Kapitalist ilişkilerin dünya ölçeğinde devamlılığı söz konusu olduğunda, emperyalistler işbirlikçi yönetimleri, kitlelerin önüne atmaktan, bir başkasıyla değiştirmekten çekinmez. Arap Baharı denilen süreçte Mübarek, Bin Ali gibi kuklaların, halkların kabaran öfkesini yatıştırmak için kurban verilebildiğine, ancak faşist rejimlerin daha fazla tahkim edildiğine tanık olduk. Hatta böyle dönemler kapitalist ilişkilerin derinlemesine nüfuz edebilmesi için fırsata bile çevrilmektedir. Zaman geçtikçe “Arap Baharı”nın halkların özgürlük yürüyüşüne değil, emperyalizmin Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirme projesine dönüştüğü daha net ortaya çıkmaktadır. “Arap Baharı” gibi milyonları ilgilendiren, onlarca yıllık diktatörleri deviren ve hatta tüm bunları emperyalizmin sıradan bir askerinin burnu dahi kanamadan gerçekleştiren bir projenin ABD’nin bilgisi ve onayı dışında yürütüldüğünü düşünmek en hafif deyimle saflık olmaz mı?
ABD, Irak’tan çekildik açıklamasına rağmen hala iki büyük askeri üste 4 bin, büyükelçiliklerde ise 16 binin üzerinde asker, ajan vb. bulundurmakta. ABD’nin maaşını ödediği özel güvenlik şirketleri bünyesinde faaliyet gösteren 40 bin kadar katili de unutmamak gerekir. Kuzey Irak’ta çeşitli üsler kurulmaya devam ediyor. Ayrıca Kuveyt’te, Irak’tan çekildiği söylenen askerlerin de yerleştirildiği bir garnizon bulunuyor. S.Arabistan, Katar, Yemen vb. çeşitli bölge ülkelerinde onlarca askeri üste binlerce Amerikan askeri mevcut. ABD’nin Beşinci Filo’su, uçak gemileri ile birlikte Basra Körfezi’nde demirlemiş durumda. “Arap Baharı”nın ABD’nin Irak işgalini sonlandırdığını, askerlerini çektiğini söylediği bir dönemle çakışması tesadüf değildir.
Libya işgal edilmeden önce, “Libyanın Dostları” adıyla bir araya gelen emperyalistler, pastanın nasıl bölüşüleceğini kararlaştırmıştı. Yine bu dostlar tarafından Libya halkının başına bombalar yağdırılmış; binlerce insan ölürken onbinlercesi yaralanmıştı. Libya işgal edildikten sonra oluşturulan rejim ülkede şeriat ilan etmiş “Libya’nın Dostları” ise tüm enerji kaynaklarına el koymuştu. Aradan bir yıl geçmeden aynı senaryo Suriye için devreye sokuluyor. Bu yılın Şubat ayında, “Arap Baharı”nın startının verildiği Tunus’ta yapılan “Suriye’nin Dostları” toplantısının ardından 1 Nisan 2012 tarihinde İstanbul’da ikincisi gerçekleştirildi. Başta Türkiye olmak üzere toplantıdan işgal yönünde bir irade, tampon bölge ya da en azından isyancıların ağır silahlarla donatılması gibi şeyler bekleniyordu. Ancak BM Güvenlik Konseyi’nin Annan Planı üzerinde anlaşması, beklentileri boşa düşürdü. Toplantının en kaydadeğer sonucu; Suudi Arabistan ve Katar’ın Özgür Suriye Ordusu mensuplarına maaş ödenmesi için bir fon kurma kararını açıklamaları olmuştur. Böylece isyancı denilen kesimlerin halkla, özgürlükle bir ilgilerinin bulunmadığı ve emperyalizmin bordrolu ajanları oldukları teyid edilmiş oldu.
Arap Birliği, Suriye konusunda aktif rol alan kesimlerin başında geliyor. Arap Birliği’nin her yıl değişen dönem başkanlığı sırası Filistin’e gelmişken, Katar para karşılığında bu hakkı satın aldı. Suriye’de muhalif denilen kesimlerin saldırılarıyla Katar’ın dönem başkanlığının çakışması önceden hazırlanmış bir senaryonun hayata geçirildiğini gösteriyor. Katar’ın dönem başkanlığında, Suriye birlikten atılmakla kalmayıp, Arap Birliği, rejimi yıkmak için yürütülen faaliyetlerin odağı haline geldi. 2012 yılı Mart ayından itibaren başkanlık Irak’a geçti. Arap Birliği’nin bundan sonra Suriye konusunda eskisi gibi uygun bir araç olmayacağı anlaşılıyor. En son Bağdat’ta yapılan Arap Birliği toplantısından Suriye’ye dönük herhangi bir karar alınamaması bu durumun göstergesidir.
