Geniş Ortadoğu Coğrafyası’nda yaşanan yoğun hareketliliğin ilk etabından beri bu gelişmeleri devrim veya bahar olarak görmeyen devrimci kesimlere karşı, sanki olguyu değil de aklındakini veya kitaptan ezberlediğini aktarıyor ve gerçekliği göremiyormuş gibi yakıştırmalar yapılmaktadır.
Elbette ne devrimler, ısmarlanmış yapay projelerdir, ne de kitleler iradesiz nesnelerdir. Ne var ki, ille de rahatsız olunacaksa, devrimcilerin “bilinçli eylem ve irade”nin önemine yaptığı vurgudan değil, emperyalizmin bölgedeki iradi ve planlı müdahalesinden rahatsız olunmalıdır.
Gerçekte bizlerin yaptığı, bir olguyu görmek istememek değil, daha ayrıntılı görmektir. Anımsan acak olursa, söz konusu coğrafyada daha tek bir kibrit çakılmamışken, biz Ortadoğu’nun yangın yerine döneceği vurgusunu yapmış ve bu öngördüğümüz süreçte rol alabilecek muhalif tüm dinamikleri kapsayan bir ortak duruş geliştirebilmenin önemine dikkat çekmiştik.
Bugüne dek yaptığımız değerlendirmelerde ise, ne salt kuramsal sınırlarda kalıyor, ne de birilerinin yaptığı gibi övgü ve alkışla yetiniyoruz. Bu, öylesine ciddi ve kapsamlı bir süreçtir ki, olguyu bütünlüklü görebilmek ve isabetli değerlendirmeler yapabilmek için, 10 yıl öncesine gidip, bu gelişmelerin embriyon halini de, bugünü ve yarınını da aynı değerlendirmenin konusu yapabilmek gerekiyor. Bu kapsamlı ele alma işi, süreçte doğru bir duruş sergileyebilmek için de bir koşuldur.
Akla ziyan değerlendirmelerin gazete köşelerinde yer aldığı, fikri yönlendirmenin bilgi ve yorum kirliliği eşliğinde yapıldığı günümüz koşullarında, yöntemli düşünüp isabetli sonuçlara varmak büyük önem taşımaktadır. Tabii ki sözümüz, sisteme ne fikri, ne fiilli biçimde yedeklenmeden var olunabileceğine ve toplumsal rol alınabileceğine inananlaradır.
Davutoğlu’nun, ABD taşeronu (veya bölge kâhyası) olarak Suriye’ye gittiği 8 Ağustos’un devamında, 9 Ağustos’ta Fehmi Koru’nun Star’daki köşesinde, ABD’nin Türkiye’nin bölgede bağımsız bir güç olmasından rahatsızlık duyduğunu, bu nedenle ayak oyunu yapıp, sanki kendi adına gidiliyormuş gibi gösterdiğini yazması, elbette (kendi yazdığına kendi inanmasa da) sınıfsal kimliği gereği anlaşılır bir duruştur. Aynı gün Hikmet Çetinkaya, “Arap Baharı Aldatmacası” başlığı attı. Gerçekte ise “Arap baharı”, aldatmacadan da öte, halkların başına örülen bir çoraptır. Bunun böyle olduğu somut gelişmelerle, net biçimde ortaya çıktıkça; Arapça olması nedeniyle, özellikle tercih edilmiş “ihtilal” başlıkları atanların veya manşetlerinin altına şiir/şarkı sözü aktaracak kadar heyecanlananların ne diyeceğini merak ediyoruz doğrusu.
Umut ediyoruz ki sürecin öğretici boyutu erken işler ve sadece tuzu kuru yazarlara değil, ABD gibi güçlerle, aynı denklem içinde “kazan-kazan” hesabı yaparak yol alınabileceğine inanlara da ders etkisi yapar, gerçeklerin kavranmasına yardımcı olur.
Bugün sosyalizme devrimci yoldan ulaşma geleneğinde yaşanan savrulmaların/sapmaların ağırlıklı nedenlerinden biri de kapitalizme dair yanlış okumalardır. Ve bunun, sanıldığından da ağır sonuçları olmaktadır. Öyle ki, en dinamik halde bulunan kesimler bile, ya yanlış (sınıfsal olmayan) bir örgütlülüğün yönlendiriciliğinde eyleme geçmekte, ya da sistemle, bağrında yedeklenmeyi içeren ilişkilere girmektedir. Bu nedenle de, eşitsiz paylaşım ve sömürünün en yaygın ve en keskin biçimlerde yaşandığı Geniş Ortadoğu Coğrafyası’nda halkın tepkisi, bırakalım bir “bahar”ı müjdelemeyi, emperyalizmin bölgeye dair yeni dizayn ihtiyacının manivelası haline getirilebilmektedir.
