PKK’nin 3 Ekim’deki Aktütün baskınından sonra adeta her kafadan bir sesin çıktığı, milliyetçi histerinin kamçılandığı ve dolayısıyla doğruların gölgede kaldığı bir ortam oluştu. Bunda, egemen güçlerin manipülasyonlarının yanında, solun etkisizliğinin ve PKK’nin yanlış bir stratejisi ve eylem çizgisi izliyor olmasının da rolü vardır.
Başından beri bir yadsıma ve imha çizgisi izleyen ve dolayısıyla Kürt sorunu bağlamlı dökülen tüm kanların sorumlusu olan ırkçı egemen güçler, gerçekte sınıfsal rollerini oynamaktadır. Bu sınıfsal karakter doğru çözümlenemediği sürece, Kürt sorununda doğru bir mücadele çizgisinin izlenmesi ve bu konuda mücadelenin meşruiyetinin gerektirdiği türden bir toplumsal saflaşmanın yaşanması mümkün değildir.
Bugün egemenlerin Kürt yerleşim kesimlerine attığı bomba sayısıyla övündüğü, kimi yazarların ölen her asker karşılığında bir DTP’linin öldürülmesi gerektiğini açıktan savunduğu, Kürt sorunu bağlamlı siyasete demokratik zeminde dahi tahammülün olmadığı bir ortamda PKK’nin yaptığı bir saldırı DİSK, KESK, TMMOB gibi yapılardan bile tepki alıyorsa; kardeşliğe ve barışa dair söylemler, temenni olmaktan öte bir anlam ifade etmiyorsa, ortada bir değerlendirme ve duruş sorunu var demektir.
Dünyada Çeçenistan’dan Kosova’ya, Kuzey Irak’tan Türkiye’ye hemen her coğrafyada mücadelesini sınıfsal zemin dışına kaydıran kesimlerin, uzun soluklu bir başarı grafiği ortaya koyamadığı, mücadeleyi uzlaşma, yedeklenme, vb nedenlerle zaafa uğrattığı, çoğalan örneklerle beraber artık daha net biçimlerde görülebiliyor. Bu nedenle bugün, egemen güçlerin bilinen saldırgan karakterine tekrar tekrar vurgu yapmaktan çok, ezilenlerin başarısızlık nedenleri üzerinde durmak çok daha gerekli ve anlamlıdır.
Özellikle 1990 sonrasında dünya ölçeğinde nitel ve nicel bir çözülme haline giren solun etkisizleşmesi oranında; uzun soluklu örgütlenmeler ve devrim stratejileri, yerini sistem içi arayışlara bıraktı. Buna paralel olarak sistem, kendini tehditsiz hissettiği oranda, meşruiyet kaygısı duymaksızın saldırılarının dozunu arttırdı.
Mevcut kazanımlar gaspedilirken, demokratik hak ve özgürlüklerin sınırları her gün biraz daha daraltılırken sessiz kalan veya azla yetinmeye razı olduğunu gösteren, dünün mücadele ile anılan kişi ve yapılarının önemli bir kısmı, giderek bu uzlaşmacı duruşun düşünsel zeminini de örmeye başladı. Düne kadar kendini sınıfsal tanımlarla ifade etmiş olan devrimciler; etnik, mezhepsel, vb köklerini keşfetmeye, kendilerini bu tanımlar üzerinden ifade etmeye başladı. Deyim yerindeyse; kadınlarımız Feminist, erkeklerimiz alevi, Kürt, Ermeni, vb oldu. Sınıf kardeşliği, yerini ulus veya din kardeşliğine bıraktı. Halkların kardeşliği, farklı dillerde şarkı söylemeye indirgendi. Hak kazanma mücadelesi, yerini rica veya temenniye; devrim hedefli örgütlenmeler, yerini günübirlik ihtiyaçlar çerçevesinde oluşmuş sosyal yapılara bırakırken; bu geri çekilme ve kanaatkarlık ortamında PKK’nin, sosyalizme dolayısıyla sınıfsal mücadeleye dair sahip olduğu tüm nitelikleri son kongrelerde peş peşe tasfiye etmesi, ona koşulsuz destek sunan yapıları rahatsız etmedi.
