Ali’ye
Sesini hiç duymadım Ali
Güleç sohbetinden tatmadım hiç.
Anlat bana Ali,
Bu acıyı anlat bana,
Ki ben o acıyı, en son Mart’ın 3’ünde tatmıştım
2004’te.
Kucağım hala kan sıcağı bir boşluğu taşır kendinde.
Hadi anlat bana kardeşim
Esmerliğinin neden bu kadar tanıdık olduğunu
Ve acının denizinde yıkanan martıların
Neden çığlık çığlığa uçtuğunu.
Anamın yanıbaşındayken o akşam
Spikerin buz kesen sesi söyledi düştüğünü
O an iki dudağımı bir işkence tezgahında bıraktım.
Meğer analar sadece çocuklarını değil
Birbirlerini de emzirirlermiş Ali.
Meğer analar sadece çocuklarının değil
Birbirlerinin üzerinde de titrerlermiş
aynı şefkatle.
Abdullah ve Ethem’in anası
Tazecik acılarını da alıp yanlarına
Girmişler annenin kollarına
Başımı çevirip anneme baktım
Gözlerinden yanaklarına Porsuk Çayı damlıyordu.
“Güzel yavrum nasıl kıydılar sana?”
diye sayıklıyordu.
Birden Eskişehir’in sabah ayazında titredi yüreğim.
Antakya’nın güneşinde yandım.
Memleketinin sıcağında olgunlaşan
Çocuklarımızı düşündüm sonra…
Artık çocuklarımız oyunlarında bile istemiyorlar
polis olmayı
Hemşire, doktor, öğretmen oluyorlar misal.
Ama polis olmuyorlar Ali,
oyunlarında bile çocuklarımız.
Demek ki ne Abdullah
ne Ethem
ne Mehmet
ne de sen
Boşuna değilmiş Ali,
Bunca acının peşi sıra toplanması bir yürekte.
Boşuna değilmiş.
Herşey çocukların doyacağı bir dünya içindi oysa.
Ve senden öğrendi çocuklar
Karınları doymadan
Ruhsal doyumun ne olduğunu
Sen İbrahim’leştin o hastane odasında Ali.
İbrahim 90 gün direndi ya alçaklığa
Sen de onu bugüne taşıdın
fidan gibi bedeninle.
Üstelik sol yanında atan yaralı cevherinle.
Soysuzluğa,
Vahşete
İnsanı insanlıktan çıkaran ne varsa
Direndin Ali
Can Baba olsaydı şimdi
O çatallaşmış sesiyle,
“Aşk olsun sana çocuk” derdi.
Aşk olsun sana Ali
Aşk olsun…