Geçmişi olan, tartışılmış ve hayat içerisinde doğruluğu kanıtlanmış bir önermedir; sömürü ne denli yoğun olursa olsun, sınıf bilinci kendiliğinden oluşmaz. İşçi olmak, bilinç için uygun bir maddi zemindir, ancak yeterli değildir. Bu nedenle, işçi sınıfına bilinç “dışarı”dan taşınır. İşçi sınıfı, üretimdeki yeri (maddi yaşam koşulları) sebebiyle, devrimci teoriyi uygulayabilecek en uygun toplumsal kesimdir; eyleme önderlik eden ideoloji de sınıfsal tanımını buradan alır.
Bu gerçekliğin bilincinde olan emperyalizmin, Arap coğrafyasında, sınıf bilincinin oluşumunu engelleyen/geciktiren yöntem ve arayışlar içinde olduğu bir dönemde, kapitalizme dair 150-160 yıllık süre boyunca oluşturulan, doğruluğu çeşitli biçimlerde kanıtlanmış birikimin, yenilenme adı altında adeta ters bükülmesi, düşündürücüdür.
Üretim tarzı olarak kapitalizmde sınıfsal farkların önlenmesi, olası değildir. Bu sistemde, üretim araçlarına sahip olan bir kesim ve çalışan bir kesim vardır. Bu, hangi biçimde uygulanırsa uygulansın, sınıfsal farklılıklar oluşur. Zaten egemenlerin korktuğu veya engellemeye çalıştığı bu fark değil, söz konusu farkın sınıf bilinci ile buluşmasıdır. Bugün Arap coğrafyasında startı verilen kapsamlı müdahalenin tayin edici niteliklerinden biri de budur.
ABD, bir taraftan krizin etkilerine çözüm ararken, diğer taraftan krizin halkın sırtına giderek artan biçimde bindirdiği ağırlıkların sosyal patlamalara sebep olmaması için, özellikle Geniş Ortadoğu Coğrafyası’nda, sürecin sadece iktisadi boyutunda değil, sosyal ve siyasal boyut dahil, hemen her aşamasında rol almaktadır. Meselenin salt kitlelerin hareket grafiğini öfke ve sakinlik ölçüsünü dikkate alarak değerlendirilmesi, gelişmelerin okunabilmesi için yeterli değildir.
Ezilenler gibi ezen sınıflar da deneyim biriktirmekte ve elde ettiği sonuçları merkezileştirerek birbirine devretmektedir. Daha öncede söylediğimiz gibi 2001 11 Eylül’ünden bugüne dek yaşananlar nasıl emperyalizmin yeni bir konseptini ifade ediyorsa, aynı konsept bugün NATO’nun yeni versiyonunda yansıyan konsepte zemin ve meşruiyet hazırlamıştır. İşte bu süreçte Türkiye’de AKP eliyle uygulanan değişimin, 10 yıllık bir hesap eşliğinde, bölgeye dair öngörü taşıdığı, artık daha net biçimde görülüyor.
2002’den bugüne, AKP iktidarı döneminde, geleneksel sermayenin etki alanını sınırlayan; değer yargıları dahil, sermaye birikim ve paylaşımından iktidar ilişkilerine kadar yeni bir sermaye gücü ve modeli oluşturuldu. Bu süreçte, bir bütün halinde devlet yapılanması ve rejim, bu yeni sermaye gücüyle uyumlu, ona denk biçimde yeniden organize edildi. Artık kendi sivil toplum örgütleri, sendikaları, basını ve anında harekete geçirebileceği kamuoyu oluşturma mekanizmaları olan bir yapılanmayla karşı karşıyayız. Bu modelde artık, hemen hiçbir olay sınıfsal temelde ele alınmıyor. Ulusal/etnik, dinsel, vb. farklılıklar öne çıkarılıyor. Böylece, sınıfsal fark ve dayandığı çelişmeler varlığını korurken, sınıf bilincinin oluşması önlenmiş olmakta ve sınıfsal bakış açısı toplumun hemen her kesiminde yitirilmiş olmaktadır.
İşte bugün Türkiye’nin neden bölge için bir prototip olarak kabul edildiği ve hangi ön ilişki ve hazırlıkların sonucunda, nasıl etkili bir aktör olarak işlevlendirildiği anlaşılmadan; sokağa, nerede kaç kişinin çıktığına bakarak veya tuzu kuru analizcilerin sınıfsallıktan uzak, soyut/öznel yorumlarıyla gelişmeleri kavramak ve doğru bir duruş sergilemek olası değildir.
