AYDIN ÜZERİNE
Aydın kimdir, işlevi nedir; böyle bir kimliği hakketmenin ölçütü nedir? İlk yaptığı çağrışım sebebiyle toplumda aydın kavramı “eğitimli, kültürlü” olanla özdeş görülmekte ve bu nedenle yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, akademisyenler, vb. bu sıfatı doğrudan hakkeden kesimler olarak kabul edilmektedir. Birbirinden farklı ölçütlerle yapılan aydın tanımlarına bakıldığında, bu farklılığın kaynağında, sınıfsal duruş farklılığının yattığı görülür. Bilindiği gibi egemen sınıfsal duruş, sınıfsal farklılığın ayırdında olmayanları da kapsar. Yani kişi eğer önüne gelen doktora, mühendise, gazeteci veya sanatçıya aydın diyorsa; o, tarafsızlığı ile egemen olana taraftır.
Alternatif bir gözle yapılan aydın tanımlamaları, Tanzimat’tan bugüne aydınlanmacılıkla, kalkınmacılıkla, reformculukla anılmış; kimi dönem sosyalizm, kimi dönem insan hakları, kimi dönem de Kürt sorunu asli ölçüt olmuştur. Bu ölçü değişkenliği, aydının tanım aralığı içerisinde kaldığı için anlaşılır boyutlardadır. Bu konuda bir genelleme yapmak gerekirse; “aydın, içinde bulunduğu tarihsel kesitte kültürlü, uygar ve ilerici olandır” denebilir. Yani ölçüt, bir zamanlar Kenan Evren’in “Vahdettin de aydındı; ne yapayım ben böyle aydını” biçimindeki tepkisinde yansıyan ölçütten öz olarak farklı olmak durumundadır. Gerici olan, halka karşı uygulamaları destekleyen veya göz yuman, zorbalığa/işkenceye karşı durmayan, fiili ve fikri duruşuyla ilerici olmayan kişi veya kesimler için aydın sıfatını kullanmak doğru değildir. Belki bu durumda, “aydın diye anılabilecek kimse kalmadı” denilecektir. Bunun bir ölçüde gerçekliği yansıttığını söyleyebiliriz. Ancak, bu sonucun nedenleri üzerinde de durmak gerekiyor.
Gerçekte 1789 Fransız Devrimi’nde dillendirilen değerler dahil olmak üzere, insani ölçeklerin, demokratik norm ve oluşumların bir ideolojik bütünlük oluşturması ve insanlığa malolması marksistlerin ve işçi sınıfının önderliği/çabası sonucu olmuştur. Sanıldığının aksine, bu değerler hiçbir zaman solun, marksistlerin fikri ve fiili üretkenliğinden bağımsız olmamıştır.
Hatırlanacak olursa ülkemizde, ’70’li yıllarda solda gözlenen gelişmeye paralel olarak, aydınların sayısında da duruşunda da bir gelişme gözlenmişti; aydınlar da kendini sol, devrimci kimlikle ifade ediyordu.
Bugün dünyada ve ülkemizde aydınların yaşadığı ve bir çeşit şaşkınlık sayılan ölçü/duruş bulanıklığının ardında da solun edilgen ve biraz da belirsiz duruşu yatmaktadır. Elbette ki aydınların da, koşullar ne olursa olsun tutarlı olmak, tanık olduğu gerçekliklere göz yummamak gibi bir sorumluluğu vardır. Ne var ki mesele, neden-sonuç ilişkisi içinde ve bir günahkar aramadan incelenmelidir.
Aydın olmanın zaten zor olduğu ve her an bir bedel ödemeyi gerektirdiği ülkemizde, yukarıda saydığımız konjonktürel nedenler, zorluğu büyütmekte ve aydınları, bu tanımı hakkeden sınırlı sayıdaki özneye kadar daraltmaktadır.
1970’lerin başında, Deniz Gezmiş’lerin idamı gündeme geldiğinde Yaşar Kemal, Onat Kutlar, Erdal Öz gibi aydınların başlattığı imza kampanyası, aydın ölçütüne denk düşen bir göstergedir. Aynı şekilde 12 Eylül sonrasında Aziz Nesin önderliğinde cuntaya karşı geliştirilen imza kampanyası da bir aydın tavrı için örnek tutumdur. Ne var ki, bir dönem aydın olanın bir başka dönem kimliğinin gereklerini yerine getirmeyerek bu niteliğini yitirebileceği; bir dönem ilerici olanın bir başka dönem gerici olarak adlandırılabilecek bir duruşa geçebileceği bilinmeli; aydınlığın, bir kez kazanıldıktan sonra bir daha sonsuza dek taşınabilecek koşullar üstü bir kimlik olmadığı hatırda tutulmalıdır.
