MÜTEVAZILIK, DEVRİMCİLİĞİN GEREKTİRDİĞİ BİR NİTELİKTİR; ÖZNELLİK VE KEYFİYET İSE, YAKIŞIK DÜŞMEZ
VEYA
BİR SINAV YERİ OLARAK HAPİSHANELER
Hapishaneler, devrimcilerle sınıf düşmanlarının en dolaysız ve en eşitsiz olarak karşı karşıya geldiği yerdir. Sorgu süreçleri de tutsaklıkla aynı kapsama alınmalıdır. Buralarda yenmek-yenilmek olgusu, fiziki bir çatışmadan çok ideolojik çatışmalarca belirlenir.
Teslim almak, kimliğinden soyundurmak, dışarı çıktığında ne kendine ne de bir başkasına yararı dokunmayacak denli tüketmek… Bunlar, tutsak alanların, genelde devrimciler üzerinde elde etmeyi amaçladığı sonuçlardır. Dünya ölçeğinde bu amaçla uygulanan yöntemlere bakarak, egemenler için hapishanelerde her yolun mubah olduğunu söylemek mümkündür. Ve uygulamalar; fiilen karşılaşılan sorunlar üzerinden geliştirilen önlemler, taktikler, vb.nin toplamı olarak yansıyor. Dikkat edilirse, dünyanın dört bir yanında hakim sınıfların yasaları da işkenceleri de hapishaneleri de benzerdir.
İnsanın fiziki ve ruhsal yapısı üzerinde yapılan araştırmaları, yani bilimin sonuçlarını, insana karşı kullanmak üzere uzmanlar görevlendiren ve geliştirdiği tarzları işbirlikçi iktidarlarla paylaşan ABD, son marifetlerini Guantanamo’da uygulamıştır. ABD, Küba’da ki Guantanamo üssüne taşıdığı Afganistanlı savaş esirlerinin ellerine eldiven giydirerek kelepçeler, ağızlarını kapatır, duymayı engelleyen kulaklık takar, görmeyi bulanıklaştıran opak camlı gözlük takar, doğal ortamdan tümüyle tecrit eden giysiler giydirir ve diz çöker durumda tutar.
Görüldüğü gibi insanlaşmanın, iyiye ve güzele doğru evrilmenin önüne dikilmiş olan sistemlerin, tarih sahnesinden silinmemek için başvurmayacakları hiçbir yöntem yoktur. Sık sık biçim değiştiren hapishaneler, bu ihtiyacın ürünlerinden sadece biridir.
Türkiye’de 12 Eylül sonrasında, eski tip hapishanelerden edinilen tecrübeler üzerine bina edilen E tipi hapishaneler, devrimcilerin yaratıcılığı ve direngen duruşu sonucu hızla eskitildi. F tipine kadar uzanan süreçte tüm taktikler ve yenilenme çabaları boşa çıkartılırken; bu, hazır bir kültürün ve direnme reçetesinin ürünü olarak değil; yaşam içinde adım adım biriken bir deneyimin sonucu olmuştur. Bu deneyim, 12 Eylül öncesine uzansa da asıl olarak 12 Eylül sonrasında “yaşayarak” oluşmuştur. Türkiye devrimcilerinin toplam emeğiyle oluşan bu deneyimin bir kesime mal edilmesi; hele ki doğruların ayıklanıp “bunlar bana aittir” denmesi, yanlışların da bir başkasına fatura edilmesi; en yumuşak ifadeyle tarih okuma özrü içerir . Ne yazık ki ülkemizde hala, öznellikle sakatlanmamış sol tarih çalışmalarına pek rastlanmıyor. Yayınlanan ürünlerdeki öznellik oranı öylesine yoğun oluyor ki, aynı süreci bizzat yaşamış başka özneler, söz konusu yayınları okurken, bir başka tarihsel kesitten söz edildiği intibaına kapılabilmektedir.