“ARAP BAHARI”NIN İKTİSADİ BOYUTU
Ortadoğu, sistem açısından bugüne dek, pazar olmaktan çok, ucuz enerji kaynağı olarak görüldü. Bölge, petrodolar açısından önemliydi. Sınırlı sayıdaki egemenin elinde biriken bu değer, Batı’da değerlendiriliyordu. Kâğıt üzerinde görünen, ama halkın lehine kullanılmayan milli gelir ile reel hayat arasındaki uçurumun giderek büyümesi, halktaki tepkileri de büyütmeye başladı.
İşte, gerek bölge ekonomisinin pazar ekonomisinin içine çekilmesi ve emek sömürüsünün yoğunlaştırılması, gerekse sınıflar arası çelişmenin büyümesinin önüne geçilmesi amacıyla, yeni bir sermaye birikim modeli düşünüldü. Bunun için, doğrudan müdahale yerine, tarikat ilişkileri de kullanılarak, ülkenin var olan katmanlarında bir burjuvazi oluşturup yaygınlaştırma yöntemi tercih edildi. Bu bağlamda, yeni değer yargıları oluşturulmakta, sınıf ilişki ve çelişkilerinin keskinleşmesinin, daha da önemlisi, sınıf bilincinin oluşumunun önüne geçilmeye çalışılmaktadır.
Bilinir ki, sömürü ve baskı ne denli arttırılırsa arttırılsın, sınıf bilinci kendiliğinden oluşmaz. Öfke, sosyal patlama, vb. gerçekleşse de sonuç alıcı olmaz. Bugün Ortadoğu’ya ABD eliyle ılımlı İslami model bu amaçla dayatılmaktadır. Bölgeye uygun, “faizsiz bankacılık”, Rusya’nın ürettiği “helal et” gibi özel tüketim maddeleri ve tabii ki “değerler sistemi” düşünülmektedir. Bu modelin, yeni değer yargıları ile şekillenmiş ekonomik katmanlar gibi, kendi sivil toplum kuruluşları ve burjuvazisi olacaktır.
Türkiye, bu süreçte, deneyimlerle yüklü bir örnek model ve uygulayıcı olarak öne çıkmaktadır.
Bugün Ortadoğu’da şekillendirilmekte olan ekonomik sistemler, sınıf bilincinin oluşmadığı 17.yy ekonomik sistemini andırıyor. O süreçte, kölelik gibi aidiyet duygusu üzerinden patron/sahip ilişkisi mevcuttu. İşte bu ilişki bugün, modernleşmiş koşullara, yine aidiyet üzerinden etnik/dinsel/mezhepsel alt kültürlerle bağımlılık geliştirilerek uyarlanmaya çalışılıyor. Ve sınıf bilincinin ortaya çıkması bu şekilde engelleniyor/geciktiriliyor.
Sınıfsal bilincin oluşumunu geciktiren ve emekçilerin sisteme ince/dolaylı bağlarla bağlanmasına sebep olan, etkili araçlardan biri de ikincil paylaşımdır. Kapitalizmde ikincil paylaşım dediğimiz olgu (vergi veya dolaylı gelirlerle elde edilen kaynağın eğitim, sağlık, vb. üzerinden halka dönmesi), yenilenen Arap ekonomik sistemlerinde, alt kültürleri oluşturan kesimlere bir takım aracı kurumlar (vakıf, dernek, yardım kuruluşu; Batı’da olduğu gibi kiliseler, sosyal dernekler) üzerinden ulaşma biçiminde gerçekleşecektir. Bu aktarım sırasında insanlarda o vakfa, derneğe, ya da kuruma bağımlılık oluşacaktır. Sınıf çelişmelerinin en azından yakın vadede dışa vurmaması için bu ilişkilenme biçimi tercih ediliyor.
Gerçekte kapitalist üretim ilişkilerinde, üretim tarzından kaynaklı olarak, sınıf çelişmelerinin ortaya çıkmaması mümkün değildir. Bu bağlamda, Ortadoğu’da bugüne dek sınıfsal kavrayış ve bilinçlenmenin neden oluşmadığının doğru kavranması da önemlidir.
Sınıfsal bilincin oluşması için öncelikle sınıfların, dolayısıyla kapitalist ilişkilerin oluşması gerekir. Ortadoğu’da güçlü bir sanayi oluşmamış, ekonomik ilişkileri büyük oranda feodal niteliğini korumuştur. Güçlü bir emekçi sınıfının oluşmaması, bu ekonomik model ile doğrudan ilintilidir. Diğer ülkelere oranla Mısır, biraz daha farklı özelliklere sahiptir. Türkiye’nin 1960’lı yıllarına benzetmek mümkündür.