Ölüm Orucu, kimi aydınların duruşundaki çarpıklığı olduğu kadar, bazı devrimci yapıların aydın tanımındaki ölçü sorununu da açığa çıkarmıştır. Daha önce de dergimizde yer vermiştik; konu ne denli acil ve önemli olursa olsun, desteğini almak karşılığında, devrimcilikle ve hatta demokratlıkla arasında kocaman mesafeler bulunan kimi şahsiyetleri kıymete bindirmemek gerekiyor. Hatırlanacağı gibi, ölüm orucunun ilk etaplarında, sürecin ilk üç öznesi tarafından Sabah Gazetesi yazarı Necati Doğru’ya “Siz ülkemizin aydınları” hitabıyla mektup yazılmış ve yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, aydın olgusuna dair ciddi bir ölçü sorununun varlığı dikkat çekmiştir.
Devrimciler, bilinç olgusuna ve ilkeli duruşa verdikleri önem sebebiyle, toplum içerisinde ölçü sorununu en az yaşayan kesim olmalıdır. Bir süredir, yazılı ve görsel holding basınının yürüttüğü bir çeşit yargısız infaza tanık olunmaktadır. Bir şeyi ak veya kara göstermek istediklerinde arşivlerinde saklı duran malzemeden bir demet sunup, toplumda istedikleri yargının oluşmasını sağlamaktadırlar. Hatta buna düşünme kalıplarında tekelcilik de denebilir. Bu tekel, iletişim araçlarının manipülasyon gücü sayesinde sonuç almaktadır. Bunun bir başka biçiminin, adına aydın, gazeteci, vb. denen ve gerçekte sistemle flört halinde bulunan bir kesim tarafından bir gömlek farklı ölçülerle de olsa yürütüldüğünü söylemek abartılı olmayacaktır. Bunların, adeta “sizi desteklememiz için bizim anladığımız sol ölçüler içinde kalacaksınız” anlamına gelen dayatması, devrimciliğin icazet tanımayan ilkeli ve tutarlı niteliği ile hiçbir biçimde bağdaşmaz.
Var olan bir fikri ve durumu doğru/haklı göstermek için kimi devrimci yapıların ve taraftar kitlesinin, ölçülerini eğip-büktüğünü görmek, bizlerde iç sızlatıcı bir etki yapmaktadır. Bugün “taraftar” konumundaki kitlenin genç ve eskiye oranla daha tecrübesiz olması, taraftarlıkta ölçü ve seçicilik oranını aşındırmaktadır.
’96 Ölüm orucunda, böylesine önemli bir eylemde doğru ve haklı olarak, kendi iradesini sürekli biçimde önde tutan, karar alıp uygulayan; aydınların süreci geri çekebilecek tavsiyelerine itibar etmeyen eylemci öznelerin aksine; 2000 Ekiminde başlatılan süreçte başından beri kimi aydınların bu işte söz ve karar sahibi olduğu görüldü. Bu öylesine tehlikeli bir insiyatif idi ki, meşruiyet çizgisi de onların söylemleri/duruşları tarafından belirlendi. Örneğin, bir devrimci yapı tarafından gerçekleştirilen ve pek çok acılı yüreğin beklentilerine tercüman olan bir eylem, meşruiyet çizgisini tartışmalı ve belirsiz kılan gölgeler sebebiyle gerekli etkiyi yapamamış ve sonuçta, geniş bir kesim tarafından, sürece olumsuz etki yapan bir eylem olarak değerlendirilmiştir.
Yaşadığı tarihsel süreçte olgulara tanıklık etmek ve haklı olanı tespit edip ondan yana taraf olmak, bir “aydın”lık ölçütüdür; kaçınılmaz bir görevdir. Aydın, tarafsız olamaz; zarara uğramış dahi olsa; haklının hakkını teslim etmek zorundadır. İngiliz gazeteci Robert Fisk, Afgan mülteciler tarafından öldüresiye dövülmesi sonrasında, yaptığı açıklamada, onları anladığını söylüyor ve hak veriyordu: ” Eğer ben Kila Abdullah’taki bir Afgan mülteci olsaydım, onların yaptığını ben de yapardım. Robert Fisk’e saldırırdım. Ya da bulabildiğim bir başka Batılı’ya.” (Robert Fisk)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi; “Aydın”lık, kazanılmış ve geri alınamayacak bir hak değildir. Veya bir kez aydın olundu mu, bu kimlik bir daha hiç yitirilmez de değildir. Aydını tanımlayan işlev, yerine getirildiği ölçüde, “aydın”lık devam ediyor demektir. Ama, bir dönem aydın olanın bir süre sonra değerlerini satarak sermayenin uşağı haline gelebildiği de bilinmektedir. Bunun yanında, örneğin günlük bir gazetede köşe yazarı olmayı aydın sayılmak için yeterli bulmak yerine, kişinin icraatlarına bakmak daha isabetli olur. Mesela okurların Radikal gazetesinden tanıdığı Mine G. Kırıkkanat’a dair bir bilgi vermek istiyoruz.
