“Temel [altyapı], toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki ekonomik düzendir. Üstyapı, toplumun politik, hukuksal, dinsel, sanatsal, felsefi görüşleri ve bunlara tekabül eden politik, hukuksal ve diğer kurumlardır. (Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm) Bilinir ki altyapı üst yapıyı belirler ve üst yapı da alt yapıyı etkiler.
Sınıflı toplumlara geçişle birlikte, oluşan devlet mekanizması egemenlerin ezilenler üzerindeki baskı aygıtı oldu. Egemenler hem kendi aralarındaki ilişkileri düzenlemek hem de ezilenleri baskı altında tutabilmek için yasalar oluşturdu. Devlet mekanizması gelişip karmaşıklaştıkça, egemenlerin mülkiyet ilişkilerini ve sömürünün devamlılığını sağlayabilmek için düzenlenmiş yasalar birleştirilerek anayasa haline getirildi. Atina site devletlerinin o dönemki yasaları incelendiğinde egemenler arasında, bugün bile son derece demokratik bulunabilecek uzlaşma ve düzenlemeler mevcuttu. Ancak köylülerin, zanaatçıların neredeyse hiçbir hakkı yokken kölelerin yaşam hakkı, hayvanlardan bile sonra geliyordu. Feodalizmin son dönemlerinde ticaretin gelişmesiyle birlikte iktidarın, güçler dengesine göre yeniden şekillenmesi gerekiyordu. İngiltere’de Magna Carta (Özgürlük Sözleşmesi-1215) Kral’ın yetkilerini aristokrasi ile bölüşmesine dayanıyordu ve modern anlamda imzalanmış ilk belgeydi. Burjuva sınıfının oluşmasıyla kapitalist sistem tarih sahnesine çıktı. Fransa’da kralın tahttan indirilmesiyle monarşiye son verilerek cumhuriyet ilan edildi.(1789) Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesinin ardından “vatandaşlık” temelinde yurttaşlık bildirgesi yayınlandı. Mülkiyet ilişkisi kutsanırken birey vurgusu feodalizmin tasfiyesini hedefliyordu. Kapitalizmin serbest rekabetçi aşaması tekellerin ortaya çıkmasını sağlamış ve böylece emperyalizm dönemine girilmiş oldu.
Emperyalist-Kapitalist sistem, bunalımlarını aşmak için her dönem yeni ekonomik programları tercih etmek durumunda kalmaktadır. O nedenle sistemdeki tüm hukuksal metinler, egemen sınıfların ihtiyaçları çerçevesinde değiştirilmektedir. Her anayasa değişikliğini; sistemin ekonomik yönelimindeki değişikliklerin yansıması olarak okumak gerekir.
Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nın hemen arkasından düzenlenen 1920 Anayasası, Kürt ve Türk halklarını ve azınlıkları tanırken o dönemki mecliste de bu durum tescilleniyordu. T.C’nin kuruluşu sürecinde ticareti elinde bulunduran azınlıkların tehcir, mübadele vb. yoluyla yok edilmesinin ardından 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde kapitalistleşme kararı alındı. Bu ihtiyacı karşılamak için 1924 Anayasası daha baskıcı, şoven bir içerikte hazırlandı. İstiklal Mahkemeleri de oluşan tepkileri bastırmak için devreye sokuldu.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası değişen dünya dengeleri çok partili sisteme geçilmesini dayatıyordu. Demokrat Parti’nin seçimlerden galip çıkmasının ardından özellikle ABD emperyalizmiyle kurulan ilişkiler Marshall yardımları vb. çerçevesinde emperyalizm, içsel bir olgu haline gelerek, ülke hızla kapitalistleşme sürecine girdi. 1960 darbesi oligarşi içindeki yeni dengeleri düzenlerken, nispi demokratik anayasanın da etkisi ile feodalizm çözülmeye başlamış, kapitalizm en ücra yerlere girmeye başlamıştı.(karayolları, traktör, elektrik vb.) 1971 darbesi feodalizmin oligarşi içinden büyük oranda tasfiye edilmesine; 1980 darbesi de oligarşinin kapsamının tekelci burjuvazinin bir kesimine kadar daralmasına yol açıyordu. 24 Ocak Kararları tekellerin ihtiyaçları temelinde ülkenin tepeden tırnağa yeniden dizayn edilmesini hedefliyordu. Bu amaçla devrimci mücadelenin yok edilmesinin yanı sıra bütün örgütlenmeler de dağıtıldı. 12 Eylül faşizminin dili ise işkence ve katliamın ülke sathına yayılmasıydı.
BOP PROJESİ’NDE TÜRKİYE ÖNEMLİ BİR FİGÜRANDIR
ABD, enerji kaynakları üzerinde tam denetim kurmak amacıyla BOP’ni (Büyük Ortadoğu Projesi) devreye soktu. 11 Eylül saldırıları gereken bahaneyi sağladı. Irak işgali Ortadoğu’nun kalbine sokulan hançerken, Afganistan, Orta Asya ve Hazar havzası enerji kaynakları üzerinde denetim kurma çabasıydı. ABD işgal yoluyla halkları teslim alacağını düşünüyordu. Ancak hiç de ummadığı direnişlerle karşılaşarak iki cephede birden tam bir bataklığa saplandı.
Afganistan’da Pakistan ordusu savaşa sokulmuşken Irak’ta ise Türk ordusunun rol alması için hazırlıklar yapılıyor. Erdoğan’ın bu projenin eş başkanı olduğunu söylemesi Türkiye’nin üstlendiği görevin çerçevesi hakkında yeterince bilgi veriyor.
Irak Savaşı öncesi 2001’de bankalar krizi adıyla yaşananlar, finans sektörünün emperyalizmin tam denetimine geçmesini sağladı. Uluslararası tekellerin AKP aracılığıyla attığı adımlar geleneksel sermayenin on yıllardır işbirlikçilik temelinde sağladığı imkân ve olanakları kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmasına ve var olanı koruma refleksinin gelişmesine yol açtı. AKP’nin devlet imkânlarını kendi yandaşlarına peşkeş çekmesinin yanında yürüttüğü kadrolaşma faaliyeti de sıkıntı yarattı. Cumhuriyet Mitingleri, sermaye çatışmasının gerici bir iç savaşa doğru ivme kazandığını gösteriyordu.
Egemenler arası süren mücadelenin fiziki bir karşı karşıya gelişe doğru seyir izlemesi ABD’yi rahatsız etti. O dönem yaptığımız değerlendirmede ABD’nin bölge politikalarının olumsuz etkilenme riski karşısında 5 Kasım 2007’de Oval Ofis’te yapılan toplantıyla sermayenin en irilerinin uzlaştırıldığını ve sivri uçların hızla törpüleneceğini söylemiştik. Ergenekon Davası ile başlayan süreç belli bir aşamaya getirildi. Başbuğ’un ABD’ye ziyareti ve 7 Aralık’ta
Erdoğan-Obama görüşmesi ilişkilerde yaşanan ikinci dönüm noktası olarak değerlendirildi. “Stratejik İşbirliği”nden “Model Ortaklık”a geçildiği açıklamaları ise Türkiye’nin bölgedeki ağırlığının artırıldığını gösteriyor.