Ortadoğu’da tarikat ve aşiretlerin önemli bir rolü vardır. Tarikat ilişkilerinin nereden başlayıp nerede bittiğini saptamak zordur. Aşiretlerin, feodal yapıların kendi aralarında da rekabet söz konusudur. Bu nedenle emperyalistler, aşiretlerin tabanında çalışmak yerine, tepelerindeki reislerin bizzat kendisiyle çalışmayı tercih etmektedir. Örneğin Libya’da, bir blok aşiret Kaddafi’nin yanında yer alırken, bir kısmı da emperyalizmle işbirliği yaparak karşısında yer almıştır. Gerçi, emperyalizmin uzun vadeli hesapları içerisinde, cemaatlerin kitleselleşmesini engelleyen bir faktör olduğu için aşiret, vb. feodal ilişkiler engel olarak görülmektedir. Bu bağlamda cemaatler, giderek feodallerin ilişkisini çözecektir.
Örneğin Kuzey Irak’ta ilişkiler, aşiret üzerinden yürüyor gibi görünse de, gerçekte eğitim, ticaret, kültürel değişim vb. ile giderek tarikat ilişkisine doğru evrilmektedir.
Tarikat ilişkileri, ikincil paylaşım üzerinden veya geliştirilen yeni ekonomik modellerle giderek bir çeşit ekonomik zincir rolü oynamaktadır. İnsanlar emeğinin karşılığını almasa da aç kalmamakta, bağımlılık ilişkileriyle, sınırlı oranda da olsa doymakta ve buna ideolojik/kültürel yönlendirme eşliğinde “şükür” demektedir. Buna benzer bir başka örnek de Avrupa’daki “sosyal devlet” uygulamasıdır. Mesela Almanya’da işsizlik parası bir yıl süreyle ödeniyor. Daha sonrada işsizlik parası azaltılarak, sosyal/dinsel (kilise, vb.) kurumlar aracılığıyla yardımlar veriliyor. Böylece sosyal devletin destekçisi biçiminde tasarlanmış bu kurumlar üzerinden geliştirilen bağımlılık ilişkisiyle, biat etme kültürü yaygınlaştırılmakta, başkaldırı eğilimleri ise, giderek törpülenmektedir. Bu uygulama, dünya ölçeğinde halkın sosyalizme ilgisinin arttığı, devrimlerin yaygınlaştığı dönemde, sınıf bilincinin gelişmesinin engellenmesi için düşünülmüş, 1989 sonrasında ise, giderek azaltılmıştır.
Bölgeye yönelik kapsamlı projenin özü, halkın demokratik tepki ve beklentilerini yedekleyip, bugün sınırlı bir elitin elinde biriken petrodolarların yatırıma döndüğü, iş imkanı ve kamu harcamalarının göreli de olsa arttığı bir sistemi organize etmektir.
Bunun, ülkelere göre değişen biçimleri olsa da temel amaçlar değişmemektedir. Kriz koşullarında, kaynakların ve emeğin sömürüsü ile pazar imkanları yeniden biçimlendirilmekte, sınıfsal bilinç ve tavır alış ise, en azından geciktirilmektedir. Ve diyebiliriz ki, ister zor yoluyla, isterse Türkiye’de olduğu gibi zamana yayılarak olsun, gündeme sokulmuş olan süreç halkların bağımsız iradesiyle değil, emperyalizmin direkt veya dolaylı eliyle şekillenen bir süreçtir. Bu bağlamda, “Arap Baharı”ndan değil, “Sonbahar”dan veya “Emperyalist Bahar”dan söz etmek, daha doğru olacaktır.
BU SÜREÇTE TÜRKİYE DE IRAK VE KUZEY IRAK DA BİR PROTOTİPTİR
Türkiye, ekonominin yeni bir modele evrilmesi bağlamında da, sivil toplum örgütlerinden partilere kadar siyasal bir yeniden yapılanma anlamında da bir prototiptir. Bu model, zor olgusunun zamana yayılmış bir programa içerilerek gizlendiği, yapısal önemde değişimin, toplumsal çalkantılara sebep olmadan, hatta kendi kamuoyunu yaratarak gerçekleştiği bir modeldir. Irak ise, siyasal bir iradenin yukarıdan aşağıya, askeri yöntemler dahil hemen her araca başvurarak topluma zorla dayattığı, ekonomik ve siyasal bir modeldir. Bu modelin uygulanması sürecinde özellikle çatışmasız bir alan sağlandı. Bilindiği gibi Kürt bölgesi, büyük oranda çatışmaların dışında kaldı. Ve devasa sanayi bölgeleri, alışveriş merkezleri, vb. ile Lübnan ve Beyrut’a alternatif, hızlı gelişen bir başka model olarak düşünüldü.
Libya’da doğrudan NATO gücüyle dönüşüm zorlanırken, Suriye’de iç potansiyel işlevlendirilerek sonuç alınmaya çalışılıyor. Mısır da ise, Türkiye modeli esas alınacak gibi görünüyor. Zaten ekonomik yapılanması Türkiye’ye benziyor; siyasal model olarak da, tarikat ilişkileri eşliğinde, Türkiye’ye benzeyen bir model öngörülmektedir.
