Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna girmesi sonrasında ortalığı bilgi ve değerlendirme kirliliği kaplamış durumda. Bu noktada ölçü almamız gereken Trump’ın tweetleri mi olmalı? Oturup iki tweet arasındaki farkları inceleyip “Trump, bilinen anlamda bir politikacı değil” sonucuna mı varmalıyız? Yani yine gelişmeleri ve tabii ki ABD politikalarını Başkan’ın kişisel meselesi olarak mı değerlendirmeliyiz? Eğer ABD tercih skalasını Türkiye’den yana kaydırdıysa bunu “PYD’yi ehlileştirmek” için bir atraksiyon olarak mı görmeliyiz?
Görüldüğü gibi bir yığın soru sormak mümkün. O halde öncelikle yapılması gereken sadeleştirmedir. Bunun da yolu, sarf edilen her sözü değerlendirme konusu yapmak yerine ABD’nin ve bölgedeki müttefiklerinin sınıfsal niteliğini gören bir noktadan bakmaktır.
Yapılan değerlendirmeler, bulunan yeni kaynaklarla beraber enerji ve hammadde açısından Ortadoğu’nun daha onlarca yıl önemini koruyacağını gösteriyor. Gerek bu nedenle gerekse temel ulaşım yolları üzerinde yer alması, önemli pazarlara yakınlığı vb. nedenlerle bu bölge bir kez daha emperyalist güçlerin paylaşım, gerilim ve oyun sahasına dönüşmüş durumdadır. Suriye, bu sahanın en sıcak noktasıdır.
ABD, özelde Suriye’ye genelde bölgeye ve İran’ın etkisizleştirilmesine dair hesaplarından vazgeçmiş değildir. Ve sürecin başından beri, dönem dönem (İhvan meselesi gibi) aralarında çeşitli bakış farklılıkları oluşsa da Türkiye ile doğrudan ilişki içinde bulunmuş, Türkiye’nin İdlib, Cerablus vb. noktalarda olduğu gibi alan tutması, ABD’nin yararına olmuştur.
Özetle bu operasyon, ABD ve Türkiye’nin bölgedeki işbirliğinin reddi değil, devamıdır. Tam da bu nedenle, tezkereye destek verip peşinden Trump’ın tweeti üzerinden kuru gürültü yapmayı antiemperyalizm sanmak ciddiye alınacak bir olgu değildir. Yaşıyor olsalardı Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi devrimcilerin “Barış Pınarı Harekatı”nı destekleyeceğini savunmak biçimindeki soytarılıklar ise muhatabımız değildir.
Devletler arası ilişkilerin ayaküstü görüşmelerde veya mikrofonlardan yansıyan cümleler üzerinden değil daha farklı/özel görüşmeler üzerinden yürüdüğü düşünülürse, dolayısıyla da iç siyaset gereği atılan hamasi nutuklar bir tarafa bırakılırsa, gelişmelerin özünü/kaynağını görebilmek mümkün hale gelir.
Süreci birkaç açıdan irdelemekte yarar var
Öncelikle belirtelim ki Türkiye’nin bu müdahalesinin ABD açısından bilinmeyen/önlenemeyen vb. hiçbir yanı yoktur. Tersine tüm ayrıntıları ile önceden konuşulmuş, planlanmıştır. Nitekim Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Prof. Gülnur Aybet, Trump ve Erdoğan’ın operasyonun kapsamı konusunda tam olarak anlaştıklarını belirtti.
ABD’nin
“çekildi” denilen askerleri çok sınırlı sayıdadır ve
Suriye’den çekilmemiş, sadece yer değiştirmiştir. Bu değişim
de SDG’den bağımsız/habersiz değildir.
Şu
an için Suriye’de ABD çıkarları/politikaları açısından
değişen bir şey olmamıştır. Hatta Irak’ta nüfuzunu
derinleştiren İran’ın önünü kesme konusunda bırakalım elinin
zayıflamasını tersine bu hamleleri bizzat o amaca hizmet ediyor.
İkincisi, ABD ne SDG ile ne de Türkiye ile ilişkilerinden vazgeçmiş, bir tarafı “harcamış” vb. değildir; çeşitli amaçlarla kurulmuş yaklaşık 20 üsse sahip olduğu Suriye’den görünür vadede çekileceği de yok. Bu ülkedeki tek kazanımı Fırat’ın doğusundaki inisiyatifidir ve bu inisiyatif üzerinde mevcut gelişmelerin değiştirici bir etkisinin olması beklenmemelidir.