Türkiye’de sermaye çatışması ile oluşan iki başlılık görüntüsü ABD’nin politikalarını hayata geçirirken hiç de istemediği, müsaade etmeyeceği bir durumdur. Ergenekon, Balyoz, Kozmik Oda derken Genelkurmay içindeki çatlak sesler üzerinde belli bir denetim sağlandı.
Hatırlanacağı gibi yaz aylarında Emniyet’in ağır silah alımıyla ilgili Genelkurmay’ın da onayıyla yetki verildi. Kuruluşundan beri iç savaşa göre örgütlenen ordunun yerini polis alıyor. Ordu ise profesyonelleşme vb. yoluyla dış savaş ordusu haline getirilerek emperyalizmin ihtiyaç duyduğu coğrafyalara müdahale için hazırlanacaktır.
KRİZ SÜRECİNDE GELİŞİMİNİ SÜRDÜREN ÇİN; ABD İÇİN TEHLİKELİ BİR RAKİP HALİNE GELDİ
Ortadoğu’da, soğuk savaş döneminde emperyalizm tarafından elde tutmanın kolaylığından olsa gerek; mevcut feodal yapının korunması tercih edilmişti. Fas, Cezayir, Tunus vb. ulusal
kurtuluş mücadelelerinin yanı sıra Arap milliyetçiliği temelinde örgütlenmiş BAAS akımlarının da baş ağrıtması sonucu krallıkla veya şeyhlikle yönetilen ülkelerin işbirlikçilik temelinde satın alınması daha kolay oluyordu. Ancak feodal yapının sürmesi alışkanlıkların korunmasına yol açıyor, kapalı bir ekonominin hüküm sürmesine sebep oluyordu. Kapitalist anlamda tüketim ancak sınırlı olarak saray ve çevresinde görülebiliyordu. Emperyalizm artık kapitalist pazarın dışında hiçbir yapıya yaşam hakkı tanımamakta kararlı gözüküyor. ABD’nin sıklıkla Arap ülkelerine demokrasiden, seçimlerden ve özgürlüklerden bahsetmesinin arkasında böyle bir gerçek yatıyor. Kapitalist sistem krize girmişken petrol gelirlerinden yüz milyarlarca dolar gelir elde eden ülkelerin sınırlı bir tüketim alışkanlığının olmasının yanı sıra kapitalist pazara tam olarak entegre olmaması da artık tahammül edilebilecek bir durum değildir.
ABD’nin ulaşamayacağı, etkili olamayacağı (anti Amerikancılık) ilişkiler Türkiye üzerinden kurulmaya çalışılıyor. Türkiye’nin imajı parlatılıp, önündeki engeller temizlenerek
ilerlemesi, halkları yanıltması tasarlanıyor. ABD dışında hiçbir ülkeyi dinlemeyen İsrail, son 1 yıl içinde Türkiye tarafından adeta hırpalandı. Önce Gazze saldırısı döneminde “Davos Fatihi” Erdoğan tarafından insan hakları “dersi” verildi. Ardından küçük sözlü sataşmalar sonucu büyükelçi krizi yaşandı. İsrail tarihinde ilk kez özür diledi. ABD’nin onayıyla Türkiye Arapların gözünde İsrail’e kafa tutan ülke, Müslümanların koruyucusu vb algısı yaratılmak istendi.
Davutoğlu’nun “komşularla sıfır problem” politikası çerçevesinde Suriye, Irak vb ülkelerle vizelerin kaldırılması, ortak kabine toplantısı, arabuluculuk (İsrail-Suriye ve Irak-Suriye) gibi İran’ın Ortadoğu’da artan etkinliğini dengelemek/kırmak için çeşitli yöntemler geliştirildi.
Türkiye Ortadoğu ile de sınırlı kalmayıp Afrika’da; Sudan, Kongo, Kenya, Güney Afrika, Libya vb ABD’nin ihtiyaç duyduğu sorunlu bölgelere gönderilerek rol alması sağlandı. Böylece, ABD ile geliştirildiği söylenen model ortaklığın kâhyalık görevi olduğu ortaya çıkmış oluyor.
ABD’nin saldırgan politikalarının aksine Çin, sessiz ve derinden gidiyor. Özellikle Asya, Afrika ve Güney Amerika’da çeşitli yatırımlar yaparak yayılmasını sürdürüyor. Çin’in özellikle Ortadoğu ve Afrika’da geçmişten bugüne pek etkili bir figür olmadığı biliniyor. Bu tür ilişkileri kurmak ve geliştirmek sanıldığı kadar kolay değildir. Diğer emperyalist rakiplerin sömürgecilikten kalma ilişkileri var. Hükümetleri belirleyebilme, düşürebilme güçlerini hala sürdürüyorlar. Kalıcı ilişkiler geliştirmenin onlarca yıl sürdüğü bu coğrafyalarda İran gibi bir partner bu süreci kısaltabilirdi ve öyle de oldu. Çin’in İran ile girdiği ilişkilerin sadece enerji alanıyla sınırlı olduğu düşünülmemelidir. İran’ın İslam ve Şii kimliğiyle Ortadoğu’da geliştirdiği ilişkiler üzerinden Çin kendine yeni pazar alanları açmaya çalışıyor. Çin, ticareti geliştirdiği ülkelerde altyapı hizmetlerinin (köprü, yol, baraj vb) yanı sıra enerji, maden karşılığı mal değişimi gibi farklı bir yol izliyor. Çin ucuz işgücü ve düşük kur politikası sayesinde 2009’da ihracat şampiyonu oldu. Genellikle taklit ve dayanıksız/kalitesiz mal ürettiği söylendiği halde son yıllarda otomotiv, elektronik, bilgisayar gibi teknolojik bilgi gerektiren sektörlerde dünya çapında şirketleri satın alıyor. Hatırlanacağı gibi Japonya da ilk başta ucuz taklit mal yaparken gerekli sermaye yoğunlaşmasını sağladıktan sonra teknoloji ülkesi olarak anılmaya başlandı. Teknoloji transferleri Çin’in kalitesiz mal yaptığıyla ilgili önyargıları da değiştirecek gibi gözüküyor.
Çin uzunca bir süredir rakiplerini Afrika pazarında da sıkıştırıyor. Afrika ekonomik işbirliği toplantısının ilki 2000 yılında Etiyopya’nın başkenti Adisababa’da gerçekleştirilmişti.
