİR ANALİZLER
2008 yılının nasıl geçeceği, 2007’nin yaz aylarının ortalarından itibaren, yapılan tartışmalarla büyük oranda ortaya çıkmış, netleşmişti. Başta ABD olmak üzere emperyalist-kapitalist sistem, konut sektörü, vb alanlarda suni de olsa oluşturduğu kredi köpüğü ile bir talep patlaması yaratmış, bu taleplerin karşılanmasına yönelik bir canlanmayı birkaç yıldır zaten kullanmıştı. Sonuçta kredilerin ödenmesi aşamasına gelinmiş, Mortgage gibi krizi erteleme yöntemlerinin bizzat kendisi, ertelenemez bir sorun olarak gündeme girmişti. Gerçekte bu, dar anlamda mortgagenin değil sistemin tıkanmasıydı.
Daha önce yaptığımız çeşitli değerlendirmelerde, emperyalist kapitalist sistemin küresel saldırısının sonuçlarının yeni sömürge ülkelerdeki ücretlerin aşağı çekilmesi ve halkın yaşama standardının düşürülmesiyle kalmayacağını, bir süre sonra metropol ülkelerdeki halkın yaşama düzeyine ve işçi sınıfının kazanımlarına da yansıyacağını, bu zincirleme etkinin ekonomide giderek bir durgunluğa sebep olacağını söylemiştik. İşte bu sonuçlar, daha büyük sarsıntıların habercisi olarak ortaya çıkmaya başladı. Örneğin Çin, 2007 yılında yüzde 11,6 ile tarihinin en büyük büyümesini yaşarken, Amerikan ekonomisinin sadece yüzde 2-2,5 gibi bir gelişme göstermesi, hatta enflasyonla beraber düşünüldüğünde daralma anlamına gelebilecek bir sınırda kalması, yaşanacakların habercisiydi. Dolayısıyla haber vererek gelen sürecin karşısında neler yapılabileceğine dair emperyalist kuruluşlarca çeşitli önlem paketleri sunulmuş da olsa, Amerikan Merkez Bankası bugüne kadar faiz düşürmenin dışında bir başka alternatif üretebilmiş değildir. Kaldı ki birçok ekonomist bunun da karşılaşılabilecek olan sorunu aşmakta yeterli olmayacağını, gelişmelerin küresel anlamda bir daralmaya, krize yol açmasının engellenmesinin mümkün olmadığını 2007 yılının yaz ortalarından itibaren vurgulamıştı.
2008 yılı tam da beklentilere uygun şekilde başladı. İlk günden itibaren mortgage kriziyle ilgili mali kuruluşların ard arda gelen açıklamaları sadece tetikleyici bir rol oynadı. Sonuçta Amerikan Merkez Bankası zorunlu olarak iç pazarı genişletme amacına yönelik biçimde faiz oranlarını hızla düşürdü. Bu hızla düşürmenin, belki uluslararası sermayenin yeni bir yatırım alanı olarak Amerika’yı görmesi nedeniyle krizi erteleyici bir etkisi oldu. Bu durum dünya borsalarındaki çöküşü biraz yavaşlattı. Birinci günkü çöküşü ikinci gün kısmen bir yavaşlama izledi. Ama her defasında, her zikzakta, devletin ekonomiden çekilmesini savunan neoliberallerin politikasının tersine, Amerikan hükümeti, yüzmilyarlarca dolara varan parayla batan firmaları sübvanse etmek, onları kurtarmak zorunda kaldı. Ne var ki iktisatçılar dahil çeşitli kesimlerden, devletin şirket kurtarması yerine liberalizmin genel kurallarının işletilmesinin daha doğru olacağı yönünde eleştiriler gelmeye başladı. Dolayısıyla Amerikan hükümetinin ekonomiye daha fazla müdahale ile bu tür şirketlerin batmasını engellemesi mümkün görünmüyor.