Aktütün eylemi bu gerçekliklerin üzerinden atlanarak tartışılamaz. Silahlı varlığını Kuzey Irak’a kaydıran, silahlı mücadelenin geçersizliğini savunan, silahın kullananı kirlettiğini iddia eden ve bu yaklaşımlar çerçevesinde halkın örgütlü gücüyle geleceği tayin etme inancını yitiren PKK, taleplerini “silah bırakma koşulunun sağlanması ve af” gibi bir sınırlılığa çekmekle kalmamış, çözümü emperyalist güçlerin bölgedeki çıkar denklemlerine yedeklenmekte arar olmuştur. Bunlar bir suçlamadan çok, hemen herkesin bildiği gerçeklerdir.
İşte Aktütün eylemi bu gerçeklere rağmen egemen güçlerin yaptığı propagandayı ters yüz etmiş; “BBG evi” biçimindeki güç gösterilerinin aksine, gerilla mücadelesinin güç ve imkanlarını bir kez daha hatırlatmış ve yerel seçimlere doğru giderken Kürt örgütlülüğe AKP karşısında önemli bir avantaj sağlamıştır. Aynı zamanda egemen ağızların inandırıcılığını toplum nezdinde sarsan ve sermaye temsilcileri arasındaki çatışmayı keskinleştirici etkide bulunan bu eylemin, doğru devrimci bir çizgide, halkların özgürlüğü için mücadele eden bir örgütlenme tarafından yapılmış olması halinde zincirleme etkilerinin neler olabileceği üzerine düşünüldüğünde; gerilla mücadelesinin koşulunun kalmadığına, sosyalizmin veya sosyalizm için mücadelenin öldüğüne dair iddiaları boşa çıkarmak çok daha kolay olacaktır.
ÖZGÜRLÜK İÇİN KAVGA
BİR TERCİH DEĞİL BİR ZORUNLULUKTUR
Bir sorun için çözüm, öncelikle sorunun doğru tanımını gerektirir. Sınıflı toplumlarda, çözümü mutlaka devrim gerektiren çelişmeler gibi sistem içinde (çatışarak veya uzlaşarak) çözülebilecek çelişmeler de mevcuttur. Mevcut iktisadi ve sosyal şekillenmeyi doğru tanımlayıp nihai çözüm için yol haritası oluşturan devrimcilerin tespit ettiği çelişmeler ve çözüm yolları, aynı zamanda çözüm yanılsamasıyla yanlış yollara sapmanın önünde bir sigortadır. Bu, farklı coğrafyalarda da farklı tarihsel kesitlerde de geçerli olan bir durumdur.
1980 öncesi dönemlerde olduğu gibi kitlelerin devrimci önermelerin arkasında durduğu ve irili ufaklı başarıların günlük olağan gelişmeler haline geldiği zamanlarda, sistem adına yalan üretme mekanizmaları işlese de çok fazla taraftar bulmamakta, gerçeklik çarpıtmalara üstün gelmektedir. O tarihsel dönemlerde sorunun niteliğine bağlı olarak kısa veya uzun erimli mücadeleler önererek çözümlere önderlik eden devrimcilerin kadın sorunundan çevre sorununa, Kürt sorunundan tarım sorununa ve genel anlamda özgürlükler sorununa yaklaşımı bu nedenle halkta büyük oranda kabul görmüş, sorunun özünü ıskalayan veya kişiselleştirerek kalıcı çözüm yerine bireysel çözümleri öne çıkaran yaklaşımlar ilgi görmemiş, hatta ciddiye bile alınmamıştır. Örneğin o süreçte, toplumun demokratikleştirilmesini AB’den (veya AB önceli yapılardan) beklediğini, özgürlük kurgusunu bunun üzerine oturttuğunu söyleyen hemen hiçbir sol yapı yoktu.
Ezilen tüm kesimlerin (ulusal, sınıfsal ve cinsel baskı gibi) sorunlarının gerçek çözümünün devrimi gerektirmesi, kimsede güne dair kısa erimli kazanımları veya devrime basamak oluşturacak kısmi çözümleri küçümseme sebebi oluşturmaz, aksine bugünden yarına kazanılabilecek çok şeyin olduğu bilinciyle hareket edilirdi. Bunun yanında devrim gibi zorlu etaplarda, ne örgütlenmelerin ağır yükü ne de her an bedel ödeme riskiyle yaşamak kimsede “olmayacak duaya amin deniyor” hissini oluşturmaz, en sıcak pratiğin içinde olanlara dahi “aşırılık” yakıştırması yapılmaz, aksine bu bir saygınlık sebebi oluştururdu.