Toplantıların dördüncüsü 50 Afrika ülkesinin cumhurbaşkanlığı, başbakanlık ve bakanlar seviyesinde katılımıyla 2009 Kasım’ında Mısır’ın Şarm El Şeyh kentinde yapıldı. Çin’in 2000 yılında Afrika ülkeleriyle toplam ticaret hacmi 10 milyar dolar iken 2010 yılında 100 milyar dolara yükseldi. Çin, petrol karşılığı inşaat, müteahhitlik, mal ve hizmet yatırımı yaparak hem ekonomik hem de siyasal anlamda atak yapmış durumda. Türkiye’nin de bölgeyi turlaması yeni anlaşmalar imzalamaya çalışması, ABD’nin bilgisinden, beklentisinden bağımsız değerlendirilmemelidir. Çin’in İran gibi bir partnerle ABD’yi Ortadoğu ve Afrika’da sıkıştırmaya çalışması karşısında ABD de Türkiye kozunu oynuyor. Türkiye heyetinin gittiği yerlere Fettullah’ın açtığı okullarla önceden ulaştığı, çalışma yaptığı görülüyor. Fettullah’ın okullarının Afrika’daki dağılımı incelendiğinde kıtanın tamamına yayıldığı görülmektedir.
“Fas 5, Moritanya 1, Mali 1, Nijer 1, Çad 1, Etiyopya 1, Sudan 2, Senegal 1, Gambiya 1, Gine
Bissau 1, Gine 1, Burkina Faso 1, Gana 1, Togo 1, Nijerya 4, Kamerun 1, Orta Afrika
Cumhuriyeti 1, Kongo 1, Uganda 1, Kenya 4, Tanzanya 3, Malavi 1, Mozambik 1, Madagaskar
1, Güney Afrika 4, Benin 1, Liberya 1, Fildişi Sahili 1, Angola 1. Toplam: 45” (Zaman Gazetesi-Şahin Alpay, 25.02.2007).
Son 3 yılda bu sayının katlanarak arttığı düşünülürse daha ortada Türk Hükümeti yokken okullar (ABD) sayesinde gerekli ilişkilerin kurulduğu, zeminin hazırlandığı görülecektir. Hükümet yetkililerinin gezilerinde TV ve gazetelerde ziyaret edilen ülkelerde özel okullarda istiklal
marşını söylemeye çalışan, Türkçe şarkı söyleyen siyahi çocuklar gösteriliyor. Bu görüntüler hükümet üyelerinin duygu dolu anlar yaşamasına, zaman zaman ağlamasına sebep oluyor vb. Hazırlanan bu senaryolar Türkiye’nin başarısı, Afrika’nın keşfi gibi gösterilse de Çin karşısında ABD’nin Müslüman ülke kozunu (Türkiye) devreye sokmaya çalıştığı görülüyor.
EMPERYALİZMİN KRİZ SÜRECİNDE HİÇBİR ÇATLAK SESE TAHAMMÜLÜ YOK
Artık sosyalizmin yenildiği ve bir süreliğine de olsa geri çekildiği koşullarda egemenler, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin mücadeleler sonucu kazanılmış haklarını hedef tahtasına koydu. Başta eğitim, sağlık, çalışma yaşamı vb. her alanda yürütülen saldırılar emperyalist devletlerde görülen nispi refah (sus payı) düzeyinin aşındırılarak ortadan kalktığını gösteriyordu.
Emperyalistlerin artık kapitalist sisteme tam olarak entegre olmamış hiçbir oluşuma, devlete tahammülü yoktur. Sırbistan, Somali, Irak, Afganistan müdahalelerinin arkasında bu anlayış egemendir. Bugün Küba, Kore, İran ve Suriye gibi ülkelerin hedef tahtasına konulmasında bu gerçek ağır basmaktadır.
Emperyalizm, yeni-sömürgelerin pazarlarına işbirlikçiler aracılığıyla girerek kârın bir kısmını bölüşüyordu oysa bugün pazarı doğrudan denetimine almak istiyor. Emperyalizmin artık işbirlikçi dahi olsa çatlak sese tahammülü yok. Uluslararası tekellerin özelleştirmeler yoluyla aldığı işletmelerin kendisine değil pazarına ihtiyacı vardır. O yüzden satın aldığı işletmeleri (tekel, şeker ve çimento fabrikaları vb.) çalıştırmak yerine tasfiye ediyor. Tekellerin kendi ülkelerinde ya da ücretlerin düşük olduğu yerlerde ürettikleri ürünleri Türkiye’ye sokarak hem iç pazarda rakipler temizleniyor hem de piyasada tam denetim sağlanmış oluyor.
Uluslararası tekellerin (Cargill, Nestle vb) GDO’lu gıdalar (genetiği değiştirilmiş gıda) üretmesini; yeni-sömürge ülkelerin tarımını bitirerek pazarı kendi denetimlerine alma çabası olarak görülmelidir. Hipermarketler (Migros, Carrefour vb) yoluyla hal, pazar vb küçük üreticinin ürünlerini sattığı alanlar, kanallar ortadan kaldırılıp yerine köylünün uluslararası tekellerin bir işçisi haline dönüştüğü, tarlasına ne zaman ne ekeceği, ne kadar ekeceği ve kaç liraya satacağının önceden belirlendiği koşullar dayatılıyor.
Banka ve finans sermayesinin denetiminin %80 oranında yabancı tekellerce sağlandığı ülkemizde köylü, ipotek karşılığı kredi yoluyla toprağını elden çıkarmak zorunda kalıyor. Tarımın bitirildiği, özelleştirme yoluyla KİT’lerin tasfiyesi sonucu işçilerin sokağa atıldığı, üretimin bitirildiği, esnafın kepenk kapattığı koşullarda halkın sisteme yönelmesi muhtemel
tepkileri karşısında bırakalım demokratikleşmeyi mevcut 12 Eylül anayasası dahi bol geliyor.
EKONOMİ AYAĞI EKSİK KALDIĞI SÜRECE ILIMLI İSLAM PROJESİ’NİN HAYAT BULMA ŞANSI YOKTUR
4-5 yıldır Türkiye’yi ziyarete gelen IMF temsilcileri sürekli asgari ücretin çok yüksek olduğunu, 200$ civarına çekilmesi gerektiğini söylüyor. ABD açısından sadece ılımlı İslam kimliği ile Türkiye’yi Ortadoğu’da çekici kılmak, çekim merkezi haline getirmek pek mümkün değil. Türkiye’nin ekonomik olarak da bir cazibe merkezi olması, emperyalist kapitalist sistem için ekonomik bir üs haline getirilmesi gerekiyor.