Elbette
ABD’nin bu tercihi SDG açısından bir kayıptır; Afrin’den sonra,
tutulan ve yeni bir yaşamın örgütlenmek istendiği alanlarda
önemli bir gerilemedir. Ancak yine görünür vadede ABD ile
ilişkilerinde nitelik belirleyici değişimler olacağını
zannetmiyoruz.
Büyük olasılıkla Türkiye’nin müdahalesi, söylendiği gibi SDG’nin olduğu bütün alanları boşaltmak yerine, Kürt yerleşim bölgeleri arasında alan tutmak ve Sünni Arap ağırlıklı bir yerleşim oluşturmaktır. Süreç içerisinde Türkiye’nin bununla yetinmeyip daha zorlayıcı hamleler yapması olasılık dahilindedir. Ancak bu noktada o varsayımlardan çok ABD’nin söz konusu tercihinin arka planını değerlendirmek daha işlevsel olacaktır.
İran faktörü ve Aramco saldırısı
Bilindiği
gibi İran devleti Şiiliği, bu temelde bir dinsel yapıyı bölgede
güç olabilmek için on yıllardır bir motivasyon aracı olarak
kullandı. Aynı zamanda bu araç üzerinden kendi halkının
yoksulluğunu da büyük ölçekli sosyal patlamalara dönüşmeden
yönetme şansı oldu.
Süreç
içerisinde Irak’tan Suriye’ye ve Lübnan’a, Suudi Arabistan’dan
Yemen’e pek çok noktada bu olgu üzerinden ilişkiler geliştirdi.
Bu süreçte de tüm ablukalara, ambargolara rağmen askeri
imkanlarını büyüttü. Hatta 2011 Suriye müdahalesinin ekseninde,
İran’ın batıya doğru açılan ilişkilerini koparma amacı olsa
da son tahlilde bugün gelinen aşamada ilişkilerinin daha da
yaygınlaşıp nitelik kazandığı görüldü.
İran’ın
ABD, İngiltere gibi güçlere, Lübnan Hizbullah’ının ise İsrail’e
dönük tehditleri artık çok daha somut ve inandırıcı. Yemen’de
Husiler son olarak Suudi Arabistan’a yönelik bir saldırıda hem
büyük kayıp verdirdi hem de 2000 askerini esir alarak, dünyanın
ABD’den en fazla silah satın alan ülkesinin askeri imkanlarıyla
deyim yerindeyse dalga geçti. Devletin büyük oranda işlevini
yerine getiremediği Irak’ta Haşdi
Şabi örgütlenmesi IŞİD’le mücadeleden Suriye’nin
sınırlarına müdahaleye kadar pek çok alanda etkili bir güç
haline geldi. İran’ın Suriye’ye direnişteki desteği ve
Arabistan’daki Şiilerle ilişkisi de biliniyor. Kısacası, 2011’den
bugüne “Şii Hilali” kopacağına aradaki ilişkiler güçlenmiş
ve her noktasında askeri imkanlar nitelik büyütmüştür.
Sözünü ettimiz gelişmeler üzerine son olarak bir de Aramco saldırısının yaşanması ABD açısından ilişkilerde de yöntem ve araçlarda da bir güncellemeyi ihtiyaç haline getirdi.
Bilinir
ki politik sürecin tıkandığı durumlarda politika, işlevsiz
kalan araçların yerine başka araçlarla sürdürülür. Bu, başlı
başına değerlendirme gerektiren bir konu ama genel boyutlarıyla
söylersek artık ABD, bölgedeki kendi üslerine de İsrail’e de
dönük tehditlerin boş olmadığını, hatta milyar dolarlar
harcanarak oluşturulan askeri imkanların yerel örgütlülükler,
İHA vb. imkanlar karşısında yetersiz kaldığını gördükçe,
ilişkilerinden araç ve yöntemlerine kadar bir güncelleme
eğilimine girdi.
Bu toplam tabloda SDG Suriyede ABD için önemli olsa da Türkiye/TSK, sözünü ettiğimiz ders niteliğindeki gelişmeler nedeniyle ABD için bölgede bir taşeron olarak daha da önemli hatta Arabistan’a oranla tercih edilecek bir partner haline gelmiştir. ABD’nin “güvenli bölge” için derinliğin 5 kilometre ile sınırlanması ısrarından vazgeçmesi, gösterilmeye çalışıldığı gibi “Türkiye’nin önlenememesi, cüreti vb.” üzerinden değil sözünü ettiğimiz tablodaki bağlam içinde okunmalıdır.