Sistem adına hareket edenler, sol ile sağ, aydın ile uşak kavramları üzerinde bir bulanıklık hali yaratmaya çalışırken; devrimcilerin, ölçeklerinde ısrar eden net tutumlar alması, daha büyük bir önem kazanıyor. Ne var ki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, şaşırtıcı boyutlarda bir ölçek bozukluğu ile karşı karşıyayız. Bir örnek de Ekmek ve Adalet’ten; yeni Adalet Bakanı Aysel Çelikel’e, “Cephe” tarafından yapılan çağrıyı yayınlıyor Ekmek ve Adalet; aktarıyoruz: “Yeni Adalet Bakanı Aysel Çelikel, bu göreve getirilmeden önce, bir öğretim üyesiydi. İnsan haklarından, demokrasiden yana yazılar yazan bir aydındı. Türkiye aydınları adına bir sınavdadır şimdi .” (Ekmek ve Adalet, sayı:23)
Aydın kimliğini terkedip, faşist bir rejimin bakanlığın yapmaya başlayan birinden dolayı Türkiye aydınlarının ne günahı var bilemiyoruz; ama, biz bir başka örnek vereceğiz. Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Oğuz Ayan, henüz aydın kimliğini koruduğu bir dönemde, başından geçen bir olayı şöyle aktarıyor: “2000 Yılı Şubat ayı başındayız. Ankara’da Sheraton oteli girişinde Dünya Bankası uzmanı bay Lorenz Po-hlmeier bana ve yanımdaki iki arkadaşa tarım satış kooperatifleri birliklerinin tepesinde oluşturmayı düşündükleri ‘Yeniden Yapılanma Kurulu’na üyelik teklifinde bulunuyor. Yedi kişilik kurulun dört üyesinin kendileri tarafından belirleneceğini söylüyor. Hangi sıfatla Türkiye Cumhuriyeti Yasalarına göre kurulması planlanan bir üst kurula üye önerebildiklerini soruyoruz. ‘Eğer parayı biz veriyorsak, kararları da veririz’ yanıtını veriyor. Bu teklifi ben anında geri çevirmem üzerine şaşırıyor ve dolar bazında iyi para verileceğini söyleyerek yeni bir ikna hamlesi deniyor. Gereken yanıtı da alıyor… dünya sahnesinde belki binlerce kez sahnelenen bu Faust’un ruhunu satın alma girişimi büyük olasılıkla çoğunlukla başarıyla sonuçlanıyor. İşin tuhafı, olayı yansıttığım bazı güvenilir dostlar dahi bu teklifi geri çevirmemi yadırgıyorlar; çünkü mevcut hükümetin benim gibi liyakatli kişileri bu kurula seçmeyeceğinden dem vuruyorlar. Ama işin özünü kaçırıyorlar: Bir kere ruhunu satınca artık geride ilkeler, liyakat falan kalmaz; kendi doğrularını değil, güç odağının doğruları egemen olur…” (Aktaran Bahadır Özgür, Evrensel Gazetesi, abç)
Oyan, bu sözlerin üzerinden çok zaman geçmeden, CHP’den milletvekili adayı oluyor ve durumunu “Türkiye daha iyi vekillere layık” diyerek gerekçelendiriyor. İşte size, sistemin dişlisi olmaya aday ve dolayısıyla “ruhunu satarak” aydın kimliğini yitirmiş bir başka “Aysel Çelikel”. Yani sistem, yeni Aysel Çelikel’ler bulmakta güçlük çekmeyecek ve bunlar, Türkiye aydınları adına değil, kendi adına sınavdadır. Önemli olan devrimcilerin, netliğe en çok ihtiyaç duyulan bir dönemde; norm kaymasına uğramadan yaklaşım geliştirebilmesidir.
Sayı 7 (Ekim-Aralık 2002)
DEVRİMCİ HAREKET