Bugün mücadelenin en alt sınırlarda seyrediyor olması, ne devrimcilerin daha ileri, daha zahmetsiz çözüm yolları bulduğunun ne de sistemin çelişmelerinin çatışmasız aşılabilecek denli yumuşadığının göstergesidir. Aksine sistem, ’89 sonrasındaki gelişmeler sebebiyle kendini alternatifsiz görmekte ve daha pervasızca saldırmaktadır. Eğer bugün birileri sınıf çelişmesinin abartıldığını, emek ile sermayenin uzlaştırılabileceğini, devrimcilerin bu sorunu abartarak gereksiz yere bedel ödediğini söyler hale gelmişse; bu, olsa olsa çözümsüzlüğe veya sahte çözümlere razı olunması sebebiyledir.
Sınıflı toplumlar tarihi, sınıfsal çelişmeyi hafife alıp sınıf düşmanına dostluk eli uzatanların ne türden kayıplar verdiğine ve sömürücü egemen sınıfların acımasızlığına dair örneklerle doludur. Bu pratiklerden öğrenmek, yenilgi tekrarlarını önlediği gibi kazanma şansını da arttırır. Mücadele ve deneyim oluşumundaki normal seyir bunu gerektirir.
Görüşmek için randevu verdiği Kızılderili reisi tutsak alıp kafa derisini yüzen Amerikan egemenleri, silah bırakan Yunan direnişçileri teslim ettikleri silahlarla köylerinde tek tek vuran devlete bağlı çeteler gibi tüm ateşkes önerilerine kışkırtıcı bir düşmanlıkla yanıt veren ve çatıştığı güçlere teslimiyet dışında hiçbir çözümü yakışık görmeyen devlet, aynı sınıfsal nitelikte bir yapılanmadır.
Tarih, sınıf düşmanına yaranarak, ona iyilik gösterilerinde bulunarak yol alabilen(başarıya ulaşabilen) hiçbir sistem karşıtı direniş gücüne tanıklık etmemiştir. Bugün bunca mücadele ve üretimden sonra, sınıflar mücadelesine, çelişme olgusuna dair Marksizm’in hemen tüm tespitlerini yok sayıp emperyalizmi veya işbirlikçisi konumundaki egemen güçleri halkların devrim gerektiren sorunları için çözüm öznesi olarak görmek, bir çeşit teslim olma halidir. Düşmanın teslim olanlara nasıl yaklaştığı ise yine sayısız örnekle sabittir.
Kürt sorununda çözüm tanımının daraltılması, beklenti çıtasının düşürülmesi, özgürlük yerine emperyal denklemlerde dikkate alınma beklentisiyle yetinilmesi, Kürt halkına bir yarar sağlamadığı gibi bu tür tavizleri veren yapılanmalarla halk arasındaki kopukluğu giderek büyütmektedir. Bugün uzlaşmacı/tasfiyeci yapılanmalara hala şu veya bu oranda destek sunuyor olması, Kürt halkının ne ödediği bedelleri ne de hak ettiği özgürlüğün niteliğini gölgelememelidir. Birileri konjonktürel fırsatı emperyalizmle uzlaşmak için kullanabilir; ama bu ne emperyalizmin ne de çözüm diye dayattıklarının niteliğini değiştirmiyor.
Bu tür ilişkilenmeler sonucu geliştirilen çözümlerin (emperyalist çözüm) sonuçlarına dünya halkarı çeşitli coğrafyalarda tanık olmuştur. Özellikle Güney Kürdistan, Molla Mustafa Barzani döneminden beri bu tür deneyimleri acı biçimde yaşamış, Kürt halkına her seferinde katliam reva görülmüştür. Saddam’a Kürt katliamı yaptıran da ABD’dir. 1991 sonrasında Çekiç Güç aracılığıyla sağlanan ve bugünkü özerkliğe zemin hazırlayan kollama işi bugün pek çok açıdan görüldüğü gibi Kürtlerin hatırına olmamış, ABD’nin uzun erimli planlarının bir parçası olarak tasarlanmıştır.
Halklar, zulümle karşılaştıkları her tarihsel kesitte zalimin gücüne bakmaksızın direnmeyi seçmiş ve bunu yaptığı oranda onurunu korumuştur. Bugün özellikle 90 sonrasında sanki onurun da emperyalizmin de tanımı değişmiş gibi kimileri halkları, onuru için dövüşmektense verilenle yetinmeye razı etmeyi kendine görev edinmiştir.