Suriye’de isyancıların ülke dışından geliyor olması, girdiği bölgelerde kalıcılaşamamasının önündeki en büyük engeldir. Ayrıca isyancıların çok parçalı niteliği bir başka engeli oluşturuyor. Rusya, Çin, İran gibi ülkelerin basıncının yanı sıra bu yıl içinde yapılacak Fransa ve ABD’deki başkanlık seçimleri öncesi risk alınmak istenmiyor. Libya’nın ardından Suriye’de karşılaşılacak daha büyük bir başarısızlık Obama’nın geleceğini olumsuz yönde etkiler.
Böyle bir dönemde süreci tırmandırmak yerine küllendirmek, daha büyük operasyonlar için zemin oluşturmak isteniyor. İşte tam da bu ihtiyaçlar bağlamında Kofi Annan, hem Arap Birliği’nin hem de BM’nin temsilcisi olarak ortaya çıktı. Annan Planı’nın başarısının veya muhalifleri tatmin edip etmemesinin bir önemi yok. Çünkü emperyalistler istediği zaman bahane (insan hakları, demokrasi vb.) yaratmakta ustadır. Hatırlanacak olursa 2011 yılında Arap Birliği, Suriye’ye bir gözlemci heyeti göndermişti. Heyetin raporunda şiddetin kaynağının Suriye hükümeti değil isyancı denilen kesim olduğu üzerine basılarak belirtilmişti. Arap Birliği, gereğini yapmak yerine raporu yırtıp çöpe attı ve kendi seçtiği görevlilerin işine son verdi. O dönem hemen hiç kimse bu durumu sorgulamadı ve unutulup gitti.
EMPERYALİZMİN SAVAŞ ARACI MEDYA
Medya dezanformasyonu bilinmeden ‘Arap Baharı’ anlaşılamaz. Irak işgali sırasında CNN, BBC gibi medya tekellerinin halkların gözünde hiçbir inandırıcılığının ve itibarının kalmadığı bir dönemde, Katar Şeyhi’nin kurduğu El Cezire ve Suudi Kralı Faysal’ın kurduğu El Arabiya gibi TV kanallarının özellikle Arap coğrafyasında popüleritesi hızla arttı. Ancak yıldızı parlatılan bu kanallar özellikle ‘Arap Baharı’ döneminde yaptıkları yalan haberler, kurmaca programlar vb. yoluyla gerçek yüzünü göstermeye başladı. Libya’da doruk noktasına varan kara propaganda, işgali kolaylaştırıcı bir rol üstlenmişti. Libya halkının başına yağan bombaları, katledilen, yaralanan halkı ekranlara taşırken sanki Kaddafi güçleri yapmış gibi göstererek işgale ‘meşruiyet’ kazandırmaya çalıştılar. Libya, kara propaganda da son nokta! Daha alçakça ne yapılabilir ki! denilen bir dönemde El Cezire ve El Arabiya Suriye’de yeniden ortaya çıktı.
Suriye’de olmayan bir muhalefet yaratmaya çalışmanın dışında, ortada hiçbir şey yokken hayali çatışmalar icat etme, isyancıların katliamlarını askerler yapmış gibi yansıtma dahil akla hayale gelmeyecek yöntemlere başvuruyorlar. Normal bir insanın midesinin kaldıramayacağı bu insanlık dışı yöntemler nadiren de olsa ortaya saçılmakta ve böylece bu kanalizasyon şebekesinin faaliyetlerinin çok az bir kısmını öğrenebilmekteyiz. Kısa bir süre önce El Cezire televizyonundan istifa eden bir grup gazeteci oynanan oyunların bir kısmını komuoyuna açıkladılar. “Humus’ta küçük bir çocuktan ağır yaralanmış gibi yapmasını istediklerini ve muhaliflerin öldürdüğü sivillerle ilgili görüntülerin askerler tarafından yapılan katliammış gibi sunulduğunu itiraf etti… gerçekleri bu kadar uzun süre gizledikleri için üzgün olduklarını söyleyerek tüm izleyicilerden özür diledi… daha önce istifa eden bir başka çalışan da El-Cezire’nin…Katar’daki bir stüdyoda çekilen kurgu videoları Suriye’de çekilmiş gibi yayınladığını itiraf etmişti. ” Hata! Köprü başvurusu geçerli değil.
Aynı günlerde CNN’in Suriye muhabiri, muhaliflerden çatışma sahnesi yaratmalarını isteyerek bunu canlı yayında çatışmaların ortasındayız diye anlatmıştı. Sonradan gerçekler ortaya çıkınca CNN kamuoyundan özür dilemişti. Ancak gerçekler istisnai durumlarda ortaya çıkıyor. Çoğu zaman yalanlar tüm dünyaya gerçekmiş gibi lanse ediliyor. Kara propaganda konusunda hamileri kadar tecrübeli olmayan islamcı basın henüz daha küçük senaryolar üretebiliyor.