İlk direniş örnekleri, ilk açlık grevleri, ilk fiili direnişler nasıl oldu; bugünkünden farkları neydi? Aradaki değişim ve evrilmenin dinamikleri nedir? Örneğin yanlış yaparak da, doğrulardan yeni doğrular çıkararak da gelişme sağlandığı gibi, tarihsel süreç içinde geriye düşülen alanlar da olmuştur. Başlangıçta, “hapishane idaresi devrimcilerin farklı düşündüğünü anlamasın diye” hareketlerin yanlış bulduğu eyleme bile katıldığı bir duruştan, aynı koğuşta kiminin yemek yediği, kimininse açlık grevi yaptığı bir duruşa geçmek çok zaman almadı. Bugünden geriye bakarken, böyle bir sonucu bir başkasına fatura ederek, kendi tarihine sadece yapıcı örnekleri yakışık görenlerin yaptığı çalışmalara “resmi tarih” demek abartılı olmaz.
Ekmek ve Adalet’çiler, 13. sayıda; geriye bakarak, diğer bir ifadeyle tarih okuyarak(!) bugünü yazıyor. Metris’i anlatırken, bugüne izdüşümler yaparak, değişmez haklılığına ve isabetli duruşuna kanıt arıyor. Söz konusu izdüşümlerden biri şöyle: “Hemen şimdi, solun bir kısmının 19 Aralık öncesi sergilediği tutumu hatırlayın; oligarşinin tehditleri ve saldırıları karşısında ortaya çıkan tereddütlü tavırları, kaçışı hatırlayın...”
İnanıyoruz ki, o süreci tutsaklıkta karşılayan her özne, bu ifadeyi okuduğunda, gördüklerine/duyduklarına inanamamıştır. Bu, halkı ve devrimcileri hafızasız zannederek/varsayarak keyfi olarak tarih yazma alışkanlığının uçlaşmış halidir. Daha sonra Ekmek ve Adalet’te de kabul edildiği gibi “mesele tek başına ölüm orucu yapmak” değilse; geriye bu dostlarımızın söyleyebileceği, dayanabileceği hiçbir şey kalmıyor. 19 Aralık öncesinde tutsaklar nasıl bir duruş içinde olduklarını aslında 19 Aralık’ta zaten gösterdiler. Ancak biz yine de şu kaçıştan bahseden arkadaşlara, eğer ölüm orucu yerine, ölümüne dövüşmeyi kaçış saymıyorlarsa, bunu Kurtuluş’ta ve Vatan’da neden yazmadıklarını sormak isteriz. Ölüm orucundan geriye doğru, söz konusu yayınları inceleyenler, “solun bir kısmı” denen kesimi ayırmaksızın ne kadar kararlı ve tutarlı bir direniş halinin sergilendiğinden söz edildiğini görecektir. Ölüm orucu hariç, hemen tüm direnişlerde o sözü edilen yapıların bir bütün halinde dayanışma ve direniş örnekleri sergiledikleri, sadece Vatan ve Kurtuluş’tan değil, hemen tüm sosyalist basından izlenebilir. Ayrıca, 26 Eylül gecesi Ulucanlar için harekete geçildiğinde yaşanan eylem içi yoldaşlaşma sonunda, bir hapishaneden DHKP-C’li tutsakların “burada artık CMK yok, devrimciler örgütü var ” diyerek, merkezi yapılarına, “solun bir kısmı”nı ayırmaksızın ortaya konan devrimci duruşu yazılı olarak aktardıklarını, en azından biz biliyoruz. Veya Ulucanlar’da katledilen, ama teslim olmayan o güzel insanlar, yoksa yine o “solun bir kısmı”ndan mı idiler?
Aynı yazıda bir diğer izdüşüm: “‘Metris işkencecileri direniş mevzisine tüm güç ve olanağı ile saldırırken, DY davası tutsakları hapishanede bir şey olmuyormuş gibi mahkemeye gidip geliyordu.’ DY’nin 19 Aralık’taki devamcılarının tavrıyla ne kadar aynı! “
Evet “DY’nin 19 Aralık’taki devamcıları”nın tavrının ne olduğunu öğrenmek isteyenlere biz yine Vatan dergisini öneriyoruz. Bu zahmete katlanıp Vatan arşivini inceleyenler, Çanakkale Hapishanesi’nden F tiplerine giden DHKP-C dava tutsaklarının ilk mektuplarında, 19 Aralık’ta DY dava tutsakları ile nasıl yoldaşlaştıklarına dair vurguları ile karşılaşacaklardır.