Bilinir ki emperyalizm, çeşitli halkların bir arada yaşadığı coğrafyalarda öncelikle işbirliğini ve kolay yönetmeyi tercih eder. Bunun için Hindistan’da olduğu gibi onlarca etnik yapıyla ayrı ayrı uğraşmak yerine birine (en güçlü olan Hindulara) onları bir arada tutma işlevi yükleyebileceği gibi balkanlaştırarak zayıf düşürmeyi de tercih edebilir. Bunlar emperyalizm için nüans düzeyinde farklardır. Aynı durum Kürt coğrafyası için de geçerlidir. BOP kapsamında Büyük Kürdistan’ı oluşturmak da parçalayıp yönetmek de mümkündür. Ve bir tercihin yapılması diğer olasılığı bütünüyle ortadan kaldırmaz.
İşgalci emperyalist güçlerin Irak’ta diğer halkları esaret altına alma sürecini bir fırsat olarak değerlendirip, işbirlikçiliği devletleşmeye tahvil eden feodal Kürt önderliklerin tutumu örnek alınamaz. Bugüne dek Kürt halkının ödediği bedellerin karşılığı bu olamaz. Sanıldığının aksine, Irak coğrafyasında emperyalist çözüm çerçevesinde ortaya çıkacak yapılanma, ilerici değil gerici olacak ve o bölgede emperyalist güç merkezlerinin figüranı olarak işlev yükleneceği için “kurtuluşun diğer bölgelere yaygınlaştırılması” biçiminde bir role de sahip olmayacaktır.
Anımsanacak olursa bugün ABD’nin dillendirdiği çözümün benzerini Özal gündeme getirmişti. Irak Kürtleri ile yakınlaşma ve bölgede Kürt hamiliği çerçevesinde, sahip olunan bölünme fobisine de çözüm olarak görülen bu projeye göre Türkiye bölgede deyim yerindeyse ABD’nin savaş arabasına bağlanacak, bölgedeki her sorunda ABD ve İsrail’in yanında yer alacaktı. Özal’ı kimi Kürt örgütlenmelerin gözünde büyüten ve sonraki her başbakana “Özal gibi olma” beklentisiyle yaklaşılmasına sebep olan proje bu içeriktedir ve gerçekte bugünkü emperyalist atraksiyonlardan öz itibarıyla farksızdır ve halklara hiçbir yararı yoktur.
Bugün eğer Kürt sorununda ABD çözümüne karşı durulacaksa bunun nedeni sadece PKK’yi dışlayan bir içerikte olması değil, hiçbir demokratik yanının bulunmaması olmalıdır. Ve yine PKK’nin ABD’ye tepkisine neden, emperyalist denklemlerde dikkate alınmamak değil; ABD’nin emperyalist, dolayısıyla işgalci ve saldırgan bir güç olarak bölgedeki varlığı olmalıdır. PKK’nin eyleminin amacı ABD ve işbirlikçilerince dikkate alınmak değil, halkların özgürlük mücadelesine güç vermek olmalıdır. Böyle olmadığı sürece, dost ile düşman tanımının da silahın yönünün de değişmesi her zaman muhtemeldir.
Özgürlük, emperyalizmin hoşgörüsüyle veya “sorumluluk sahibi” işbirlikçi bir başbakanla ulaşılabilecek bir hedef değildir. Bugün kavganın daha da zor olduğu ve giderek daha büyük bedeller gerektirdiği doğrudur; ama bu hiç kimseye (hiçbir yapıya) bir dönem kavga içinde kazandığı önderlik konumunu, halkları özgürlüklerinden vazgeçirme yönünde kullanma hakkı vermez. Özgürlüğün lütfedilen biçimi olmadığı gibi rica edilen biçimi de yoktur. Özgürlük için kavga bir tercih değil, bir zorunluluktur. Bugün bu konudaki perspektif kayması, sınıfsal bilinç bulanması sebebiyledir.
Sınıfsal perspektif aynı zamanda milliyetçi kışkırtmaların da panzehiridir. Bu temelde verilecek mücadele somutluk kazandığı oranda, doğru zeminde saflaşmanın da önünü açacak ve Kürt-Türk, Alevi-Sünni biçimindeki yönlendirilmiş saflaşma yerini ezen-ezilen saflaşmasına bırakacaktır.
8 Ekim 2008
DEVRİMCİ HAREKET