ABD ve AB’nin emperyalistler arası mücadelede Çin ve Hindistan’da üretilen ucuz mallarla rekabet etmesi zor görünüyor. İşgücü maliyetini o düzeye indirmeleri pek mümkün değil. Ancak Türkiye işçilik maliyetlerini istenilen düzeye çekip (200 $) yabancı sermaye önündeki tüm engelleri kaldırdığında cazip hale gelebilecektir. Türkiye’nin AB ve Ortadoğu pazarlarına yakınlığı, taşıma ve hız konusunda bir başka avantajıdır. Ayrıca Müslüman ülke kimliği ile özellikle Ortadoğu pazarında ağırlık oluşturma ihtimali de bir başka avantajıdır.
Emperyalizmin Türkiye’deki yatırımlar konusunda pek sıkıntı çekmeyeceği gözüküyor. Sigortasız ve sendikasız çalışmanın yaygınlığı uluslararası tekeller için Türkiye’yi cazibe merkezi haline getiriyor. Toplam işçi kitlesi içinde sendikalı sayısının %3-5 düzeyini aşmamasının yanında sendikal yaşama sarı sendikacılığın, uzlaşmacılığın hâkim olması bir başka avantaj. Esnek çalışmanın yaygınlığı, taşeron işçi çalıştırma ve fason üretim de bir başka avantajdır.
Türkiye’nin ekonomik anlamda çekim merkezi haline gelebilmesinde ücretlerin önemli bir rol oynayacağı gözüküyor. Türkiye’nin tekstil, inşaat, tersane vb. alanlarda uzun yıllara dayanan bir birikime sahip olması belli düzeyde kalifiye emeğin oluşmasını sağladı. Ücretlerin istenilen düzeye çekilebilmesinin bir başka yolu da kalifiye emek gerektirmeyen iş kollarına ağırlık vermektir. Hali hazırda Kürdistan’dan getirilen mevsimlik işçilerin çeşitli iş kollarında (tersaneler, tarım, inşaat vb) adeta karın tokluğuna çalıştırıldığı sır değil. Aslında bunu da aşan düzeyde Balkan’lardan, Kafkas’lardan ve Afrika’dan getirilen kaçak işçilerin de ücretlerin aylık 200$ civarına geriletilmesinde işlev görebileceği düşünülmelidir. Erdoğan’ın Ermeni meselesinde ırkçılık temelinde dile getirdiği “100 bin kaçak ermeni işçiyi geri göndeririz” söylemi bir başka gerçeğin gün ışığına çıkmasına yol açıyor. Sadece Ermenistan’dan gelen 100 bin kaçak işçinin Türkiye’de çalıştırıldığı itiraf edilmiş oluyor.
Ucuz işgücü ihtiyacını karşılamakta bir başka kaynak ise çocuk emeğidir. Çocuk emeğinin kullanılmasını kısıtlayacak yeterli yasaların olmaması istismara daha açık hale gelmesine yol açıyor.
ULUSLARARASI SERMAYE KENDİNİ GÜVENDE HİSSETMEDİĞİ HİÇBİR YERE YATIRIM YAPMAZ
Uluslararası tekeller için tüm bunlar avantaj/ fırsat olmasına rağmen mevcut anayasa bu haliyle çeşitli riskler taşımaktadır. Geçmişte görülen pek çok olumsuz örnek yatırım yapacakları alanın düzenlenmesi gerekliliğine işaret ediyor. Bergama köylülerinin mücadelesi sonucu Eurogold aleyhine alınan yargı kararları, Kaz dağlarında siyanürle altın aranmasına Danıştay’ın durdurma kararı, İstanbul Belediyesi’nin 5 milyar dolarlık Dubai Towers projesinin Danıştay engeline takılması, nükleer santral ihalelerinin iptali, eczanelerle tek tek sözleşme yapılmasına dönük kararın danıştay tarafından iptali, GDO (Genetiği Değiştirilmiş Gıda) ve şeker fabrikalarının özelleştirilmesinin iptali, YÖK’ün yayınladığı türban genelgesinin Anayasa mahkemesi tarafından iptali ve YÖK’ün üniversiteye girişte katsayının düşürülmesi kararlarının Danıştay tarafından iptali, Özelleştirmelerin (Pektim, İgdaş, Aliağa, İzmir Limanı vb) iptali…
Türkiye’de alınan yargı kararları tekellerin iştahının kaçmasına yol açıyor. Yasama ve yargıya tanınan haklar yürütmenin (hükümet) elini kolunu bağlıyor. Uluslararası tekellerin ihtiyaçları temelinde atılan adımların engellerle karşılaşması güveni sarsıyor. E mperyalizm için AKP üzerinden sağlanan siyasal ve ekonomik itaatin kalıcı olmasının tek yolu yasal olarak da güvenceye alınmasından geçiyor.
AKP’nin yakaladığı ivmenin arka planında ekonomik istikrar vardır. Emperyalizm 2001 krizinin ardından hükümete getirdiği AKP’ye açık-gizli verdiği destekle ayakta kalmasını sağladı.
Cumhuriyet tarihinde hiçbir hükümet ABD ve AB tarafından bu kadar açıktan desteklenmemiştir. Bu destek ekonomi cephesinde de sürmektedir. IMF ile yürütülen ilişkiler sonucu hiçbir ülkeye tanınmayan ayrıcalıklar tanınmaktadır. Türkiye’nin bütçe açığı battığı açıklanan Yunanistan ile kıyaslandığında çok da parlak değildir. Borç toplamının GSMH’ya oranı yine Yunanistan’dan aşağı kalmaz. Peki bu durumda nasıl oluyor da Yunanistan batarken Türkiye “yükselen değer” olarak görülüyor? Türkiye’nin 2009’daki 4,7’lik küçülme oranı Yunanistan’ınkinin iki katından daha fazla olduğu halde nasıl oluyor da kredi derecelendirme kuruluşları tarafından puanı sürekli artırılıyor?
ABD ile kurulan “model ortaklık”, denklemin bilinmeyen öğesidir. Egemenler de ekonomik göstergelerin fena olduğunun, ibrenin hep aşağıyı gösterdiğinin bilincinde. Özelleştirmeler yoluyla tesisler, makineler vb. haraç mezat satıldı. Kıyı şeridi, temiz su kaynakları, madenler ya satıldı ya da satılmaya devam ediyor. Artık sıra okullara, hastanelere, köprülere, yollara, ormanlara, akarsulara vb. geldi. Elde kalan son birikimlerin, toplumun daha geniş kesimlerini etkiliyor olması yaşanacak yağmanın önünde pürüz oluşturuyor. Bu sürece küçük de olsa muhalefet partilerinin destek vermesi durumunda işler karışabilir. Nitekim 2B yasası (orman vasfını yitirmiş alanlar) ve vakıflar yasasının akıbeti hala belirsiz. Yargı bu süreçte devreye girerek planların bir süreliğine de olsa rafa kaldırılmasına yol açtı.