Görüldüğü gibi coğrafya geniş, ülkelerin dinamikleri de koşulları da farklı. Bir “Arap Baharı” eşliğinde bölgenin sisteme, daha yoğun bir sömürü alanı ve yaygın pazar olarak eklenmesi amacı ortak olsa da, çelişmeler ve müdahale araç ve yöntemleri farklı olmaktadır. Ancak, ister Türkiye’dekine, isterse Irak’takine benzer olsun, hemen her ülkede İslam’ı esas alan bir ekonomik model tasarlandığı, kültürel olarak bunun altyapısının inşa edildiği, bu amaçla cemaat ilişkilerinin yoğun biçimde işlevlendiği bilinmektedir.
Krizin de etkisiyle emperyalistlerin yeni üretim ve tüketim alanları oluşturmaya çalıştığı bu bölgede, yatırım-üretim ilişkilerinin olmadığı ülkelerde, dev tesisler inşa edilip, ucuz üretim yapabilen ekonomik sistemlerin kurulması amaçlanmaktadır. Örneğin 2 dolara çalışan bir işçi, böyle bir ülkede 50 dolar almaya başlayınca, daha çok tüketecek ve ekonomik model gelişecektir. Bunu, feodal-kapalı ekonomiden kapitalist ekonomiye geçiş sürecine benzetebiliriz. Bu tür ara dönemler, nispi bir refaha sebep olur. Benzer bir modelin şimdi, tüm Arap dünyasına uygulanması amaçlanıyor. Son dönemlerde Kuzey Irak için, ekonomik anlamda dev sanayi tesislerinin, iyi ücret karşılığı çok tüketim ve artan orta sınıfla beraber lüks tüketim alanlarının, mağaza zincirleri ve alışveriş merkezlerinin sık sık dile getirilmesi, sözünü ettiğimiz kapsamda bir gelişmedir. Eğitim, kültür, vb. alandaki değişim ise Fetullah cemaati eliyle yürütülmektedir.
Böyle bir model için dışarıdan kaynak transferine bile ihtiyaç yoktur. Çatışmaların/gerilimin kalıcı hale gelmesi ile yükselen petrol fiyatları, yeterli bir birikime sebep olacaktır. Erbil’in 5 yıl içinde, yüzlerce yıllık bir başşehirmiş gibi gelişip büyümesi; ulusal ekonomik modellerin yıkılıp, yerine krizden çıkışı da önüne koyan emperyalistlerin ihtiyaçlarına göre bir modele gidilmesinin, en azından kimi ülkelerde, sanıldığı boyutta uzun ve zorlu bir süreç olmadığının göstergesidir.
Ne var ki Arap Baharı olarak adlandırılan süreç, iktisadi sınırlar içinde başlayıp bitmeyecek denli yayılma ve çeşitlenme potansiyeline sahiptir.
Bugün artık, Geniş Ortadoğu Coğrafyasını dilimleyen sınırların, ABD’nin ihtiyaçlarını ve dönemsel bölge politikalarını karşılamadığı, yaygınlıkla mikro devletler amaçlayarak yeni bir düzene gidileceği, gizlenmez hale gelmiştir. Ancak, tarihte bilinen çeşitli örnekler, sınırların değişiminin, bir ülkeye/coğrafyaya müdahalenin en zorlu etabı olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Nitekim, Ortadoğu haritası, yaklaşık 30 milyon insanın yaşamını yitirdiği 1.Dünya Savaşı’nın ardından çizilmiş; yakın tarihte 4 milyon nüfuslu Bosna’da sınırların değişimi, 300 bin insanın yaşamına mal olmuştur. Bu tür süreçlerin içerdiği güçlükler için Irak da, Libya da sıcak birer örnektir. Ve çok daha önemlisi, eğer bu ihtiyaçlar, kriz bağlamında gündeme geliyorsa; daha da derinleşeceği ve yıllarca süreceği bilinen ve bugünden en büyük ekonomileri sallayan bu krizin, daha nelere sebep olacağını kestirmek bile zordur.
Kısacası kriz olgusu hem yapısal, hem de inişli çıkışlıdır. Yine de dönemsel olarak yönelimin iki ana eksende özetlenmesi mümkündür. Birincisi, Çin, Hindistan gibi gelişmekte olan ülkeleri, yüksek petrol fiyatlarıyla sıkıştırıp, üretim kapasitelerini düşürmek; ikincisi, yükselen petrol fiyatlarına paralel artan petrodolarların bölgede yatırıma dönüşmesini, özel bir planlama içinde gerçekleştirmektir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu sürece içerilmiş olarak gözetilen olgulardan biri de, sol ideolojisinin sınıf bilincinden ayrıştırılarak içeriksizleştirilmesi ve devrimci dinamizmin sistem içine çekilerek etkisizleştirilmesidir. Bunun için ikincil paylaşımda, tarikat değerleri de kullanılmakta; kapitalizm, kârın-faizin olmadığı, islamiyetin gereklerine uygun farklı bir ekonomik modelmiş gibi sunulmaktadır. Tabii ki bu, salt bir araçtır ve temel önemde değildir. Sürecin belirleyeni krizden çıkabilmek için gerekli üretim/tüketim/sömürü ve spekülasyon ağı olacaktır.