Zamanla onlar da tecrübe kazanacak! “Tamamen hayalet şehre dönüşen Humus mahallelerinde yüzlerce sivil öldürülürken, binlercesi de kaçarak canlarını kurtarmıştı. Evleri tek tek arayarak yağmalayan Şebbiha çeteleri, yol kenarındaki bir güvercine de tahammül edemiyor. Silahlı çete üyeleri, uçamayan güvercini tekmeleyerek eğleniyor.” (Zaman Gazetesi, 15/03/2012)
Suriye Ortadoğu’nun fay hattıdır
“Arap Baharı”nın yaşandığı ülkelerin ortak özelliği Irak işgali sonrası ABD’nin IMF, DB ve çeşitli anlaşmalar yoluyla bölgeye dönük teslim alma planlarına evet demek zorunda kalmış olmalarıdır. Libya işgali öncesi Kaddafi’nin IMF dayatmalarına boyun eğmesinin yanında İtalya, Fransa ve Türkiye gibi ülkelerle de girdiği ilişkiler işgali kolaylaştırıcı bir faktöre dönüşmüştü.
Suriye’de 2006 yılından beri uygulanan IMF programı, işsizliği arttırarak toplumsal koşulları iyice kötüleştirmiştir. IMF’nin programı ekonominin daraltılmasını, ücretlerin dondurulmasını, mali sistemin serbestleştirilmesini, ticaret reformlarını ve özelleştirmeleri içermekteydi. IMF programının yarattığı yıkım Suriye’nin karıştırılmasında büyük bir yardımcı faktör olmuştur.
“Arap Baharı” söylemlerinin gelip dayandığı nokta ABD’nin bölge politikalarına direnen, kapitalist pazara tam olarak entegre olmamış ülkelerdir. Libya’da işler istenen doğrultuda ilerlememiş; Kaddafi direnmiştir. NATO’nun aylarca süren bombardımanları ve şiddetli çatışmalar sonrası çeşitli ülkelerden getirilen İslamcı militanlar, ajanlar, paralı askerler ve bir miktar çapulcuyla birlikte kukla bir rejim kurulabilmiştir. Suriye muhalefetinin ana gövdesini emperyalizmin ajan ve provokatörleri yanında çeşitli ülkelerden getirilen İslamcı militanlar, Kral ve Şeyhlerin petro-dolarları ve az sayıda çapulcu oluşturmaktadır. Ancak Libya’daki senaryonun aynen sahnelenmek istendiği Suriye’de ise işler sarpa sarmış gözüküyor. Lavrov, Mart ayı başında İngiliz MI6 ajanlarının Suriye’de faaliyet yürüttüklerini açıklamıştı. Ayrıca Humus’a giren askerlerin aralarında 13 Fransız subayı, Türk, Afgan vb.’nin de içinde bulunduğu 700 civarında ‘isyancı’nın yakalandığı söyleniyor. Arap basınında dışarıdan getirilen İslamcı militanların çeşitli eğitim kamplarında emperyalistler tarafından eğitildikten sonra Suriye’ye sokulduğu belirtiliyor. “…10 bini aşkın Libyalı, şimdi de ayda bin dolar maaşla Suriye rejimini devirmek üzere Ürdün’deki bir bölgede askeri eğitim alıyor.”
(Ürdün, El Bawaba- Sol.org.tr) Suriye’de isyancı adı verilen kesimlerin büyük oranda dışarıdan getirtilen islamcı militanlar olduğu ABD Dışişleri Bakanı Hillery Clinton’ın BBC’ye verdiği demeçteki itiraflarından da açıkça anlaşılmaktadır: “ Bölgede El-Kaide, Hamas ve bizim terör listemizde bulunan diğer gruplar, kesinlikle Suriye muhalefetini destekliyorlar…” devamında “ belirli ülkelerde rejim değişikliğine gidebilmek için Washington, ‘terörist düşman’la işbirliği yapmaktadır ” (BBC, 23/03/2012) diyerek çok daha açık bir itirafta bulunmuş oluyor.