Sekiz yıldır devam eden Suriye savaşı/işgali daha çok çatışma, gerilim ve oyun kaldıracak gibi görünüyor. Başından beri İran’ı etkisizleştirmeden bölgede politikalarını hayata geçiremeyeceğinin bilincinde olan ABD, İran’ın batıdaki dinamiklerle bağını koparma konusunu olmazsa olmaz önemde öne çıkarmıştır. Bu bağlam içinde Irak’ın iç savaşla istikrarsızlaştırılması gibi Suriye’nin doğusunda, gerek ekonomik olarak gerekse İran’la bağı koparmak açısından büyük önem taşıyan Deyr ez Zor vb. noktaların tahkim edilmesi ve Suriye’ye bırakılmaması dahil çeşitli hesaplar olacaktır. Bu hesaplar içinde önümüzdeki süreçte TSK’ye de SDG’ye de yeni roller düşmesi beklenmelidir. Diğer bir ifadeyle taşlar, Türkiye-SDG kapışmasıyla değil ABD politikalarıyla hegemon-taşeron ilişkisi içinde dizilmektedir.
Müdahale ile nelerin üzeri örtülüyor?
Öncelikle belirtelim ki Suriye’ye/Rojava’ya yönelik saldırının meşru hiçbir gerekçesi olamaz. Eğer ortada bir tehdit varsa o, bölgedeki emperyalist haydutlar ve onlarla taşeronluk ilişkisi içinde olan bölgenin gerici faşist iktidarlarıdır.
Sekiz yıldır Suriye’ye yıkımdan başka bir şey getirmeyen ve tüm bölgeyi istikrarsızlaştıran savaşın sorumlularından biri de Erdoğan başkanlığındaki AKP iktidarıdır.
“Suriye Milli Ordusu” adıyla lansmanı yapılan güç, bugüne dek Suriye’de mevcut rejime karşı savaştırılan çetelerden oluşturulmuştur.
Bu, yönetememe halidir, iktidarsızlığa çare arayışıdır. Aslında Akşener’in “Tek partimiz vardır o da al bayrak partisidir” sözü, bu türden gelişmelerin, sistemin partileri arasındaki sınıfsal benzerliği açığa çıkaran bir turnusol olduğunu gösteriyor.
Belki tezkere konusunda söylenenler dahil bu durumun kaba/ilkel bir milliyetçilikle karşılanması üzerinde de durulabilir ama durumun ciddiyeti, fotoğrafı daha da büyütüp sınıfsal perspektifle değerlendirme yapmayı gerektiriyor. Böylesi anlarda dayatılan “birlik ve beraberlik” gerçekte tek tipleşme ve Başkan’ın politikalarına kayıtsız şartsız biattır. Örneğin yine bu “milli birlik beraberlik” adına, Kazdağları’nda yapılması planlanan “Su ve Vicdan Mitingi” iptal edildi. Peş peşe gelen zamlar, güncellenen ve krizin yükünü emekçi halkların sırtına yıkmayı amaçlayan Yeni Ekonomi Programı konuşulmaz oldu.
Erdoğan’ın “Millet İttifakı’nın zayıflaması, parçalanması çok çok önemli.” sözleri operasyonun iç siyasete yönelik amacını gösteriyor. Bu süreçte, Cumartesi Anneleri’ne polisin saldırmış olması gibi her hak talebinin, her itirazın veya muhalif eylemin “Sınırdışı operasyon baskılanmasıyla muhatap edilmesi, sindirme-susturma yoluna gidilmesi beklenmelidir.
Bu arada ABD’nin, IŞİD’in önemli savaşçılarını Irak’a kaçırdığı söyleniyor, Süleyman Soylu gülerek IŞİD’lilerin kendileriyle ittifak yapmak zorunda olduklarını söylüyor. IŞİD de Kamışlı ilçesinin Garbiye mahallesinde yer alan ve YPG’ye ait “emniyet merkezi” önünde bomba yüklü bir araç patlatarak onu mahçup etmiyor! İşte bu koşullarda bütün bir toplum “müthiş bir savaşa girilmiş” gibi hizaya sokulmak isteniyor.
Mevcut tablo pek çok örnekte olduğu gibi bir kez daha emperyalizm ve işbirlikçilerinin halka sağlayabilecekleri hiçbir kazanımın olmadığını, özgürlüğün onlarla beraber değil onlara karşı savaşarak sağlanacağını gösteriyor.
Türkiye’nin bölgeye müdahalesi, içeride sıkışan ve halka krizden başka bir şey vaat etmeyen Erdoğan/AKP politikalarıyla beraber teşhir edilmeli, Suriye’de direniş halinde olan halklarla dayanışma içinde olunmalı, barışın ancak bu saldırgan politikalar ve sahiplerine karşı mücadele ile sağlanabileceğinin altı çizilmelidir.
Çözüm, halkların emperyalizme ve faşizme karşı ortak mücadelesindedir.