ANAYASA PAKETİ SERMAYENİN İHTİYACIDIR DEMOKRATİKLİK SOSU BİLİNÇLERİ ÇELMELEME AMAÇLIDIR
Egemenler uzunca bir süredir yaptığı saldırıları demokrasi havarisi edasıyla sürdürmektedir. Kırıntı düzeyinde dahi olsa hiçbir demokratiklik içermeyen tüm bu çabalar özünde hedefine koyduğu toplum kesiminin teslim alınmasını ve sisteme yedeklenmesini hedeflemektedir.
Egemenler halka yönelik bir saldırıyı hayata geçirmek istediğinde öncelikle bunu demokrasi ve insan hakları sosuna batırıp sunmaktadır. Hatırlanacağı gibi SGK (Sosyal Güvenlik Kanunu) saldırısı geçirilirken reform, yenilik adını kullanıyorlardı. Yüzyılın saldırısı değişim yaygarasıyla liberal “solun” da alkışları altında geçirildi. Sendikalardan solun çeşitli kesimlerine kadar cılız bir tonda sürdürülen tepkiler protestoyu aşamadı.
“Anayasa Reformu” paketi de demokratikleşme ambalajıyla karşımıza çıkarılıyor. Paketteki maddelerin içeriği incelendiğinde kimin hangi ihtiyaçlarını gözettiği kolayca anlaşılıyor.
Hükümetin yavuz hırsız misali bastırmasıyla halk 12 Eylül anayasasına taraf olup olmamak biçiminde bir ikilemle karşı karşıya bırakılmak isteniyor. Sanki evet dendiğinde 12 Eylül faşist anayasası bitecek, hayır dendiğinde ise darbeden yana taraf olunacakmış havası yaratılıyor.
12 Eylül darbesiyle örgütlülüklerin bitirilmesinin yanında topluma deli gömleği giydirilmeye çalışıldı. 12 Eylül; milliyetçi, muhafazakâr bir toplum projesi adıyla faşist ve dinci-gerici tüm odakları destekleyip büyütmeye, onlara imkânlar/olanaklar sağlamaya başladı. Başta Kenan Evren olmak üzere cuntacılar gittikleri her ilde Kuran ayetleri okuyarak, Kuran kursları ve cami yapımını teşvik ederek kitle tabanı yarattılar. Tarikatların sistemle bağını daha da güçlendirmek, entegre etmek için şirketleşmesini sağladılar. 90’lı yıllara gelindiğinde Körfez sermayesinin de devreye sokulmasıyla İslami holdingler, tekeller doğdu. Albaraka Türk, Kuveyt Türk, Faysal Finans vb. bankalar kurularak sermaye desteği sağlandı. 2001 krizinin ardından uluslararası tekellerin ihtiyaçları çerçevesinde tepeden tırnağa emperyalizm tarafından dizayn edilen bir parti olan AKP devreye sokuldu. AKP’nin etrafında kümelenen yeni sermaye grupları, devlet imkânlarından (ihale, teşvik vb.) da faydalanarak büyümeye, irileşmeye başladılar. AKP yöneticilerinin de girmiş olduğu ilişkiler sonucu iktidarı bölüşmeye talip, oligarşi içinde yer almak isteyen bir kesim oluştu. Ekonomik alanda elde ettiği gücün siyasal olarak güvenceye alınmadığında ellerinden gideceğinin farkında olan bu kesim bugün anayasa paketi tartışmalarının taraflarından biridir.
Egemenler arası mücadelenin asıl muhatapları rengini doğrudan belli etmek yerine kapsayıcılık çağrıştıracak bir üslubu tercih ederler. Didişme daha çok alt düzeyde temsilciler tarafından yürütülürken onlar demokrat, çoğulcu ve uzlaşmacı gözükmeye özel önem verirler. “Anayasa Paketi” tartışmalarında TÜSİAD yaptığı basın açıklamasında, “Anayasa tümüyle yenilenmelidir; gündemdeki Anayasa paketinin içeriğinde temel sorunlar vardır ve demokrasi açığını kapatmaktan uzaktır ” dedikten sonra asıl niyetini ele veriyor “Anayasa paketi önerisi, kuvvetler ayrılığı ilkesini ve yargı bağımsızlığını zedeliyor.” TOBB başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da yaptığı açıklamada “Yeni anayasa mümkün olan en geniş mutabakatı hedefleyen katılımcı bir süreçle oluşturulmalıdır” diyerek kapsayıcılık görüntüsü altında topu taca atıyor.
Egemenlerin başarısının sırrı kendi taleplerini sanki tüm halkın talebiymiş gibi topluma empoze etmesinde aranmalıdır. “Anayasa Paketi”nde halk yararına hiçbir düzenleme olmadığı halde, başta kriz olmak üzere asıl gündemlerin ıskalanmasını sağlayarak aylardır kamuoyunu meşgul etmesi, hükümetin toplumu manipüle etmekte aldığı yolu da gösteriyor. “Anayasa Paketi” gündeme getirildiği halde TMK’nun (Terörle Mücadele Kanunu) adı bile geçmiyor. Dünya’da uygulanmayan %10 seçim barajı olduğu gibi duruyor. İş kanunu ve çalışma yaşamıyla ilgili hiçbir şey yok. Uluslararası tekellerin insafına terk edilmiş köylünün sorunlarıyla ilgili hiçbir ibare yok. Kürt halkının hiçbir özgürlük talebi dikkate alınmıyor. Kadın adeta yok sayılıyor. İşçiler ve emekçiler cephesinden bakıldığında hiçbir talebinin gündeme dahi getirilmediği böyle bir pakete taraf olması beklenmemeli.
Egemenler arasında yaşanan çekişme, sonunda dönüp dolaşıp üç maddeye dayandı. CHP’nin 3 madde dışında (HSYK, Anayasa Mahkemesi ve Parti kapatma) kalan diğer 24 maddeye onay vereceği Baykal tarafından ilan edildi. “Anayasa Paketi”nin asıl amacı olan üç maddede sorun düğümlenmiş gözüküyor. Bu maddeler zaten yargının denetlenmesi için olmazsa olmaz
maddelerdir. Geleneksel sermayenin son kaleleridir. Hizaya getirilmiş bir Genelkurmay’ın ardından yargı da düşerse yeni dönemde emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği yeni elbisenin büyük oranda hazır olduğu düşünülmelidir.
Maddeler arasına serpiştirilen bazı küçük değişikliklerin demokratiklik savıyla sunulması amaçlanan asıl değişikliklerin perdelenmesine dönük bir çabanın ürünüdür. 12 Eylül faşist anayasasını rafa kaldıracağı iddia edilen paketin liberal ve reformist solun bir biçimde yedeklenmesini sağlayan “en demokratik” maddelerini incelediğimizde içeriğinin ne kadar boş olduğu daha iyi anlaşılır.
