Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinin ortaya koyduğu sonuç, kaygıları olduğu kadar tartışmaları da beraberinde getirdi. Bir kez daha, olup biteni sandık sonuçları sınırlılığında okuyoruz. Kaldı ki sandığa yansıyan, tesadüfi veya beklenmeyen bir sonuç değil.
Avrupa’da merkez sol ve merkez sağ denilen siyaset, burjuva siyasetin uzun yıllara yayılan rutininin, gelenekselleşerek kurumsallaşmasının ifadesidir. Bugün bu “rutinin” sandıkta bozulur gibi olması, özellikle faşist hareketlerin oy oranının artması, elbette tartışılmalıdır ancak birincisi bu; Trump, Orban, Modi, Erdoğan ve benzerinden bildiğimiz gibi yeni bir olgu değildir. İkincisi, bu sonuca bağlı olarak örneğin Le Pen’e karşı Macron’a tutunmak, yaşanmakta olan sorunların nedenlerinin ve çözümünün yanlış yerde aranması anlamına gelecektir.
Bu süreçte seçim aritmetiğine sıkışmadan olguları daha ayrıntılı biçimde ele almak gerekiyor. Evet “aşırı sağ” ırkçıdır ve özellikle göçmen karşıtlığını öne çıkararak oy yükseltiyor. Ancak ister sol ister sağ diye bilinsin “merkez” diye anılan burjuva partiler, neoliberal politikaları ile insanlara daha özgürlükçü bir dünya vaat etmiyorlar. Dolayısıyla da iki yanlış arasına sıkışan kitlelerin bir kısmının, devrimci-sol alternatifin somut ve yeterli biçimde olmadığı (var gibi göründüğü yerlerde kimlikçilik vb. ile malul bir sınırlılıkta kaldığı) koşullarda göçmenleri sorunun kaynağı olarak görüp faşist partilere yönelmesi, bu seçeneksizlikle ilinti içinde değerlendirilmelidir.
Sermayenin tam ve kesin hakimiyeti
İster sandığa isterse hayata dönük olsun 1980 sonrasının ekonomi politiğini dikkate almayan her değerlendirme eksik kalacaktır. Bu, bizimki gibi ülkelerde daha yıkıcı sonuçlar doğursa da Avrupa’dan da izlenebilen bir olgudur.
Dünya ölçeğinde neoliberal politikalar gelir dağılımındaki adaletsizliği, eşitsizliği ve yoksullaşmayı arttırırken, aynı zamanda kamusal alanları ve toplumsal bağları zayıf düşürdü. Özelleştirme, yabancılaşma ve yalnızlık öne çıktı. Kapitalizmin kâr ve üretim performansındaki güncellemeler, teknolojik gelişmeler vb. olumluluk çağrışımı/yanılgısı yaratsa da sonuçta gündelik hayatı anlamdan yoksun bırakan yabancılaştırıcı faktörler boyutlanıp yaygınlaştı. Gerçekte bu sorunlar kapitalizmin başından beri şu veya bu oranda yaşanmaktadır; ancak emek hareketleriyle etkileşim içinde gelişen direnç noktaları, değişim umudunu hep diri tutmuştur. Ne var ki 1980 ve sonrasında sadece üretim bandı, sadece hizmet alımı vb. değil toplumsallık da parçalandı ve adım adım birbirini takip eden yıkıcı/bozucu süreçlerle, darbe niteliği taşıyan sermaye müdahaleleriyle bugüne gelindi.
Avrupa’da gerek merkez sağ gerekse merkez sol, onlarca yıldır uyguladıkları neoliberal politikalarla mevcut tablonun birinci derece sorumlularıdır. Ve gerçekte bugün erken seçim kararı almış olan Macron dahil istedikleri, sermayenin tam ve kesin hakimiyetinin sürdürülmesidir. Bu, aynı zamanda partiler arasında (Almanya’da Yeşiller’de görüldüğü gibi) bir çeşit aynılaşmadır. Bunun karşısında faşist hareketler, mevcut tüm sorunların, çaresizlik ve yalnızlığın kaynağında göçmenleri görüyor. Aralarında organik bütünlük olmasa da bu konuda bir örtüşme söz konusu. Ve solun dünya ölçeğinde bunca tecrübesine, birikimine, bilgiye ulaşma imkanlarındaki artışa rağmen, faşist hareketlerdeki bu duruş, insanların önüne umutmuş gibi çözümmüş gibi çıkarılabilmiş durumda.
