Avrupa sokakları uzun süredir alışık olmadığı büyük kalabalıkların protesto gösterilerine sahne oluyor. Avrupa’nın hemen her ülkesinde ekonomik, sosyal, politik taleplerle harekete geçen emekçi yığınlar, katılan sayısı itibarıyla 70’li yıllarda yapılan gösterilerle karşılaştırmalara konu edilen büyüklükte gösteriler yapıyorlar. “Neler oluyor Avrupa’da?” sorusu giderek güncelleşiyor.
Böyle bir sorunun abartılı, nesnel gerçekliğe değil, devrimcilerin gönlünden geçene uygun olduğu biçiminde bir eleştiri yapılabilir; özellikle burjuva liberal düşünceye biat etmiş Avrupacı takımından. Ancak bugün yaşananların çapı, yaygınlığı ve gelişme eğilimi tartışma götürmez bir gerçekliğe işaret etmektedir. Avrupa’da ekonomik, politik iklim değişmeye ve bu iklim değişikliği de her şeye damgasını vurmaya başlamıştır. Çok değil bundan 10 yıl önce Avrupa’da bu genişlikte ve yaygınlıkta gösteriler olabileceği öngörüsü ifade edilse bu öngörüde bulunanlar iflah olmaz hayalciler olarak değerlendirilirdi. Bugün ise hemen her yerde görülen ve insanlar tarafından kanıksanan, Avrupa gündeminin günlük gerçeği haline gelmiştir.
Mevcut hükümetlerin; muhafazakarından sosyal demokratına, liberalinden sosyalistine kadar hemen hepsini benzer politikalar izlemeye yönelten gerçekliği anlamadan yaşananları anlamak mümkün değil. Tüm renklerden (sermaye çıkarlarını hayata geçirme açısından bir renklilik olsa olsa) partilerin birleştiği nokta, neo liberal politikaları uygulamak. Neo liberal politikalar, 70’li yılların sonunda emperyalist-kapitalist sistemin içine girdiği krize çözüm yolu olarak gündeme gelen, en genel anlamda emperyalist-kapitalist sistemin kendi krizini bir yandan bağımlı hale getirdiği yeni sömürge ülkelere, diğer yandan kendi ülkelerindeki emekçi yığınlara yükleme yönlü uygulamalarının genel adıdır.
Sistemin krizi kapitalist ekonominin temel işleyiş kuralları temelinde yaşanmaktadır.Yani kaçınamayacağı yapısal nedenler söz konusudur. Kapitalist üretim tarzı kar elde etme amacına yönelik çalışır genel olarak. Daha fazla kar etme amacı, tek tek işletmeleri bu amacı gerçek kılmak için pazara sürekli yeni meta sürmeye yönlendirir. Tek tek işletmelerde planlı olarak yürüyen üretim genel planda anarşik bir karaktere bürünür. Bir üretim alanında faaliyet gösteren işletmelerin ürettiği toplam meta onu satın alabilecek talepten daha fazladır. (Burada söz konusu olan mutlak talep eksikliği değildir. Kapitalizmin anladığı talep ihtiyaçlar düzleminde ortaya çıkan değil satın alabilme gücüne dayanan taleptir.) Bu, aşırı üretim denen krizi yaratır. Krizden çıkabilmenin yolu aynı üretim alanındaki işletmelerin kendi aralarındaki rekabette ayakta kalabilmektir. Bunun yolu da fiyatları düşürmek, maliyetleri azaltmaktan geçer.
Kısaca anlatmaya çalıştığımız bu süreç, sonuçlarıyla her gün karşılaştığımız krizin zeminini oluşturmaktadır. Tekeller arası rekabetin emperyalist devletler arası rekabeti de koşulladığı bir süreçtir bu. Amerikanın tüm dünyayı kendi tekellerinin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenleme gayreti ve buna karşı diğer emperyalist merkezlerin muhalefeti, bu gerçekliği her geçen gün daha fazla belirgin hale getirmektedir. Krizin geldiği aşama bir yandan emperyalist güçlerin kendi aralarındaki çelişkinin artmasını diğer yandan bağımlı ülkelere yönelik hukuk tanımazlığı, sömürüyü arttırmayı zorunlu kılmaktadır. Aynı zamanda kapitalist merkezlerde de emekçi yığınlara yönelik vahşi kapitalizm dönemini aratmayacak politikaları.
Kapitalist merkezlerde uygulanan neo liberal politikalar, o ülke hükümetlerini en pervasızından tekel çıkarlarını önceleyen politikalar izlemeye mecbur bırakmaktadır. (Bu bir çaresizliğinin dışavurumudur aynı zamanda.) Tekellere; yatırım kolaylığı, destekler, vergi indirimleri vb. ekonomik çıkarlar sağlanmaktadır. Bu politikalar devlet gelirlerini azaltmakta, azalan devlet gelirlerini karşılayabilmenin yolu olarak da emekçi halkın sırtına yeni yükler bindirilmektedir.
Böylece devlet eliyle, çalışanlar üzerinden tekellere kaynak aktarılmaktadır. Hükümetler, azalan gelirleri neden olarak gösterip emekçi halkın uzun yıllara dayanan mücadelesinin eseri olan sosyal yardımları kesintiye uğratmakta, sosyal hizmetlere yönelik sorumluluğunu terketmekte, bu alanları özelleştirmektedir. Bunlara ek olarak yukarıda anlattığımız çerçevede yaşanan krizin en temel sonucu olan yüksek işsizlik oranları geniş yığınları derin bir huzursuzluğa itmektedir.
Çalışanlar için hayatını sürdürebilme koşullarının giderek ağırlaşması sonucunu yaratan bu politikalar, Avrupa profilini de değiştiriyor. “Refah toplumları”nın altındaki toprak kaymaya başlamıştır. Yarınlara dair belirsizlik, ne olacağını bilememe, umutsuzluk kapitalizmin parçalayıcı, atomize edici, yoksunlaştırıcı etkisiyle birleşerek ekonomik krizi sosyal, politik bir muhtevaya büründürmektedir.
Üretim araçlarına sahip olamadığı için hayatını emeğini satarak sürdürmek zorunda kalanların ekonomik ve sosyal yaşamlarındaki hak gasplarına bağlı gerilemenin bağrında gittikçe büyüyen hoşnutsuzluk, huzursuzluk düzen partilerinin çalışanlar nezdinde itibar kaybetmesini de hızlandırıyor/hızlandıracak. Ancak bu noktada devrimci güçlerin marjinalliği, örgütsüzlüğü (bu noktada önemli unsurlardan biri, reel sosyalizmin yıkılışıyla kitleler nezdinde sosyalizmin bir siyasal proje olarak itibar yitirmesi ve alternatif olarak algılanmasında yaşanan zorluklar oldu.) sisteme yönelik tepkinin, krizin nedenlerini gerçek temellerinden koparıp sonuçlarını kendi gerici propagandasına temel oluşturacak biçimde ele alan ırkçı, faşist partilere akması tehlikesini de güncel kılıyor. Sermaye güçleri için bu kart, gelişmelerin yönüne göre giderek daha kullanışlı olarak görülebilir.
Sonuç olarak Avrupa, sınıflar mücadelesinin giderek gelişeceği, sertleşeceği bir zemine doğru kayıyor. Bu zemin, üretenlerin yöneten olacağı olanakları da geliştiriyor. Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor…
HOLLANDA DEVRİMCİ HAREKET
Sayı 15
(Kasım ‘2004 – Ocak ‘2005)