Sürecin, gelişmeler oranında giderek daha net biçimde ortaya çıkacak olan ve yukarıda tanımladığımız, özellikle “iktisat-cemaat” boyutunun daha iyi anlaşılması için, aşağıda sıralayacağımız kesitler üzerinde, daha ayrıntılı biçimde durulabilir.
-
Düşünce olarak sınıf temelli bir aidiyet ilişkisi üzerinden değil de, sadece kendilerine yukarıdan bahşedilen dini, ulvi, tarikat değerlerini paylaşarak bir araya gelen; bu dünyanın sorunlarıyla değil, ağırlıklı olarak öte dünyanın sorunlarıyla ilgili bir kültürel alt yapı ile biçimlenmiş bir toplumsal doku oluşturuluyor.
-
Bizlerin sınıf dayanışması dediği, halkın/emekçilerin dayanışmasının yerine, cemaat ekseninde ilişkiler ikame ediliyor. Ve iş bulmadan, ev bulmaya kadar hemen her sorun cemaat ilişkisi içerisinde, bağımlılığı güçlendirecek biçimde çözülüyor. Halbuki, geçmişte de uygulanan pratiklerde görüldüğü gibi, insanların örgütlülük içinde sorunlarının çözülmesi ve halk komiteleri ile bağlarının artması, sistemle bağlarının kopmasıyla paralel biçimde yürür. İşte cemaat ilişkisinde bunun tam tersi yaşanmaktadır. İlişki, sınıf çelişmesinin fark edilmesini önlemekte ve sistemle bağları güçlendirmektedir.
-
Cemaat eksenli paylaşım üzerine bina edilmiş model, öz itibariyle kapitalist modeldir. Burada fark, sınıf çelişmelerinin ortaya çıkışını engellemek, emperyalist/kapitalist sömürüyü gizlemek üzere biçimlendirilmiştir. Ortadoğu coğrafyasında halkın dini eğilimleri (inanç ve değerleri) dikkate alınarak geliştirilen bu modelle muhtemel çelişki ve tepkiler, sistem içine çekilerek bir tehdit olmaktan çıkarılmak isteniyor.
-
Diğer dinlerden farklı olarak, İslam’da insanların “Cihat”a çağrılması, bu çerçevedeki ilişkileri çatışma ekseni üzerine oturtmuştur. Bu bağlamda, cihat eksenli bir İslam, emperyalistler için bir tehdit oluşturuyor. “Arap Baharı”nın amaçlarından biri de, bur tür radikal yapıların sistem içi kanallara çekilerek, kapitalizmle terbiye edilmesi; ehlileştirilerek yedeklenmesidir. İşte tam da bu noktada, Fetullah Gülen Hareketi’nin, dünyada yeni Ilımlı İslami bir modelin geliştirilmesi bağlamında ABD için ne kadar önemli olduğunun altı çizilmelidir.
Gerçekte ABD’nin, “Yeşil Kuşak” projesine dek uzanan ilişkileri, dönemsel politikalarda bileşen haline getirmesi yeni değildir. Bugün Türkiye’nin “Yeni inşaat”ında fiili ve ideolojik çimento haline getirilen ilişkilerde de; Mısır, Suriye, vb. ülkelerde yönlendirilmiş iç tepkiler organize ederken de ABD’nin, dünden bugüne uzanan ve vakti geldiğinde kullanılmak üzere yedeklediği ilişkilerin önemli bir rolü olduğu yadsınamaz. Benzer şekilde, Türkiye’nin bir dönem, ABD’nin bir çeşit kâhyalığını üstlenerek bölgede “komşularla sıfır sorun” adı altında geliştirdiği ilişkiler (vizelerin kaldırılmasından ortak kabineye, ticari ilişkilerden kültürel ilişkilere kadar) bugün “Arap Baharı” kapsamında, bir avantaja (yer yer şantaj aracına) dönüşmüş durumdadır. Başbakanın başdanışmanı İbrahim Kalın,
“Türkiye’nin Arap Baharını şekillendirdiğini” açıkça söyledi. Ve vaktinde Hamas, Suriye, Hizbullah gibi aktörleri angaje etmesinin, bugün Türkiye’nin bölgeyi şekillendirme gücünü arttırdığına dikkat çekti. Bu, bilinçli olarak geliştirilmiş bir modeldi. Örneğin Suriye’de kaldırılan vizelerle, geliştirilen ticari ilişkilerle, Baas’ın elinde olan gelenekselleşmiş ticari ağın yanında, yeni bir kesimin hızla varlık kazanması sağlandı. Bu, bir ekonomik canlılığı da beraberinde getirdi. Çatışmaların başlamasıyla beraber birkaç ay içinde söz konusu ticari hareketlilik %20 oranında düştü. İşte bu durum, söz konusu kesimlerde rahatsızlık yarattı ve Esad, bir engel olarak görülmeye başlandı.