Gerçekte ise sorunların kaynağını, yapısal nedenlerini yanlış değerlendiren faşist hareketler iktidar olsalar dahi, sınıfsal nitelikleri gereği olumlu yönde bir değişime sebep olmayacak, aksine göçmenlerin “günah keçisi” olarak görülmesi gerçekliği ile yüzleşilirken temel sorunlar varlığını koruyacaktır.
Bugün burjuva siyasal rejim içerisindeki düzen partilerinin yaşanmakta olan sorunlara çözüm üretme konusunda aralarında önemli bir fark yoktur. Kaldı ki böyle bir dertleri de amaçları da yok. Dolayısıyla da ülkeden ülkeye ortaya çıkan farklar nüanstır, olgunun özünü değiştirmemektedir. Örneğin Türkiye ile Fransa, Almanya gibi ülkelerdeki gelişmeler birbiri ile ırkçı faşist hareketin oy potansiyeli vb. açıdan farklılık gösteriyor olsa da burjuva partiler arasındaki renk farkının silikleşmesi ve aynılaşma, bugün artık “yumuşama”, “normalleşme” adı altında. ile Türkiye’de de yaşanıyor.
Küresel boyutta sınıfsal panorama
Tabii ki her ülkenin şu veya bu oranda kendine has farkları vardır, olacaktır ancak mevcut sınıfsal panorama dünya ölçeğinde emperyalist tekellerin ve bağımlı ülkelerdeki işbirlikçi konumundaki sermayenin sermaye-devlet, devlet-toplum tasarımında dönemsel bir güncellenme yaşandığını, bunu anlamak, mücadele etmek ve aşmak için ezberin yetmediğini, özellikle küresel ekonomi politiğin, paylaşım ve hegemonya savaşının her ülke ve bölgeye izdüşümün incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Ama genel boyutuyla dünya ölçeğinde sermayenin tam ve kesin hakimiyetinin yeni sömürge ülkelerde faşizmi derinleştirdiğini, emperyalist kapitalist ülkelerde burjuva demokrasisini hiç olmadığı denli sığ ve biçimsel hale getirdiğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda faşizmi, küresel ekonomi politikten koparıp parti tercihlerine veya oy sayısına indirgemek sınıfsal özünü görmemektir. Bir örnek üzerinden somutlamak gerekirse bugün Fransa’da tüm oyları Macron’un alması ve faşist partinin sıfır oyla çıkması durumunda dahi Fransız halkı/emekçileri için daha özgür daha olumlu bir yaşam gündeme gelmeyecektir.
Ortadoğu’da bugün yaşanmakta olan sıcak savaşın, vekalet savaşı biçiminde yürütülüyor olmasından bölgenin kendine has niteliklerine kadar oluşturduğu görece fark, bunun örneğin Latin Amerika’da, Asya’da, Afrika kıtasında veya Kızıldeniz’de yaşanmakta olandan öz (sınıfsal bağlamları) itibariyle farklı olduğu anlamına gelmiyor.
Yaklaşık 50 yıl önce adımı atılan, sermayenin yüzlerce yıldır edindiği tecrübelerin finali niteliğindeki neoliberal dünya tasarımı; iktisadi, siyasal, sosyal ve hatta felsefi sonuçlarını artık daha etkili ve görünür biçimde veriyor. Bu sonuçlar doğru kavrandığında görülecektir ki ülke ekonomisinden, kuvvetler ayrılığına, sermaye-devlet ilişkisinden, partilerin durumuna, aralarındaki giderek incelen farka ve sandığa yansıyan neden-sonuç ilişkisine kadar izlerini sürmek mümkün.