Suriye’de yaklaşık bir yıl önce Türkiye, Ürdün ve Lübnan sınırlarında başlayan çatışmalar zaman içinde farklı şehirlere yayılmıştır. Muhalefetin odağı olarak gösterilen Müslüman Kardeşler ve Hizb-ut Tahrir örgütlerinin merkezi İngiltere’dir. Lider kadroları çoğunlukla orada yaşamaktadır. Bahsi geçen yapılanmaların etkileri sınırlıdır. Ancak dışarıdan getirilen İslamcı militanlar ve paralı askerlerin yıkıcı etkisi çok büyüktür. ABD Şubat ayı içinde Afganistan’da savaştığı Taliban’a CIA ve Pentagon’un bölgedeki üssü olan Katar’da ofis açma izni verdi. Aynı dönemde El Kaide lideri Eymen ez Zevahiri, Suriyeli isyancıların ”kanserli rejim”den kurtulmak için her türlü aracı kullanma hakları olduğunu ” söyledi. Bu militanlar baskın yaptıkları şehirlerde kamu binalarını, köprüleri, enerji santrallerini yakıp yıkmaktan; petrol yataklarını, doğalgaz boru hatlarını havaya uçurmaya kadar birçok sabotaj eylemleriyle topyekün imha eylemlerini gerçekleştirmektedirler. Pek çok katliamın yanı sıra çatışmaların dışında kalan Şam, Halep gibi büyük kentlerde otomobillerle gerçekleştirilen intihar saldırılarının kaynağında bu tip yapılanmaların olduğu gözüküyor. İsyancılar barındıkları bölgelerde terör estirerek katliamlar gerçekleştirmenin yanında, evleri dolaşıp bölgeyi terk etmeleri konusunda halka gözdağı veriyor. Baş kesme, adam kaçırma, gasp, soygun vb. ‘isyancı’ların rutin faaliyetleri arasındadır. Muhalifler Suriye’yi işte bu yöntemlerle demokratikleştiriyor!
ABD ve AB, BM’den müdahale kararı çıkarmak için Arap Birliği üzerinden Suriye yönetimini yalnızlaştırmaya çalışıyor. Şubat ayında Suriye hükümetinin başarılı operasyonlarına tepki olarak bir yandan Suriye’li diplomatlar sınırdışı edilirken (Almanya) diğer yandan başta ABD olmak üzere İngiltere, İtalya, Fransa ve İspanya da Şam’daki büyükelçilerini geri çağırarak baskı oluşturmaya çalıştı.
Suriye halkı çatışmaların arttığı bir dönemde sokaklara inerek tavrını ortaya koydu. 15 Şubat’ta Şam’ı ziyaret eden Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’u karşılama töreni tam bir gövde gösterisine dönüşmüştü. Rus ve Suriye bayraklarıyla bir milyon kişinin sokaklara çıktığı basına yansıdı.
Şam, Halep, Lazkiye gibi büyük kentlerde çeşitli tarihlerde gerçekleştirilen Esad yanlısı gösterilerde yoğun katılım göze çarpıyordu. İsyanın başlamasının birinci yılındaki gösteriler de rejime kitlesel destek mitinglerine dönüştü. Halkın rejime desteğini gözlemlemenin yollarından birisi de referandum oldu. İsyancıların tüm baskı, tehdit, şiddet faaliyetlerine rağmen seçimlere katılım %60 civarındaydı. Sandık başına gidenlerin %90’ı (yaklaşık 15 milyon kişi ) ise yeni anayasa tasarısına onay verdi. Seçime katılım oranını ve çıkan sonucu küçümsememek gerekiyor. Avrupa ve ABD’de halkın yarısı sandığa gitmezken Suriye’deki katılım oranı önemlidir. Devrim diye lanse edilen Mısır’da seçime katılım %54’ü geçmezken Tunus’ta %50’nin altında kalmıştır. Tüm olumsuzluklara rağmen Suriye rejiminin halk desteğini korumasını nasıl açıklamak gerekir? Halkın desteğinin kökeninde Baas rejiminin arap milliyetçiliğine dayanan ideolojisi yatmaktadır. Filistin davasını sahiplenmekte gösterdiği duruş Arap coğrafyasında olduğu kadar iç kamuoyunda da haklı bir saygıya yol açıyor. Ayrıca onlarca yıla dayanan kurumsallaşma, güçlü bir askeri örgütlenme ve istihbarat ağı emperyalistlerin işini zorlaştıran faktörlerdir.
Suriye’de her geçen zaman rejimin güç toplamasına, hazırlanan komplonun çapının daha fazla ortaya çıkmasına yol açıyor. Şubat ayı içinde 49 MİT elemanı Suriye’de tutuklandı.