Aslında Türkiye’nin Suriye’de kısa süre içerisinde geliştirdiği model, AKP’nin yaklaşık 9 yıldır adım adım uyguladığı modelin hızlandırılmış bir biçimi sayılır. Belki sürece yayılarak, yavaş yavaş Baas yönetiminin altı ticari, ekonomik ilişkilerle boşaltılabilirdi.
Hatta Esad’ın bile bu sürece eşlik etmesi sağlanabilirdi. Ama ABD’nin, kriz baskılanması ve İran’ın artan etkisi nedeniyle bölgede beklemeye tahammülü yok. Bu nedenle işler, “havuç-sopa” taktiği eşliğinde bu noktaya taşındı.
GELİNEN AŞAMADA “ARAP BAHARI”NIN KALBİ SURİYE’DE ATMAKTADIR
Küçük resim, Suriye’nin birkaç kentinde protesto gösterilerinin olduğunu, Esad güçlerinin de bunlara karşı tank dahil, devletin imkanlarını kullanarak bastırma yoluna gittiğini gösteriyor. Ger çekte ise, Suriye artık yalnızca “Suriye” değildir. Göstericiler de Suriye’nin demokrasi talep eden güçleri değildir.
CIA’nın emekli ajanı Robert Beer, basına yaptığı açıklamada “Suriye’de temas ettiğim kişilerle hala konuşuyorum. Ve onlar, Suriye’ye (muhalefete) sadece Lübnan’daki Sünnilerden ve Irak’ın aracılığıyla değil, Türkiye’den de silah geldiğinden eminler” dedi.
Gerçekte süreci bütünlüklü okuyanlar için, bu türden bilgilere de ihtiyaç yoktur. Ne var ki, internetin çoğalttığı kirliliğe, iradi olarak geliştirilen dezenformasyon da eklenince, olguların özü, arka planı yerine; kişiselleşmiş, magazin içerikli haberler ön plana çıkmaya başladı. Bunda elbette, yol gösterici olması gereken konumdaki kesimlerin, yanlış yönlendirmelerinin ve öznel değerlendirmelerinin de payı vardır.
Baas yönetimi, Suriye’de oluşturduğu oligarşi ile tek başına olsaydı, durum elbette farklı olurdu. Ne var ki ABD, Ortadoğu’da çok köklü bir çelişmenin fitilini ateşleyerek işe başladı.
Süreç, mezhep çatışmaları üzerinden geliştiriliyor. Suriye’de yönetimdeki Şii kesimin tasfiyesi demek; orduda, bürokraside, ticarette bulunan Şii egemenliğin tasfiyesi ve yeniden organizasyonu demektir. Bir de bunun, Şii’lik ekseni üzerinden Ortadoğu’ya uzanan bağları var ki, çatışmaların tüm bölgeye yayılması için yeterli bir sebeptir.
Suriye’nin Mısır, Tunus gibi olmayacağını, taraflar elbette ki biliyor. Bu nedenle de restleşmeler makro düzeyde gerçekleşiyor. İran’ın son olarak yaptığı insansız hava aracı ve füze denemeleri, bu kapsamdadır. ABD’nin 4-5 yıl önceki teknolojik üretimlerine yakın füzelerin geliştirildiğinden, hatta füze kalkanı sistemini geride bırakan bir modelden söz ediliyor.
Bu restleşmelerin, sıcak çatışmaları engelleyen boyutu da olmaktadır. Bir süre daha çok yönlü basınç devam edecek, Esad’ın yerinden edilmesi, istifaya zorlanması denenecek; muhalefetin, destekler eşliğinde gücü arttırılacaktır.
ABD bir kere adım attı. Artık, hiçbir şekilde geri çekilmeyecektir. Bunun için, manipülasyondan provokasyona uzanan olasılık çeşitliliğinde hemen hiçbir yöntem, denenmez değildir. Bu süreçte Türkiye’nin rolü ise, gelişmelerle doğru orantılı olarak artacaktır. Meselenin salt iki ülkenin savaşa girmesinden, savaşın da Suriye’ye TSK’yı sokmaktan ibaret olarak görülmesi, gelişmeleri yanlış tartışmaya sebep olmakta ve boyutunun kavranmasını engellemektedir.