Özellikle yaz aylarına doğru krizin tüm dünyada genişleyeceği, derinleşeceği varsayılıyor. ABD’yle anılan bu krizin AB ülkelerini de kısmi olarak içine alması benzer sorunların bu ülkelerin finans sektöründe de yaşanması bekleniyor. Özellikle kendi iç dinamiği ile belli bir gelişme gösterebilme olanaklarına sahip Çin, Hindistan gibi ülkelerde krizin daha sınırlı olacağı; bu ülkelerin sahip olduğu çok geniş iç pazar olanakları nedeniyle(iç pazara yönelik bir üretimle iç pazar taleplerinin artırılmasıyla) krizi daha kolay atlatabileceği, yani krizden bu ülkelerin daha az etkileneceği; buna karşılık ABD ve metropol ülkelerde krizin bugüne kadarki krizlerden çok daha derin yaşanacağı ekonomistlerin genel kanaati durumundadır. Benzer şekilde yeni sömürge ülkelerde de etkili olması beklenen krizin, özellikle ihracata dayalı olan ama büyük bir dış ticaret açığı yaşayan ülkelerde çok daha yıkıcı etkiler yaratması bekleniyor. Bu bağlamda akla ilk gelen ülkeler Güney Afrika Birliği ve Türkiye’dir. Evet, Türkiye’de önümüzdeki yaz aylarında dünyadaki diğer ülkelere göre çok daha derin boyutlarda yaşanabilecek bir krize kesin gözüyle bakılıyor. Türkiye ayrıca böyle bir krizi derinleştirebilecek pek çok potansiyel sorunla kuşatılmış durumda. Örneğin Türkiye’nin güneyinde yer alan Irak’ta en ufak bir değişim bir dalgalanma Türkiye’nin iç ve dış politikasından ekonomik yapılanmasına kadar etki edebilmektedir. Irak daha şimdiden Türkiye’nin dış ticaretinde neredeyse 10 milyar dolara yakın bir ticaret hacmiyle önemli bir yer tutuyor; ayrıca, genelde Irak’ın özelde işgal ordusunun ihtiyaçları bağlamında tarım ürünlerinin en önemli ihraç alanlarından birisidir. İşte bu ticaret grafiği, Türkiye’nin bölgeye dair politikalarından kolaylıkla etkilenebiliyor. Bunun dışında Kürt sorunundan AB sürecinde yaşanabilecek tıkanmalara, Ege sorunundan Kıbrıs sorununa ve bir bütün halinde bölgesel sorunlara kadar ekonomik işleyişe etki eden pek çok faktörden söz edilebilir. Aynı tarihsel süreçte ülkenin siyasal grafiğinde de ciddi dalgalanmalar beklenmelidir. İç çelişmeler de emperyalizmle girilen ilişkiler de giderek büyüyen bir gerilme potansiyeliyle süreçte etkili olacaktır. Özellikle, geçen yaz aylarında geniş kitlesel gösterilere yol açan oligarşi içerisindeki farklı eğilimlerin kendi talepleri doğrultusunda mücadeleyi sürdürecekleri ve bu mücadelenin önümüzdeki dönemde daha da radikalleşerek belki de kendi içinde bazı evrimleşmelere uğrayarak gelişeceği biliniyor. Bir çeşit sözcü sıfatıyla konuşan Tuncay Özkan’ın CHP kongresine dair beklentilerini açıktan dillendirmesi ve gerektiğinde bir parti kurmak için hazırlıkların büyük oranda tamamlanmış olması, geçen sene kitleleri alanlara çeken mücadelenin ortadan kalkmadığını her zaman için kitleselleşme boyutunu da taşıyacak tarzda sessiz ve derinden devam ettiğini gösteriyor. Bugün belki askeri kesimler güncel politik gelişmelere müdahale etmiyor gibi görünüyor. Ama benzer tepkiler Yargıtay Başkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Üniversitelerarası Kurul, vb aracılığıyla dillendiriliyor.