Ayrıca çeşitli ülkelerden giriş yapan pek çok istihbarat elemanı ve İslamcı militan ele geçirildi. Mart ayında isyancıların kalesi olarak lanse edilen Humus, Hama, Dera, İdlib gibi kentler isyancılardan temizlendi. Ancak emperyalizmin isyancılara silah, cephane, istihbarat, para, asker vb. kısaca her türlü yardımı esirgemediği biliniyor. Suriye rejimini dünyadan büyük oranda izole ettiği bir ortamda çatışmaların emperyalizmin ihtiyacına göre yön değiştirmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
SURİYE YALNIZCA SURİYE DEĞİLDİR
Suriye’yi sadece BAAS rejiminden ibaret görmek ya da nüfusuyla değerlendirmek büyük bir yanılgıdır. Bu bölge İran’dan Irak’a; Lübnan’dan Filistin’e; Körfez ülkelerinden Ürdün’e kadar geniş bir bölgeyi ve hatta irili ufaklı pek çok örgütü etkileyen, ilgilendiren bir alandır. Daha genel anlamda söylersek; Suriye, anti-emperyalist ve anti-siyonist direnişin yoğunlaştığı ve oradan çıkacak sonuçların uzun vadeli ve çok geniş bir coğrafyaya etkilerinin olacağı bir ülkedir . Kısacası Suriye Libya değildir. Libya’ya NATO müdahalesine pek karışmak istemeyen Rusya ve Çin gibi aktörler, sıranın Suriye’ye geleceğini hesaplamış; ona göre strateji geliştirmiş gibi gözüküyor. ABD ve müttefiklerinin Suriye üzerindeki baskılarının arttığı, Türkiye hükümetinin saldırı yönünde açıklamalar yaptığı bir dönemde Rusya, Ocak ayı başında Suriye hükümetinden aldığı Tartus Limanı’ndaki deniz üssüne iki adet savaş gemisini göndererek gözdağı vermiş oldu. Ardından uçak gemisi dahil pek çok gemisini üsse sevk etti. Şubat başında Lavrov’un Şam ziyaretinde Dış İstihbarat Servisi (SVR) Başkanı Mihail Fradkov’u götürmesi ve öncesinde geniş bir istihbarat, dinleme ağının kurulmuş olması bir başka önemli noktadır. Rusya Genelkurmay Başkanı Nikolay Makarov’un “ulusal güvenliğe yönelik yakın bir tehdit algılamaları durumunda nükleer silah kullanabilecekleri” uyarısı yapması rakiplerine gözdağı olarak okunmalıdır. Şubat ayı başında Erdoğan’ın mecliste yaptığı konuşmada Suriye konusunda Rusya’yı eleştirmesi üzerine Medvedev’in Erdoğan’ı arayıp , “ABD’nin oyuncağı olmayın. Türkiye Suriye müdahalesinde öncü olursa en büyük zararı siz görürsünüz” dediği Rus basınına yansıdı. Ardından Mart ayı içinde Rus ve İran uçakları insani yardım malzemeleri (ilaç, çadır, mama vb.) içeren seferler düzenledi. Böylece Suriye’nin yalıtılmış olmadığı çeşitli yöntemlerle (hava, deniz vb.) bağın güçlü olduğu vurgulandı.
Kısaca, Rusya Suriye konusunda geri adım atmayacağını çeşitli biçimlerde ilan etmiş oldu.
BM GÜVENLİK KONSEYİ’NDE SURİYE’YE DÖNÜK KARARLARI İKİ KEZ VETO EDEN RUSYA VE ÇİN TARAF OLDUKLARINI GÖSTERDİ
Rusya’nın sert tavrının arkasında Çin ile ortak hareket etmesi yatmaktadır. Suriye konusunda önceki tutumlarına göre farklılık gösteren ülkelerden bir diğeri olan Çin, BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada veto yetkisini kullanmaktan çekinmedi. Rusya ve Çin Ortadoğu coğrafyasında aktör olarak kalmak ve rakiplerini zayıflatmak için en uygun yer ve anı kollamış ve sürecin en kızgın anında gerekli hamleyi yapmışlardır.
ABD’nin Türkiye’yi, Suriye’ye saldırması ya da daha saldırgan tutum alması için zorlaması, sürecin tersine işlemesinin emaresi olarak okunmalıdır. Başta Rusya, Çin ve İran gibi güçlerin daha doğrudan tavır almaya başlaması tüm dengeleri bozabilir. Çin ve Rusya bloğunun tutumuna İran ve Hizbullah da, yaptığı açıklamalar ve Suriye yönetimine verdikleri fiili destekle katkı sunmuş oldu.
Suriye ile Rusya’nın ilişkilerinin köklü bir tarihi geçmişi vardır. Sovyetler Birliği, emperyalizmin işbirlikçisi Arap gerici rejimleri karşısında Baas kökenli rejimleri (Mısır, Suriye, Irak vb.) desteklemişti. Suriye ordusunun askeri kapasitesinin %90’ı Sovyet/Rus yapımı çoğu eski silahlardan oluşmaktadır. 2010-2013 yıllarını kapsayan anlaşma sonucunda Suriye Rusya’dan iki adet disel-elektrik denizaltı, “Neva” uçaksavar sistemlerinin yenilenmesi ve MiG-29 CMT ve Yak-130 savaş eğitim uçaklarının temini, operasyonel-taktik füze sistemleri, T-90 tankları alıyor.