“Anayasa Reformu” paketi, hükümet tarafından gündeme getirildiği ilk günden itibaren yamalı bohça gibi ihtiyaca göre şekilden şekle sokuldu. Başlangıçta 23 madde olarak ilan edilen paket sürekli değiştirilerek 27 maddeye kadar çıkarıldı. İçeriği ise kamuoyunda yaratılan etkiye göre küçük değişikliklerle son şeklini aldı.
Madde 25: “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının geçici 15’inci maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.”
12 Eylül darbesinin ve darbecilerin yargılanmasının önündeki tek engel olarak gösterilen geçici
15. maddenin yürürlükten kaldırılması solu yedeklemek için düşünülmüş bir adımdır. Darbeciler yargılansa fena mı olur? Yüzeyselliğiyle tartışmanın pratikte hiçbir sonucu olmayacaktır. “Darbelerin mahkûm edilmesi bile bir kazanımdır!” anlayışı düşülen sığlığın ya da kafa karışıklığının bir başka göstergesidir. Birincisi, 15. madde kalksa bile darbecilerin ve darbelerin yargılanması önünde başka anayasa maddeleri var. İkincisi, birçoğu ya ölmüş ya da yaş haddini çoktan doldurmuş kişilerin yargılanması da pek mümkün görünmüyor. Üçüncüsü, darbenin üzerinden 30 yıl geçmiş olması, zaman aşımı riskini barındırıyor. Dördüncüsü, kadroları darbe sürecinde ve darbeciler tarafından beslenip büyütülmüş bir partinin darbecileri yargılayacağını umut etmek saflık değil de nedir? Beşincisi, darbeyi ve darbecileri burjuva partilerinin yargılamasını istemek, beklemek bir başka hatadır. Böyle bir yargılama olmayacağı gibi toplum nezdinde darbeyle hesaplaşıldığı görüntüsü verilerek aklanmaları sağlanacaktır. Açılım adıyla anılan süreçte aydınlatıldığı, çözüldüğü söylenen olaylara bir göz atmak bile niyetlerini ele vermektedir. “Açılım” sürecinde 1 mayıs 1977 olaylarını devletin denetleyemediği, bazı Ergenekoncuların yaptığı açıklanmıştı. Sivas ve Gazi katliamları da Ergenekon’la ilişkilendirilerek devlet aklanmaya çalışılmıştı. 12 Eylül faşist darbesinin ABD başkanı Carter’e “bizim çocuklar işi bitirdi” biçiminde iletilmiş olması, hesaplaşmanın kapsamının da kimle hesaplaşılması gerektiğinin de en güzel ifadesidir.
Madde 1: “…Bu maksatla alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar ve özürlüler ile harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.” Kadınlara pozitif ayrımcılık
iddiasıyla hazırlanan birinci maddede kadın dışında herkes var. Son anda eklenen şehit, dul ve yetimler bölümü ise ilgili kesimleri de yedeklemek çabasının ürünüdür. Kısacası kadının olmadığı ve ne işe yarayacağının da bilinmediği bu maddeye kadın örgütlerinin tepkisi, talebi olmasına rağmen kulak asılmaması amacın kadınların sorunları olmadığının en basit örneğidir. Yoksa töre cinayetlerine kurban giden, öldürülen, dövülen, sövülen kadının sorunları saymakla bitmez. Ancak egemenlerin böyle bir derdi olduğunu düşünmek de sol adına ayrı bir akıl tutulmasıdır.
Madde 6: “…memur ve diğer kamu görevlilerine toplu sözleşme yapma hakkı getirilmektedir…Eğer anlaşma olmazsa, konu Uzlaştırma Kuruluna götürülecektir. Uzlaştırma Kurulunun vereceği karar kesin olacak ve toplu sözleşme yerine geçecektir.” Bu madde memurların işçiler gibi toplu sözleşme yapabileceği yanılsaması yaratmaktadır. Özünde ise Uzlaştırma Kurulunun söylediği rakamların bağlayıcılığı bir yana memurların grev hakkı dahi ellerinden alınmaktadır. Alın size bir “demokratikleşme” örneği daha.
SOL EGEMENLERARASI İKTİDAR MÜCADELESİNDE DÜŞTÜĞÜ YEDEKLENME HALİNDEN ARTIK KURTULMALIDIR
Son yıllarda sol liberalizm diye bir terim türetildi. Aslında kavram olarak birbirine zıt bu kelimeler yan yana getirildiğinde halkta bir bilinç bulanıklığı yaratılarak burjuva ideolojisinin sol maskesiyle sürdürülebilmesi amaçlanıyor. Taraf Gazetesi yazarı, DSİP üyesi Troçkist Roni Margulies: “
Öneri bence ana hatlarıyla olumlu. Bütün eksikliklerine rağmen sonuçta 12 Eylül Anayasası ilk defa sivil bir girişimle değiştirilmiş olacak çünkü. Ama çok eksiği var.” (Taraf Gazetesi- 27.03.2010)
ABD ve AB emperyalizminin politikalarının gönüllü savunucusu olan bu kesimlerin kendilerine sol liberal demesi kimseyi aldatmamalıdır. Birincisi, 12 Eylül anayasası defalarca değiştirildi.
İkincisi, bu kesimler olumlamak istedikleri şeyin başına sivil kelimesini getirerek meşruiyet yaratacaklarını zannediyorlar.
Geçmişte sol kulvarda yer almış olsa da bugün ayağının altındaki zeminin büyük oranda değiştiği bazı aydınlar ise bizi şaşırtmamaktadır. Ertuğrul Kürkçü: “Değişikliklerin, mevcut Anayasaya oranla nispeten genişlemiş demokratik bir alan yaratabileceği ortada. Fakat değiştirilmemiş maddelerle birlikte düşünüldüğünde sonuç olarak değişen bir şey yok…” Oral Çalışlar da sol gösterip sağ vuranlardan. “AK Parti’nin hazırladığı taslağı bütün eksiklerine rağmen, özellikle Anayasa Mahkemesi, HSYK ve parti kapatma davasının Meclis iznine bağlanması maddeleri hayati önemde.”
Ömer Laçiner de paketi kötünün iyisi olarak görenlerden.