Gerek emperyalist tekellerin gerekse AKP’nin temsil etmiş olduğu sınıf ve katmanların talepleri doğrultusunda beklenen uygulamalar şu anda görülenden çok daha fazla bir muhalefetin oluşmasını beraberinde getirecektir. Bu uygulamaların başında, IMF’nin son 5 yıldır sürekli olarak Türkiye’ye olmazsa olmaz düzeyinde dayattığı fakat hiçbir siyasal iktidarın çıkarmaya cesaret edemediği Temel Sağlık Sigortası ve Sosyal Güvenlik Yasası geliyor. Buna mecbur bırakılan AKP iktidarı yasayı iki yıldır ertelemeler eşliğinde gündemde tutuyor. Bu yasa Türkiye’deki dengeleri altüst edebilecek ve geniş bir toplumsal muhalefeti harekete geçirebilecek kadar önemli bir yasadır. AKP böyle bir yasanın Türkiye’de siyasi anlamda nelere yol açabileceğini çok iyi biliyor.
Bugüne dek gerek parlamento düzeyinde gerek parlamento dışında AKP’nin uygulamalarına karşı ciddi/etkili bir karşı duruşun olmaması, muhalefetin uygun bir perspektiften, geniş kitleleri kucaklayabilecek ve onların mücadelesiyle bütünleşebilecek bir mücadele çizgisinden yoksun olması, AKP’yi bugüne kadar saldırgan politikaları rahatlıkla izlemede, pervasızca hareket etmede cesaretlendirmişti. Ancak önümüzdeki süreçte AKP’nin işinin bu denli kolay olacağı söylenemez. AKP’nin açmazları bunlarla sınırlı değil, Türkiye’de bugünkü ekonomik yapının kendini sürdürebilmesi için her yıl ortalama 70-80 milyar dolar civarında bir sıcak paranın ülkeye girişinin sağlanması gerekiyor. Ama şu andaki ekonomik kapasite ve uluslar arası konjonktür (kriz) böyle bir kaynağın bulunmasını olanaksız hale getiriyor. Bundan sonra yabancı sermayenin ülkeye doğrudan yatırımlar tarzında gelebilmesinin önünde ciddi engeller var.
Globalleşmeden söz ederken de belirttiğimiz gibi Türkiye’deki iş gücünün maliyeti, ticaret kolaylıkları, bunların dünya pazarına özgürce sunulması konusunda Türkiye’nin sağlamış olduğu kolaylıklar en az bir Çin, Hindistan, Malezya, Singapur ya da Güney Kore gibi ülkelerin sağlamış olduğu kolaylıklar düzeyine getirilmeden yabancı sermayenin yoğun bir şekilde Türkiye’ye doğrudan yatırımlarını çekmesi mümkün değil. Türkiye’ye bu çerçevede emekli maaşları ve asgari ücretin düşürülmesi, kıdem tazminatı gibi 30 yıldır hiçbir siyasi iktidarın dokunmaya cesaret edemediği bir olgunun zamana yayılmaksızın sonuçlarıyla beraber ortadan kaldırılması, sosyal güvenlik sisteminin tekelci burjuvazinin talepleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi ve bunun sonuçlarının göğüslenmesi gibi talepler dayatıldı. Bu yasal çerçeveyi uygulamak hem AKP’nin kendi varlık gerekçesi hem Türkiye’deki emperyalist kapitalist ilişkilerin sürdürülebilmesinin zorunlu koşuludur. Hatta anayasa ile beraber düşünüldüğünde AKP, Türkiye’nin yeni sömürge statüsünde bir aşama anlamına gelecek olan bir yasal çerçeveyi topluma kabul ettirebilme zorunluluğuyla karşı karşıyadır.
Borsadaki işlemler ya da devlet tahvilleri yoluyla gelebilecek sıcak paranın 20-30 milyar doları geçmediği ve ABD’de yaşanan süreç sonucunda bundan sonra sıcak paranın Türkiye’ye geliş konusunda pek de istekli olmayacağı, her geçen gün aynı parayı ABD’de yatırıma sevketmek cazip hale gelirken Türkiye’de bu parayı tutmanın daha da riskli olacağı bütün ekonomik veriler tarafından ortaya konduğuna göre artık sorun bir noktada kırılma ve tıkanma aşamasına gelmiş demektir.