1971 yılında Sovyetler Birliği, Suriye rejiminden Tartus’ta bir denizüssü alarak Akdeniz’de güçlü bir mevzi elde etmişti. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından üs boşaltılmıştı.
Ukrayna ile Sivastopol’daki deniz üssünün durumuyla ilgili ortaya çıkan anlaşmazlık, Rusya’yı yeni arayışlara itti. 2008 yılında iki ülke arasında Moskova’da yapılan anlaşma ile Tartus limanı tekrar kullanıma açıldı. Suriye’nin karıştırılmaya çalışıldığı günlerde Rusya limanın tadilatını bitirdi ve kullanmaya başladı. “Yakhont süpersonik gemisavar füzelerinin Suriye’ye sevkiyatı yapıldı… Söz konusu füzelerin Suriye’nin bütün kıyı kesimini olası bir saldırıdan koruma kapasitesine sahip olduğu… Denizden fırlatılan bu füzeler hızları ve alçak irtifada hedefe yönelebilmeleri nedeniyle dünyanın en gelişmiş füzeleri arasında gösteriliyor. ” (Ntvmsnbc-02 Aralık 2011) Rusya’nın adımları bununla da sınırlı kalmadı. “
Suriye ve Lübnan’da bulunan iki radar üssünü muhtemel ABD ve İsrail saldırılarına karşı modernize ettiğini iddia etti. İsrail ve Ürdün’ün tüm hava sahasını ve Kuzey Suudi Arabistan’ı kapsayacak şekilde geliştirilirken, Lübnan’da bulunan radar da genişletildi… iki radar Kıbrıs ve Yunanistan dahil Doğu Akdeniz’i de izleyebiliyor.”
(Evrensel Gazetesi- 28 Şubat 2012) Tartus Üssü’nde Rusya’nın uçak gemisi ve çeşitli savaş gemileri, denizaltılar, teknik personel, istihbarat elemanları, dinleme tesisleri yerleştirilmiş durumda. Rusya kendine çok güveniyor. Lavrov, “
… muhalefeti silahlandırmak hükümet güçlerini yenmek için yeterli değil. Suriye muhalefeti dişlerine kadar (baştan ayağa) silahlandırılsa da yine de hükümet güçlerini yenemez. Bu onların dış müdahale istemesinin nedeni…” (Zaman Gazetesi- 04 Nisan 2012) dedi.
Rusya ve Çin için Suriye, rakipleriyle mücadelede önemli bir mevzi. Suriye’yi kaybetmek Ortadoğu’ya açılan pencerenin kapanması anlamına gelir. Her iki güç de mücadele etmeden, direnmeden Suriye’yi teslim etmeyecektir. Ancak ne kadar ileri gidecekleri belirsiz. BM’den çıkarılmaya çalışılan kararları daha ne kadar veto edecekleri belli değil. Çünkü her veto sıkışmalarına ve yalnızlaşmalarına yol açar. İki emperyalist güç de süreci götürebilecekleri kadar ileri götürüp ABD ile karşı karşıya gelme aşamasında çark edeceklerdir. Lavrov, Duma üyelerine Suriye konusunda bilgi aktarırken Rusya’nın ne kadar ileri gidebileceğinin mesajını veriyor: Lavrov, “ABD ile karşı karşıya bizim askeri varlığımızın orada olup olmaması ile ilgili konuya gelince… Hayır. Bunun Rusya’nın milli çıkarlarına aykırı olduğuna inanıyorum” (Zaman Gazetesi- 14 Nisan 2012) dedi.