İşte bu 50 yıllık parçalama ve biçimlendirme sürecinin yansımalarından biri de solun felsefesini, diğer bir ifadeyle sınıfsal bakışı yitirmesidir. Bugün hemen her gelişmede rastladığımız kişiselleştirici değerlendirmeler tam da bunu gösteriyor. Sol içinde sayılabilecek akademik çevreden örgütlü yapılara kadar geniş bir zeminde bunun ağır izleri ne yazık ki yaygın biçimde gözleniyor. (Belki bir başka yazı konusudur ama son seçimlerde kimi sol yapılarda rastladığımız sınıf karşıtına öykünme pratiği ve ölçüsüzlük de bu kapsam içinde değerlendirilmelidir) Eğer ülke ekonomisini değerlendirirken Mehmet Şimşek’in kimi tercihlerini kişiselleştiriyor ve her şeyin nedeni gibi gösteriyorsak, Erdoğan ile Bahçeli’nin arasında sanki büyük bir fark varmış gibi süreci okuyorsak ve daha da önemlisi son “yumuşama” meselesi ile Avrupa’daki aynılaşmanın büyük resimde sermayenin dönemsel ihtiyaçlarına denk geldiğini görmüyorsak, biz de bu 50 yıllık parçalanmadan payımızı almışız demektir.
Tartışmalarda sınıfsal bağlam ve neden-sonuç ilişkisi
Birçok konu gibi başarı-kazanç meselesi de yanlış tartışılıyor. Örneğin son AP seçimlerinde “aşırı sağ” olarak tanımlanan yapıların oy artışı ile sosyalist sol kıyaslanıp, “sistem karşısında sol neden aynı başarıyı sağlayamıyor neden oy artışı söz konusu olmuyor” diye sorduğumuzda, sormaktan çok olgunun böyle işlediğini varsaydığımızda, aynı andan birden çok hata yapmış, sorunun nedenlerini de çözümü de yanlış yerde aramış oluruz.
Birincisi, sağın “aşırısı” dahil hepsi sağdır ve aralarında düzen partisi olmak, düzenden ve sistemin var oluş değerlerinden, imkanlarından beslenmek bağlamında büyük farklar yoktur. İkincisi, “sol” denilince eğer “Avrupa solu” olarak bilinen yapılar kastediliyorsa onların Avrupa genelinde çok da oy kaybettiği, “aşırı sağ” karşısında zayıf düştüğü söylenemez. Üçüncüsü ve en önemlisi Avrupa’da faşizm veya faşizme doğru evrilme, salt “aşırı sağ” diye bilinen partilerin oy oranları üzerinden okunursa bu büyük bir yanılgı olur.
Faşizm doğru tahlil edildiğinde, sınıfsal bağlam yani tekelci sermaye ile ilintisi doğru kurulduğunda görülecektir ki sermayenin tam ve kesim hakimiyeti için şiddet, anayasal daralma, sosyal ve kurumsal tekçilik, milliyetçilik faşizmin ön koşulları demektir. Bunun Türkiye’deki izdüşümü ile Almanya veya Fransa’daki izdüşümü aynı olmayabilir ama sınıfsal bağlam aynıdır.
Bu kısa tanımlar, sınıfsal veriler sonrasında düşündüğümüzde “aşırı sağ” diye tanımlanan faşist yapıların oy artırma zemini ile kimilerince “aşırı sol” diye tanımlanabilen sosyalist solun oy artırma zemini arasında kurulabilecek bir bağ, bir benzerlik yoktur. Bugün dünya ölçeğinde sosyalist solun beslenme/büyüme alanları paradoksal bir ilişki içinde. Birincisi, dünyanın dört bir yanında; insan için de doğa için de sola olan ihtiyaç hiç olmadığı denli büyümüş durumda. Ancak ve ikincisi, 1990 sonrasında dünya ölçeğinde solda bir çözülme, güven yitimi oldu. Üçüncüsü, neoliberal süreç, örgütlenme zeminini parçalarken, kolektif değerlerin ve sol aklın mayalanmasını güçleştirecek bir dünya ve insan algısı/ufku yarattı.
Görüldüğü gibi konu çok daha derinlikli ama kısaca, maddi koşullar sol için zemin oluştursa da bunun büyümek, güç oluşturmak ve değiştirici sonuçlar almak için yeterli olmadığını söyleyebiliriz. Tabii ki bu, moralsizliğe değil, kolaya kaçmadan olguların adını doğru koyarak çözümü doğru yerde aramak üzere örgütlenmeye sebep olmalıdır.
Devrimci Hareket
12 Haziran 2024