“…Bizim tam anlamıyla onaylayabileceğimiz bir paket değil bu. Ama Anayasayı değiştirme konusunda etkisi olan (CHP ve MHP) güçlere baktığımızda AKP onların yanında daha ehven-i şer gibi duruyor.” (Taraf Gazetesi- 27.03.2010)
Ufuk Uras da utangaç savunuculardan. “Yapılan değişiklikler önemlidir. Ancak yeterli değildir. Geçici 15. maddenin bizim için sembolik değeri çok fazla ama keşke YÖK’ün kaldırılması da olsaydı. Ne yazık ki bu hiç gündeme bile gelmedi. Bu konuda MHP ile CHP’nin peşine takılmayacağız. 330’a ulaşma anlamında bir sıkıntı olacağını düşünmüyoruz” şeklinde konuştu. (2 Nisan 2010)
Kendilerini liberal sol olarak görenleri anlamak zor değil ancak emek ekseninde durduğunu söyleyen ve bu konuda ciddi birikimlere sahip olanların anayasa gibi kapitalizmin basit ve temel konuları hakkında düştüğü yanılgıyı anlamak zor. Aydın Çubukçu’nun “ne koparırsak kardır” anlayışıyla bir yedeklenme hali yaşadığı görülmektedir. “Esas olarak bu Anayasanın neresini değiştirirsen kârdır. Ama bu, temel demokratik taleplere cevap verebilecek bir değişiklik de değil tabii. Yıllardır 82 Anayasası’nın kaldırılması için mücadele ettik. Sonuçta burada sadece tozunun alındığı bir durum ortaya çıkıyor. Daha çok şu anda ordu, yargı ve hükümet arasında sürüp giden çatışmada hükümet lehine bazı değişiklikler getiriyor. Bu zararlı mıdır; değildir…” (Taraf Gazetesi- 27.03.2010)
Birgün yazarı Doğan Tılıç “Anayasa Paketi”nin geneline olumluluk atfederek paketin bölünmemesine hayıflanıyor. “…HA-VET seçeneği yoksa çorba iyi bile olsa içindeki sinek yüzünden içilmeyecek galiba.” (25 Mart 2010 ) Tılıç, ne suya ne sabuna dokunmak biçiminde özetlenebilecek, bir ÖDP klasiği haline gelmiş HA-VET anlayışını karşılaşılan her soruna uygulayabileceğini düşünenlerden.
Aslında bugüne kadar 12 Eylül Anayasasında defalarca değişiklik yapıldığı halde hiç bu kadar gürültü koparılmamıştı. AKP, her zamanki gibi gündeme getirdiği hak gasplarını sanki iyilik yapıyormuş edasıyla, demagojik söylemler eşliğinde devam ettiriyor.
AKP girdabına kapılıp bu pakete bir şekilde eklemlenmek sol adına talihsizliktir. 2009 Ekim’de kurulan Demokratik Anayasa Platformu’nun 10 Nisan’da “Sivil Anayasa” sloganıyla gerçekleştirdiği mitingin bileşenlerine bakıldığında birbirinden bu kadar farklı kişi ve kurumun nasıl yan yana geldiğini anlamak daha da zorlaşıyor. Ali Balkız, Murat Belge, Oral Çalışlar, Kezban Hatemi’nin de aralarında olduğu kişilerin yanı sıra BDP, SDP, KESK, ÖDP, Halkevi, DİSK gibi kurumların Genç siviller ve 70 Milyon Adım gibi Sorosçu ve şaibeli çevrelerle yan yana, omuz omuza vermelerini anlamak zor. Miting’de “Anayasa Paketi”ne evet diyenlerin sesinin daha çok çıktığı göze çarpıyordu.
DEVRİMCİLER “ANAYASA PAKETİ” TARTIŞMALARINDA GÖSTERİLENİ DEĞİL SAKLANMAYA ÇALIŞILANI GÖRMELİDİR
Türkiye’de devlet biçiminin faşizm olduğunu bilen devrimciler demokratikleşmenin yasalarla değil devrimle olacağını bilir. Egemen güçlerden reform, yenilik beklemek ancak halka ve devrime olan inancın yitirildiği, yenilgi atmosferinin havasının solunduğu bir duruşun dışa vurumu olabilir. Bu topraklardan ayağını kesmemiş hiç kimse doğrudan demokrasinin en güzel örneklerinin sergilendiği bu coğrafyada üretilen değerleri aklından çıkarmaz. Yer altı Maden-iş, Çeltek, Tariş, Fatsa vb demokratik devrime giden yolda devrimcilerin gelecek düşlerinin nüvesidirler. Türkiye’de demokratik devrim mücadelesinin tezgâhlarında dokunan kumaş emekçilerin ruhuna en sıcak dokunuşları bıraktı.
Sosyalizmin tarihi, devlet ve demokrasi konusunda çok zengin örneklerle doludur. Bu kazanımlar, Paris Komününden Sovyetlere; Çin Devrimi’nden Küba’ya, işçi ve emekçilerden ezilen halklara kadar insanlık tarihinin hafızasına kazınmıştır. Sosyalizmin miraslarından biri de insanlığın kazanımlarının anayasal güvenceye alınmasıydı. Faşizmin dünyayı kana boyadığı, insanlığın toplama kamplarına hapsedildiği bir ortamda Sovyet Birliği’nin 1936’da kabul ettiği Halk Anayasa’sı sadece maddeleriyle değil hazırlık süreciyle ve halkın katılımıyla da hala hafızalardaki canlılığını koruyor.
1936 anayasası özel bir komisyon tarafından hazırlandıktan sonra, bütün parti örgütlerinde tartışıldı. Bütün fabrikalarda, Kolhoz ve Sovhoz’larda, Huzurevlerinde vb. okunarak tek tek insanların görüşleri alındı. Bütün itirazlar parti örgütü tarafından merkez komiteye iletilirken, yine merkez komiteye binlerce vatandaşın itiraz mektupları iletildi. Bu mektupların tamamına tek tek cevap verildiği gibi, SBKP-MK (Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi) gerekli değişiklikleri ekleyerek anayasayı halkın oyuna sundu. Aralık 1936’da SSCB Sovyetleri Olağanüstü Kongresi’nce kabul edilerek yürürlüğe girdi.
Sovyetler Birliği’nde 1936 anayasası sadece SSCB’de değil dünya çapında bir hazırlığın sonucunda oluşturulmuştur. İlerici insanlığın birikimleri süzülerek anayasa içinde buluşmuştur. “…Anayasa tasarısı, bütün uluslararası dillere çevrilerek 60 milyon nüsha dağıtıldı. 10 bin gazetede yayınlandı. 527 bin mitinge konu oldu. Çeşitli kitle örgütleri, organ ve alanlarda değerlendirildi. 154 bin değişiklik önergesi verildi.” (Devrimci Hareket, sayı:9- 1998) Sadece 1936 Anayasası sürecinde yaşananlar bile solun “Anayasa Paketi” tartışmalarındaki çapsızlığı, demagojiyi görmesine yetmelidir. Sol, anayasa tartışmalarında evet-hayır ikilemine düşmeden, egemenler arası çatışmaya yedeklenmeden kendi duruşuyla yer almalıdır.
Sosyalist toplumun gelişimine ve devrimin kazanımlarının kök salmasına koşut olarak üretenin yöneten olduğu bir sürecin önü açılmıştı. Özgürlüklerin ulaştığı düzey incelendiğinde, bugün dahi örneklerine az rastlanacak hoşgörü ortamı gelişmişti. SSCB Anayasasına göz attığımızda halkın kazanımlarının güvence altına alındığı rahatlıkla görülür.