SURİYE KONUSUNDA Şİİ BLOĞUNUN SAVAŞ DÂHİL HER İHTİMALİ GÖZE ALDIĞI ANLAŞILIYOR
Suriye, İran, Hizbullah ve Hamas arasında kader birliğine dayanan bir ilişki mevcuttu. Hatırlanacağı gibi İsrail ve Filistin’deki Abbas yönetiminin saldırıları karşısında Suriye yönetimi Hamas’a sahip çıkmış, onu koruyup kollamıştı. 2009 yılı başında İsrail’in Gazze’yi işgali sırasında Arap ülkelerinin hemen hepsi Hamas’ı terk etmekle kalmayıp İsrail’e işgal için destek de verdi. Suriye yönetimi ise saldırıya uğrama ihtimaline rağmen Hamas’ı sahiplenmekten çekinmemişti. İşgal sonrası Gazze’ye uygulanan abluka döneminde, Türkiye, One Minute, Mavi Marmara vb. üzerinden sanki İsrail karşıtı ve ABD’yi dinlemeyen bir aktör olarak sahnede belirdi. İsrail’e kafa tutarcasına Hamas yetkilileri ve lideri Halid Meşal Türkiye’de ağırlandı, çeşitli görüşmeler yapıldı. Hamas yönetimi ikna edilmiş olacak ki Suriye karıştırılmaya başlar başlamaz Hamas, Şam’ı terk edip Katar ve Mısır’a taşındı. Katar, ABD’nin Ortadoğu operasyonlarını yürüttüğü merkezdir. Mısır ise herkesin malumu. Hamas Şam’dan çıkmakla da kalmayıp muhalifleri destekleyen birtavır içine girdi. Filistin Başbakan’ı İsmail Haniye Mısır ziyareti sırasında; Aksa’yı Kurtarma ve Suriye Halkına Yardım konulu bir toplantıya katıldı.
Haniye: “…özgürlük ve reform talepleri ile Esad rejimine karşı ayaklanan Suriye halkını da selamladı… Sözleri sık sık “Kahrolsun Esad, Yaşasın İslam, Kudüs bizim canımız,Hizbullah ve İran’a hayır sloganlarıyla kesildi.”(Milliyet Gazetesi- 24 Şubat 2012) Haniye’nin tavrının bireysel olmadığını Hamas’ın Siyasi Büro Şefi
Musa Ebu Merzuk’un açıklamalarından da anlıyoruz: “Esad rejiminin güvenlik çözümünü onaylamıyoruz. Suriye halkının taleplerinin yanındayız” (http://sol.org.tr-28 Şubat 2012) Hamas’ın Suriye’den çıkıp Katar ve Mısır’a taşınması karşılığında Katar Emiri’nden Gazze’nin imarı için 250 milyon dolar aldığı da söyleniyor.
Suriye’de rejim değişikliğinin gerçekleşmesi durumunda Lübnan’da Hizbullah zor duruma düşecektir. Lübnan’da 2011 yılının Ocak ayında Saad Hariri liderliğindeki koalisyon hükümeti düşürülmüş, yerine “8 Mart İttifakı” (Hizbullah, Özgür Yurtsever Hareket) yeni hükümeti kurmuştu. Aslında “8 Mart İttifakı” bir azınlık hükümeti durumunda. Özgür Yurtsever Hareket’in liderliğini eski Falanjist lider General Michel Avn yapıyor. Suriye rejimi yıkıldıktan sonra Lübnan’da hükümetin düşürülmesi çok zor değil. Ardından Lübnan’da kurulacak yeni hükümet tarafından Hizbullah’ın kendi ordusu, iletişim sistemi vb. sorun edilip dağıtılması gündeme gelecek. Lübnan tekrar iç savaş ve emperyalist müdahale ile karşı karşıya gelecek. Tehlikenin tamamen farkında olan Hizbullah çeşitli yollar deniyor. En son 28 Mart 2012 tarihinde Lübnan’da aralarında Hizbullah, Cemaat el-İslamiye, Müslüman Âlimler Birliği, İslami Tevhid Hareketi, Hamas ve İslami Cihad Hareketi’nin de bulunduğu İslam Birliği adıyla bir toplantı gerçekleştirildi. “ Suriye’deki mesele için siyasi çözüm yoluna gidilmesi ve bundan başka yol olmadığı konusunda görüş birliğine varıldı. ” mesajı verildi. Hizbullah yolun sonunu görüyor: “Suriye’ye saldırı başladığı anda, İsrail’i hedef alacağını ilan etti!”
Suriye’nin düşürülmesi ve Hizbullah’ın yok edilmesinin ardından İran’ın kuşatmasına başlanacaktır. İran rejimi Şii bloğunun dağılmasıyla kuşatılacağının farkında. Körfez ülkeleri, Türkiye, Afganistan ve Pakistan dışında deniz ablukası ve Azerbaycan’ın da devreye sokulmasıyla kuşatma tamamlanacak. İran nüfusunun yaklaşık %25-30’unu Azeriler, %10’unu ise Kürtler oluşturuyor. Azerbaycan üzerinden Azeri azınlık kışkırtılacak. Şimdiden Azerbaycan hükümeti ile İsrail arasında 1,6 milyar dolarlık anlaşma (insansız hava aracı, füze savunma sistemi, vb.) imzalanmış durumda. En son İranlı bilim adamının öldürülmesinde İran, Azerbaycan pasaportuyla ülkeye giriş yapan ajanlar yüzünden İsrail ve ABD’yi sorumlu tuttu.
