TAK, 13 Mart’ta Ankara’da yapılan eylemi 4 gün aradan sonra yayınladığı bir bildiriyle üstlendi. Bildirinin içeriği, eyleme dair yapmış olduğumuz değerlendirmeyi doğrulamış, kaygılarımız artırmıştır. Bu nedenle bir kez daha devrimcilerin eylem anlayışına dair kimi doğruların altını çizme ve “birlik bileşeni yapılar”a çağrı yapma ihtiyacı duyduk.
Bugün artık solda, İslam Konferansı düzenlenmesi, cuma namazı çağrısının yapılması veya Saidi Nursi güzellemelerinden sonra halkın ortasında bomba patlatmayı da hoşgören bir duruşla/yaklaşımla karşı karşıyayız. Bu noktaya birdenbire gelinmedi. Bu ölçüsüzlük cüreti, kimi sol yapılardan alınan koşulsuz destek eşliğinde adım adım büyümüştür.
Eğer mesele sistemin değişiminde rol oynayacak tüm dinamiklerin bir toplam oluşturacak şekilde devreye sokulmasıysa; bu Leninizmdir, faşizme karşı birleşik cephedir; “hem parti hem Sovyet” diyen diyalektiktir. Bu diyalektik, hem kimliği hem sınıfı kapsar; ezilen tüm kesimlerin öfkesini, güç ve imkanlarıyla beraber kötülüğün kaynağına yöneltir. Dolayısıyla da reaksiyoner veya pragmatik bir eylem anlayışını değil, programatik bir yaklaşımı ve kapsayıcılığı gerektirir.
Kavgada yöntemlilik ve bilimsellik mi pragmatizm ve ölçeksizlik mi?
Tarihte çeşitli biçimlerde denenmiş ve doğruluğu kanıtlanmış olan, içine Türk’ü de Kürt’ü de, kadını da erkeği de, işçiyi de işsizi de alan bir yöntem varken, böyle bir sınıfsal bilincin olmadığı tarihsel evrelere dönmek ve saflaşmayı “Türk-Kürt”, “batı illeri-doğu illeri” üzerinden yapmak, kavganın bilimsel/yöntemsel olma zorunluluğunu reddetmektir. Daha mantıklı, daha kalıcı ve tüm ezilenleri kapsayan bir çözüm varken, daraltılmış/öznelleşmiş hesaplar eşliğinde çözümsüzlüğü dayatmaktır. Daha da vahimi Sovyet, Çin, Küba, Vietnam vb. devrimlerin kazanılmasını sağlayan programatik duruşun, o tarihsel birikimin reddi; safların “halk-egemenler” biçiminde değil de etnik ve dini gruplar, aşiretler, kabileler olarak ayrıştığı ve tek silahın barut olduğu döneme dönüştür.
Gerçekte ise bugün dönem, öfkelenerek duygusal ve psikolojik öğeler üzerinden saf tutmayı ve mesafeler oluşturmayı değil, ezilenler olarak birbirini anlamayı; kendini ve zorunluluklarını dayatmadan, bugüne kadarki birikimlerin üzerinden atlamadan, solda biriken akıl ve güçle ortaklaşmayı gerektiriyor.
Bugün eğer Kürt hareketi, Kızılay’daki eylemi yapar ve savunur hale gelmişse; bunda “bu ulusal harekettir, şeytanla bile uzlaşsa normaldir, reelpolitik bunu gerektirir” biçiminde dışavuran, eleştirel değil ölçüsüz desteğin rolü yadsınamaz. Bu desteğin, Ankara Güvenpark eylemini doğurduğunu söylemek abartılı olmaz. Bu eylemin arifesinde kuruluşu ilan edilen birlik, bir de bu açıdan değerlendirilmelidir. Böyle bir oluşum sonrasında, Kürt hareketinin eylemleri, solu sol yapan ölçülerle mi planlanmış yoksa pragmatizm ve ölçüsüzlük sol yapıların da desteğiyle eylemlerin eksenine mi oturmuştur? Diğer bir ifadeyle, Kürt hareketi yüzünü sola mı dönmüştür, yoksa solu kendi kapsamına alarak, sınıf uzlaşmacılığı ve pragmatizm üzerine bina edilmiş kimlik paradigmasında (ölçüsüz eylem anlayışında) daha cüretkar bir ısrarı öne çıkarır hale mi gelmiştir?
Eylem, programatik duruş ve gereklilikler üzerinden değerlendirilmelidir
Söz konusu eylem, psikolojik yönlendirmelerin, Rojava vb. coğrafyalardaki iklimin dışına çıkılarak, her devrimci yapıya niteliğini veren amaçlar, programatik duruş ve gereklilikler üzerinden değerlendirilmelidir.