“Madde 3. SSCB’de tüm iktidar, emekçi halk vekilleri Sovyet’lerinde temsil edilen kent ve kırın emekçi halkına aittir.”
Burjuva yazarlar tarafından sıklıkla SSCB’de halkın adeta çalışma kamplarındaymışçasına çalıştırıldığı iddia edilir. Halbuki pratikte durum tam tersidir.
“Madde 119. SSCB yurttaşları dinlenme ve boş zaman hakkına sahiptir. Dinlenme ve boş zaman hakkı, işgününün işçilerin ezici çoğunluğu için yedi saate inmiş olması, işçiler ve memurlar için tam ücretli yıllık izinlerin bulunması ve emekçilerin kalabileceği geniş bir sanatoryum, dinlenme evi ve kulüpler ağının bulunması ile güvenceye alınmıştır.”
Sosyalizm inşa sürecinde yer alan her yurttaşının çalışma gücünü yitirdiği durumlarda ona sahip çıkar. Türkiye’de patronlara artık kar sağlayamayacak duruma gelen herkesin sokağa atılmasında hiçbir ahlaki sorumluluk aranmaz, normal bir durum olarak görülür.
“Madde 120. SSCB yurttaşları, yaşlılıklarında, hastalık ve çalışma gücünün kaybı durumunda bakım hakkına sahiptir. Bu hak, işçi ve memurların sosyal sigortasının devlet tarafından ödenmesi, emekçiler için ücretsiz sağlık hizmeti ve emekçi halkın kullanabileceği geniş bir sağlık bakım evlerinin bulunması ile güvence altına alınmıştır.”
Türkiye’de tele kulak skandalları bitmediği gibi halkın tamamının her türlü iletişim bilgilerinin kayıt altına alınarak baskı, şantaj ve gözdağı için kullanıldığı resmi makamlarca da kabul edilmektedir. Gayri resmi biçimde elde edilen tüm bu bilgiler delil olarak insanların karşısına konmakta ucu açık cezalarla yıldırılmaya çalışılmaktadır. Kişi ve konut dokunulmazlığı ise kâğıt üzerinde kalmaktadır. Hakkını aramaya kalkan insanların başına nelerin geldiğine dair haber her gün medyada karşımıza çıkmaktadır.
“Madde 127. SSCB yurttaşları, kişi dokunulmazlığına sahiptir. Hiç kimse bir mahkeme kararı ya da temsilcisinin onayı olmadan tutuklanamaz.
Madde 128. yurttaşların konut dokunulmazlığı ve haberleşmenin mahremiyeti yasa ile korunmaktadır.
Küba on yıllardır uygulanan ambargoya rağmen dimdik ayakta durmakta; insanlığın vicdanı olmayı sürdürmektedir. Küba üretimlerini insanlığın yararına kullanmayı bir görev olarak görmektedir. “Dünya üzerinde 73 azgelişmiş ülkede toplam 36 bin 578 Kübalı doktor çalışmaktadır. Bu yılsonuna kadar yardım edilen ülke sayısının 81’e çıkması beklenmektedir. ”
(Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal)
Küba Anayasası incelendiğinde tüm imkansızlıklara rağmen kârı değil insanı merkeze alan bir anlayışın hakim olduğu rahatlıkla görülür.
“…Çalışabilir durumdaki her erkek ve kadının bir iş olanağına sahip olmasını, hiçbir engelli insanın yeterli geçim kaynaklarından mahrum bırakılmamasını, hiçbir hasta insanın sağlık hizmetlerinden mahrum bırakılmamasını, hiçbir çocuğun okul, yiyecek ve giysi ihtiyaçlarından mahrum bırakılmamasını, hiçbir gencin eğitim olanağından mahrum bırakılmamasını ve hiçbir insanın eğitim, kültür ve spor etkinliklerinden mahrum bırakılmamasını güvence altına alır. Hiç bir ailenin rahatlık içinde yaşayacak bir konuttan mahrum kalmamasını başarmak için çalışır…” (Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal)
Küba doğrudan demokrasinin en güzel örneklerini sunmaktadır. Bürokratikleşmenin panzehiri olan halkın doğrudan yönetime katılımı devrimin sigortasıdır.
“Küba’nın demokratik sistemi, seçilmiş bir adayın, görevlerini yerine getirmediği takdirde yine aynı seçmenler tarafından görevinden alınabilmesini sağlamaktadır. Ayrıca, seçilmiş temsilciler, yaptıklarının hesabını seçmenlerin önünde periyodik olarak vermek zorundadır.
Milletvekilleri hiç bir imtiyaza sahip değildir. Seçilmeden önceki maaşlarını milletvekillikleri esnasında almaya devam etmektedirler(Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal)
Devrimcilerin karşılaştıkları sorunlar karşısında paket çözümleri, reçeteleri yoktur. Marksizm’i rehber alan devrimciler ihtiyaca uygun araç geliştirebilme kabiliyetini gösterirler. Bugün devrimciler gündem belirleyebilmekten uzak olsa bile tartışılan gündemin arka planını görebilmek için kimin ihtiyacı sorusunu sorarlar. “Anayasa paketi” tartışmalarında doğru tutumun takınılabilmesi, ihtiyaca uygun çözüm geliştirilebilmesinin yolu buradan geçmektedir.
Sosyalizm mücadelesinin dünden bugüne biriktirdiği değerler yürüdüğümüz yolun pusulasıdır. Halk Anayasalarının insanı merkeze alan içeriği diğer ülkelerin deneyimleriyle daha da zenginleştirilebilir. “Anayasa Paketi” tartışmalarına soldan müdahil olunurken alternatif geliştirmek, kendi hazırladığımız anayasa taslaklarını anlatmak gerekli ve doğrudur. Ancak bilinmektedir ki bir fikri kabul ettirmenin yolu ikna gücüdür. Geliştirilen fikirlerin nüve halinde de olsa iç ilişkilerde uygulanıyor olması gerekli ve önemlidir. İddiayı gerçekçi kılan sahibinin duruşudur.
Türkiye’nin demokratikleşmesinin tek yolu devrimdir. Sistemle sorunu olan tüm kesimlerin taleplerinin demokratik bir devrim programı etrafında bir araya getirilmesiyle demokrasi sorunu kökten çözümlenebilecektir. Ancak bir sorunun devrimle çözülebileceğini söylemek bugün oturup beklemek anlamına gelmez. Nasıl ki Kürt’e, işçiye, köylüye, dayak yiyen, hor görülen kadına devrimi beklemesini söylemeyeceksek “Anayasa Paketi” tartışmalarına bizim gündemimiz değil diyerek uzak durmak doğru değildir. Dikkat edilmesi gereken şey, egemenler arası mücadelenin girdabına kapılıp yedeklenme tehlikesine karşı uyanık olmaktır.
Sayı 30 (Haziran – Ağustos 2010)