Irak üzerinden Kürtler devreye sokulmaya çalışılacaktır. Ayrıca Güneydoğu’da Beluciler üzerinden ABD’nin uzun yıllardır faaliyetleri biliniyor. Irak’ta faaliyet gösteren Halkın Mücahitleri gibi ajanlaştırılmış yapılar işlerin kolaylaştırılmasını sağlayacaktır. Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası yaşanan karışıklıklar abluka altına alınmış, dışarıyla irtibatı kesilmiş bir İran’da rejim değişikliğinin mümkün olduğunu gösteriyor.
İran rejimi emperyalist kuşatmayı kendinden ne kadar uzak tutarsa o kadar faydasına olduğunu çok iyi biliyor. İşte bu yüzden İran, Suriye’nin “kırmızı çizgisi olduğunu” ilan etti. Ahmedinejad: “İran…Suriye’yle ilişkileri geliştirmek için hiçbir sınır yoktur ve bu ülkeye destek için her şeyi yapacaktır ” (TRT- 28 Mart 2012) biçiminde konuştu. İran, Ortadoğu’da Şii nüfus üzerinde etkisini artırmaya çalışıyor. El Hekim ve Sadr üzerinden Irak’ta bellirli bir mevzi edinmiş durumda. Irak hükümetinin Suriye konusundaki duruşu İran ile paralellik gösteriyor. Irak’ta Suriye konusunda hassasiyet var. ABD işgali döneminde Suriye ülkeden kaçan milyonlarca ıraklıya kucak açmıştı. Suriye o dönem direnişi desteklediği gerekçesiyle ABD tarafından işgalle tehdit edilmişti. Şu an Irak’ta hem Şiiler hem de Sünniler arasında Suriye rejiminin desteklenmesine dönük eğilim ağırlıkta. Ayrıca İran, Lübnan’da Hizbullah’ı desteklemenin dışında Bahreyn, Yemen vb. ülkelerde bile büyük bir nüfuza sahip.
1 Nisan’da İstanbul’da yapılan “Suriye’nin Dostları” toplantısı sonrası, İran eleştirilerin dozajını artırmış durumda. İranlı yetkililer çeşitli biçimlerde tepkilerini gösteriyor. İran Meclis Başkanı Lar icani: ‘Türkiye emperyalizmin taşeronu oldu ‘ derken Dış Politika Komisyonu Başkan Vekili Muhammed Kevseri ise “ Türkiye, Katar, ABD ve Suudi Arabistan’ın Suriye’nin gerçek düşmanları olarak tanınmakta olduklarını… İran’ın onlar gibi iki yüzlü ve münafık olmadığı ” (Akşam Gazetesi- 04 Nisan 2012) biçiminde ağır sözler sarfetti.
Suriye konusunda yaşanan her duraksama yalnızca Suriye’de değil tüm Ortadoğu’da rüzgârın tersten esmesine yol açma potansiyelini barındırıyor. İran, Suriye’nin karıştırılmasının ardından 30 yıl aradan sonra savaş gemilerini Süveyş kanalından geçirerek mesaj vermişti. 20 Şubat’ta yine İran savaş gemileri, Suriye deniz kuvvetlerini eğitmek gerekçesiyle Tartus Limanı’na demirledi. Suriye Hükümeti’nin Rusya’ya Tartus limanını vermesinin ardından İran’a da Laskiye’de bir üs vereceği iddia ediliyor. Suriye’de sular ısındıkça tarafların karşılıklı atacağı adımlar hızlanacak, hamleler sertleşecektir.
Suriye bir bataklık gibi, bulaşan her ülkeyi içine çekecek, bugünden kestirilmesi güç sonuçların ortaya çıkmasına yol açacaktır.
İşin içine halklar girdiğinde kağıt üzerinde yapılan bütün hesapların bozulma riski vardır. Asker sayısı, silah mevcudu, ekonomik büyüklük savaşın gidişatında etkisi küçümsenmeyecek faktörlerdir ancak direnen bir halkı teslim alacak bir silah henüz icat edilmiş değil. Suriye rejimi yıkılsa bile devlet imkânlarını da arkasına alan bir direniş; işgalcileri pişman edecektir.
Ortadoğu’da din, milliyet üzerinden yaşanacak bir hesaplaşmada kimin kazanacağı hiç belli olmaz. Ortaya çıkacak tablo tüm hesapları altüst edebilir.
Şii bloğunun güç toplayarak girişeceği bir karşı saldırı yalnızca ABD’nin bölgeye dönük politikalarının iflas etmesiyle sonuçlanmayacak başta İsrail, Katar, S.Arabistan ve Türkiye olmak üzere işbirlikçi rejimleri sallayacak potansiyeli taşımaktadır.
Sayı 36
(Mayıs – Temmuz 2012)