Türkiye, başından beri sürecin bizzat içindedir. Silah, askeri eğitim, ajan, vb. ile olduğu kadar, Suriye’de eylem halindeki kesimlerle ilişkileri itibarıyla da çatışmaların içindedir. Daha da önemlisi, Davutoğlu’nun önceki dönem, ABD’nin bölge bakanı edasıyla meclis dışından görevlendirilmesinden beri, Türkiye bizzat işin içindedir ve kahya rolündedir. Üstelik bu salt Suriye, Lübnan veya Irak’la da sınırlı değildir. Bugün örneğin Mısır’da Müslüman Kardeşler’in, Türkiye’deki AKP ile hem isim hem program olarak aynı partiyi kurmaları, tesadüf veya şekli bir benzerlik olarak değerlendirilmeyecek bir olgudur.
Bugüne kadar ki gelişmeler, Suriye’de bir halk ayaklanmasının değil, ABD ve işbirlikçileri eliyle aceleye getirilmiş (hatta bu nedenle yer yer ellerine gözlerine bulaştırdıkları) kapsamlı bir provokasyonun yaşanmakta olduğunu ortaya koyuyor. Angelina Jolie’li şovlara; teşvik, tehdit ve yönlendirmelere rağmen, göçmen sayısı sınırlı boyutta kalmış, hatta artacağına giderek azalmıştır. ABD’nin diyalog süreçlerine dahi müdahale ederek gerilimi/çatışmaları tırmandırmak için her yolu denediğine dair çok somut veriler yansımaktadır.
Hemen tüm gelişmeler, Suriye’deki muhalefetin öz itibarıyla, Libya’daki “iliştirilmiş muhalefet”ten farklı olmadığını gösteriyor. Buna rağmen emperyalizmin bölgede fitilini ateşlediği bu süreci, halkların baharı olarak değerlendirmek, kimilerinin kolayına veya işine geliyor olabilir. Ancak, bilinmelidir ki, Türkiye bu boyutta müdahil olmaya devam ederse, doğuracağı sonuçlarla beraber, bu süreçten çıkar uman egemen aktörler dışında hiç kimsenin işi kolay olmayacaktır. ABD’nin bu tür süreçlerdeki en büyük başarısı, riski başka ülkelerin üzerine atabilmesidir. Bu süreçten zararlı çıkacak ülke, Türkiye gibi görünmektedir. Ve sonuçta asıl fatura halka çıkacaktır. Bu bağlamda halka yolgöstermesi gereken kesimlerdeki suskunluk/edilgenlik, hem düşündürücüdür, hem de büyük bir eksiklik olarak kaydedilmelidir.
Gelişmeler, bir kez daha emperyalizmin ve işbirlikçi yansımalarının sınıf niteliğini en çıplak biçimiyle ortaya koymakta, devletlerin rolünün kişilerle, “vicdan, samimiyet” gibi olgularla ölçülemeyeceğini göstermektedir.
Sonuç olarak ABD, Suriye’deki fitili, bölgesel etkisini bildiği halde ateşlemiştir. Suriye de artık, yalnızca “Suriye” değildir. Önümüzdeki süreçte gelişmelerin seyrini, büyük oranda bu çelişme tayin edecektir. Bu bölgesel çatışma ve gerilme zincirinin Türkiye’deki sınıfsal ilişki ve çelişmeler üzerinde yapacağı etkiyi doğru okuyup çözüm geliştirmek ise, sınıfsal paradigmayı yok saymayı değil, 150-160 yıllık birikimi güncelleyerek ana taşıyabilmeyi gerektiriyor. Süreç, güncel ve yakıcı da olsa, ülkedeki tek bir soruna/kesite bakarak değerlendirilmeyecek denli kapsamlıdır. Kürdün özgürlük sorunu, Alevinin inanç sorunu, kadının ezilmesi veya emekçilerin toplam sorunları, birinin diğerlerinin önüne çıkarıldığı değil, ezilenlerin birbirine doğru yerden değdiği ve hatta kendinden önce kardeşinin sorununu dillendirdiği bir duruş ve kavrayış gerektirmektedir. Kapitalizm, ezilenleri bile ayrıştırıp yarıştıracak denli “ben” olgusunu besleyen, mülkiyet ve rekabet eksenli bir sistemdir. Ezilenlere yakışan ise, acılarını yarıştırmak değil, mümkünse aynı merhemi sürüp, aynı pansuman altında buluşturmaktır; böyle bir değer algılayışını ve kavrayışı, sözden fiile taşımaktır.
DEVRİMCİ HAREKET
3 EYLÜL 2011
Sayı 34 (Ekim – Aralık 2011)