AKP İÇİN TERCİH VE ZORUNLULUKLAR
AKP’nin hiç işine gelmeyen nokta, çıkarılmak istenen Sosyal Güvenlik Yasası dahil emperyalizmin taleplerinin kendi iktidarı tarafından gerçekleştirilmesi sonucunda bundan çıkarları zedelenen geniş halk yığınlarının bir blok olarak (bugüne kadar AKP’ye oy vermiş olan emekçi kesimler dahil) karşı tavır geliştirmesidir. Söz konusu uygulamalar hayata geçtiği oranda toplumun büyük çoğunluğunun sosyal konumlarında, ekonomik yaşama düzeylerinde çok büyük gerilemeler olacak, Türkiye yeni bir şekillenmeye doğru gidecektir.
Bugüne kadar AKP iktidarıyla göstermelik de olsa dengeli, “istikrarlı” bir ekonomik model sürdürülebilmişken ve hatta son seçimde almış olduğu oyla AKP bir istikrar sembolü görülerek diğer partilerin, özellikle CHP’nin savaş kışkırtıcısı ve radikal tavır alışı karşısında tercih edilmişken bu avantajını yitirme aşamasına gelmiştir. İşte AKP tam da bu noktada kendi uygulamalarına karşı oluşabilecek güçlü muhalefet blokunun yerine kendi istediği doğrultuda bir şekillenmenin/kutuplaşmanın olmasını sağlamaya çalışıyor. Bu durum, AKP’ye karşı uzun vadede oluşabilecek muhalefet blokunu parçalama gayreti olarak da okunabilir. Türban, böyle bir tercihin sonucu ısıtılıp gündeme sokulmuştur.
5 yıl önce cami önlerindeki gösterilerle türban nasıl ülkenin bir numaralı talebiymiş gibi gündeme getirildiyse, bugün de aynı süreç tekrar ısıtılıyor. AKP bu gerilimden belirli oranlarda da olsa kazançlı çıkacak gibi görünüyor. Bilindiği gibi Türk-İslam senteziyle eskiden beri dinci ideoloji içerisinde gelişen, kendi siyasal varlık gerekçesi olarak dini gören, dini politika yapmanın bir aracı olarak kabul eden ve bunu en radikal biçimde toplumda uygulayan partilerin başında 30-40 yıldır MHP geliyor. Yani MHP hiçbir zaman dinci ideolojiden ayrışmamıştır. Sanıldığının aksine BBP ayrılığı da MHP’nin bu niteliğini değiştirmemiştir. Hatta din ile siyaset arasındaki ilişki konusunda AKP ile de aralarında önemli bir farklılığın olduğu söylenemez. MHP’nin Kürt meselesi konusundaki ırkçı-milliyetçi tavır alışı da muhalefette veya iktidarda olmasına göre değişebilmekte ve toplam olarak bakıldığında AKP ile arasındaki fark biçimsel olmaktan öteye gitmemektedir.
Bugün AKP’nin yapmak istediği, kendisine muhalefet etme eğilimi taşıyan kesimler içerisinden MHP’yi olabildiğince yanına çekmek, neredeyse ideolojik anlamda bütünleşmek ve muhalefeti, onun da dışında olan kesimlerle sınırlamaktır. Bu bağlamda atılan son adımın türbanın ötesinde çok daha kapsamlı bir uzlaşmayı öngörerek atıldığını söyleyebiliriz. Bu durumda kimi kararlara DTP’nin de destek vermesiyle parlamentonun dörtte üçünü kapsayan bir ittifak ortaya çıkmaktadır. (Gerçi Anayasa, vb oylamalarda DTP’nin tutumu farklı olabilir.) Böylece büyük oranda CHP’den oluşan parlamento muhalefetinin cılız ve etkisiz niteliği ile beraber, en gerici yasaların bile birkaç saat gibi kısa bir sürede çıkarılabilmesinin önündeki bütün engeller kaldırılmış oluyor.
Yukarıda türban manevrasına dair sıraladığımız temel nedenlerin yanında, ilgiyi türbana çekip temel gündem maddelerini gölgede bırakmak gibi ikincil nedenlerden de söz edilebilir.