“71” devrimciliği ve onu rehber edinen 75-80 pratiği anımsanmalıdır. Devrimcileri örgütsüz insanlardan ayıran en temel nitelik, ölçülü ve planlı-programlı olmalarıdır. Bu ölçüler dahilinde mücadele biçimleri de mücadele alanları da çeşitlidir; devrimci eylem, barutun tahrip gücüne bırakılmayacak türden yaratıcılık ve üretkenlik gerektirir; devrimci eylemin karşıdevrimci eyleme benzememe zorunluluğu vardır; bu, acıyı yaşarken de yaşatırken de gözlenebilmesi gereken bir farktır.
Bizler bu değerlendirme kapsamında, “TAK mı değil mi; neden TAK; TAK nedir?” sorularına girmeyeceğiz. Ama Kürt hareketiyle birlik oluşturan devrimci-sol yapıların böyle bir sorumluluğu olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Kim bilir belki onlar bizim yerimize (yıpratıcı ve kutuplaştırıcı olmayacak biçimde) bu soruların takibini yapar. Ve belki “üzgünüz ama” yerine, sadece ölenler ve yaralananlardan değil tüm halktan dolaysız biçimde özür dilenmesi sağlanır. Bu öyle “ölenler içinde polisler de vardı” diyerek geçiştirilecek bir mesele değil. O çok sevilen kavramla söylersek “amasız fakatsız” özür dilenmeli, tekrarının önleneceğine dair güvence verilmelidir.
Sonuç olarak, 7 Haziran seçimleri veya cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde HDP tarafından yapılan çalışmayla, o süreçte öne çıkarılan değerlerle Ankara eylemi nasıl bağdaştırılmaktadır? Yoksa o sözler yalnızca bir “seçim vaadi”miydi? Eğer değilse, bugün 2013 Haziran Direnişi’nin değerleriyle ve Türkiyelileşme iddiasıyla oluşan mesafe sorgulanmalıdır. Birlik dahilindeki devrimci-sol yapılar, bu mesafenin oluşumuna güç katan bir bileşen olmayı içlerine sindirmekte midir?
Bilinir ki farklı alanlardaki mücadeleler ve farklı eylem biçimleri, birbirini tamamlamadığında birbirini kesmeye başlar. Bir askeri eylem anlatılamadığında yani diğer eylem biçimleriyle birbirini tamamlamadığında, mücadeleyi terörize etmek isteyenlerin işine yarar. Eylem, mutlaka anlaşılır veya anlatılır olmak zorundadır. Düşünün ki Mahirler, Denizler bile mücadelenin diğer alanlarının yeterince örgütlenememesi sebebiyle, askeri eylemlerini anlatma güçlüğü çekmişti. Sonradan yapılan geçmiş değerlendirmelerinde o örgütlenmenin bir ayağının eksik olduğuna vurgu yapılmıştı.
Bugün gündemde, kıdem tazminatı fonu gibi emeğin haklarının gaspına ilişkin paketler veya yargıyı iktidara daha da bağlayacak yasalar var. İktidar, terörü önleme bahanesinin arkasında istediği yasayı çıkarıyor. Baskı yasaları, sansür vb. güncelleniyor. Meclisteki diğer partilerden “istediğiniz desteği vermeye hazırız” sesi yükseliyor. Bu koşullarda insanlar sokağa çıkamıyor, ortaklaşıp sesini yükseltemiyor. Devrimci çalışma, örgütlenme zemini giderek daralıyor.
Kısacası Ankara eylemi ve giderek öne çıkan yönelim, genelde Kürt sorununa özelde devrimci-demokratik çözüme dair bir yanılgıya/çarpıklığa işarettir. En genel anlamda söylersek, programın yerini reaksiyonun, devrimci siyasetin yerini reelpolitiğin almasıdır.
Mücadele topa, tüfeğe, mermiye indirgendiğinde, meşruiyet bir kenara bırakılıp güçler yarıştırıldığında, bunu kimin kazanacağı dolayısıyla bu türden politikaların kime yarayacağı açıktır. Belki böyle bir yönelimi, Suriye’deki/Rojava’daki özgün koşulları eksen alarak savunanlar olabilir; ancak Türkiye coğrafyasında siyasal varlık göstermek isteyenlerin “birlik” adına bu yönelime sessiz kalması veya daha da kötüsü basamak oluşturması, anlaşılması zor bir durumdur. Devrimci-sol yapıların, bu değerlendirmeyi dikkate alacağına ve Güvenpark eylemini doğuran süreci, öznelliğe düşmeden kendi tarihlerinin de gerektirdiği ölçeklerle ele alacağına inanmak istiyoruz.
18 Mart 2016
DEVRİMCİ HAREKET