AKP, MHP’ye dönük olarak yandaşlaştırma ve bir oranda etkisizleştirme politikasını, Susurlukvari oluşumların kamuoyunda en mahkum edilmişlerine yönelik operasyon eşliğinde sürdürüyor. ABD’nin de Hrant Dink suikastı eşliğinde temenni ettiği bu düzenleme gerçekte kapitalizmin de gereğidir. Böylece hem tekellerin hakimiyeti dışındaki alanlara gidebilecek rantlar sınırlanmış, hem de söz konusu oluşumlar devlete yük olmaktan çıkarılmış oluyor. AKP gerçekte sanıldığı veya yansıttığı gibi “devleti temizlemiş” olmasa da attığı bu adımla hem MHP’nin kamuoyundaki imajını bir oranda düzeltmiş hem de kendi adına çetelerle mücadele bağlamında prim yapmış oluyor. Aslında yine bu süreçte gündeme gelen Antep’teki El- Kaide operasyonu da konu bütünlüğü içinde değerlendirilmelidir. ABD, kendi yandaşı olan AKP iktidarı altında da olsa, kendisine karşı dinci veya başka bağlamda gelişebilecek organizasyonlar karşısında da son derece tahammülsüz ve saldırgan konumdadır. Söz konusu operasyonda istihbarat tümüyle ABD tarafından yapılmış ve Türkiye sadece infaz işini gerçekleştirmiştir. Bu operasyon aynı zamanda AKP’nin, ABD ve işbirlikçisi sınıfların temsilcisi olduğunun, dini motifler dahil her aracın iktidardaki konumunu güçlendirmek için biçimsel nedenlerle kullanıldığının göstergesidir.
AKP’nin türban manevrası, kimi kesimlerce kişisel hak ve özgürlükler kapsamında demokratik bir talep olarak değerlendirilip destekleniyor. Bu, bilinçli bir destek veya yedeklenme değilse bir yanılgıdır. İnsanlar, kendini ifade etme kanalları tıkandığı oranda dolaylı ifade araçlarına, yani simgelere ihtiyaç duyar. Türban da bu bağlamda bir simgedir. Türbanın arkasındaki fikri ve ideolojik duruş ise, hemen tüm kurumlarda tarikatların ve gericiliğin hakimiyetini öne çıkaran bir nitelik taşıdığı için, bu tarihsel kesitte öne çıkarılan bu simgenin gericiliğe hizmet ettiğini, onu güçlendirdiğini söyleyebiliriz.
Demokratikleşme, fikir özgürlüğünden kişisel hak ve özgürlüklere, inanç özgürlüğünden örgütlenmeye kadar bir bütündür. Bugün ülkemizde tepeden tırnağa bir demokratikleşme yakıcı bir ihtiyaç halindeyken, bunu yok sayıp salt türban talebini öne çıkarmak, gerçek bir demokratikleşmenin önünü tıkamaktır. Bu nedenle demokratik bir talep olarak görülüp desteklenmesi doğru değildir.
Devrimciler, ne kadın sorununu ne Kürt sorununu ne de inanç özgürlüğünü demokratik bir programın dışında, soyutlanmış tekil bir olgu olarak görmez, aksine demokratik devrimin kapsamı içinde, birinin diğerini yadsımadığı (destekleyerek tamamladığı) bir toplam halinde ele alır. Bu nedenle devrimciler, demokratikleşme talebi konusunda en gerçekçi ve çözüme en yakın kesimdir. Benzer şekilde anayasa tartışmalarını Türkiye solunun gerçekte geniş kesimleri kucaklayacak tarzda sürdürülebilmesinin olanak ve araçları vardır. Bu araçlara rağmen Türkiye’deki sol hareketlerin birkaç kapalı salon tartışmasından veya günlük gazetede bir dizi yayınlamaktan öteye gitmeyen etkisiz duruşu bilerek veya bilmeyerek muhalefet alanını başka birilerine bırakmak anlamına geliyor.
Devrimcilerin bugün yapay gündemlerle veya birbirine çatı partisi önererek vakit dolduran kesimlerin kendi ihtiyacı olan önerilerle oyalanma lüksü yoktur. Sürecin en büyük eksiği devrimci yolgöstericiliktir. Böyle bir önderlik için gerekli olan devrimci hareketin oluşturulması temel siyasi görev olarak görülmeli ve tüm çabalar bu amaca kanalize edilmelidir.
9 ŞUBAT 2008
DEVRİMCİ HAREKET