Peki bu nedir, nasıl bir devrimci kültürdür ve hangi ihtiyaca bağlı olarak gündeme gelmektedir; diye sorulabilir. Gerçekte devrimci çalışma tarzı içinde böyle bir ihtiyaç yoktur. Ancak, tüm devrimci dostlarını rakip olarak gören ve kendini sürekli olarak bir yarış halinde hisseden; bu duruşunu feodal değerlerle besleyerek bir iç kültür haline getiren ve bu nedenle yaşamın her alanında dostlarına kapalı/mesafeli duran bir yapı için bir ihtiyaç olabiliyor.
Sahip olduğumuz tüm izlenimlere rağmen biz, asıl olarak ölüm orucu kararının bir “kaçış” olduğunu söyleyecek değiliz. Ama o süreçte gelenek haline gelmiş olan fiili direniş çizgisini, var olan birliği parçalama pahasına, geri çektiğini düşünüyoruz.
İlginç olan ve değerlendirmeye değer bulduğumuz bir diğer olgu da devrimci yapıların bugün yaşamakta olduğu sorunların yirmi yıl öncekine önemli oranda benziyor olmasıdır. Bu durum, bugün yaşanmakta olan pek çok gelişmenin bir tesadüf olmadığının da göstergesidir. Örneğin 1980 yılında da açlık grevleri birlikte başlar, ancak “kimin daha direngen olduğu” biçimindeki tartışmalar ve “eylem kırıcı”, “hain” gibi suçlamalar eşliğinde son bulurdu. Veya hapishanelerde gelenek haline gelen ve hemen herkesin başvurduğu bir direniş tarzını keyfi olarak reddetmeyi kendinde hak olarak gören bir yapı, kendisinin uyguladığı bir direniş tarzı söz konusu olduğunda bu hakkı başkasında görmez ve sekterleşirdi. Mesela 1980’li yılların başlarında 12 Eylül hukukunun bir devamı olarak insanlar hapishanelerden tekrar tekrar işkence edilmek üzere polis tarafından talep edildiklerinde, Alemdağ Askeri Hapishanesi’nde sadece DS’li tutsakların, yoldaşlarını direnmeksizin verdiklerini; bunun dışındaki tüm devrimci yapıların ölümüne direndiğini ve hatta “TKP- İşçinin Sesi”nden bir tutsağın alınmak istenmesi sırasında iki tutsağın şehit düştüğünü (Kurtuluş davasından Hakan Mermeroluk, Devrimci Yol davasından Şenol Yazar), pek çok tutsağın yaralandığını söylersek; kendine toz kondurmama tarzıyla kültürlenmiş olanların reflekslerinin ne olacağını merak ediyoruz. (*)
Gerçekliği kabul etmemekte ısrar edenlere, gerçekliğin bizzat kendisi, faturası daha ağır pratiklerle bunu mutlaka kabul ettirir. Satranç oyununu yeni öğrenirken, tek başına tahtanın karşısına geçip, hayali rakiplerle (rakipsiz) antrenmanlar yapıldığı bilinir. Kişi, rakibinin yerine de hamle yapar, hatta kolayına geldiği için, genellikle basit hamlelerle geçiştirilir ve sonuçta, var olmayan rakibini yener. Bu, bir çeşit kendini kandırma yöntemidir. Devrimci zeminde bulunup, bu zemini bir yarış pisti gibi görmek ve sürekli olarak kendini galip saymanın çabasına girmek, ne yazık ki satrançtan çok daha büyük ve acı sonuçlar vermektedir. Çünkü, devrimci yapılar bir rakip, sınıflar mücadelesi ise bir oyun değildir ve yeni öğrenilmemektedir.
Bugün eğer devrimci yapılar, karşı karşıya oldukları sıkıntılı hali aşmak için projeler üretecekse, bunlardan biri de “doğru/objektif okunmuş bir tarih” olmalıdır.
Koca bir döneme, mesela Metris sürecine bakarken sadece “’84 ölüm orucu”nu görenler, Metris’te hakların, açlık grevi yapılmadığı için değil, olur olmaz durumlarda yapıldığı için (en azından böyle başlayıp yenilgi ile biten bir açlık grevi sonrasında) yitirildiği gerçeğini göremezler. İnanıyoruz ki bugün, ölüm orucuna eleştirel bakan da içinde bulunan da seksenli yılların ilk yarısında bile devrimcilerin, açlık grevi silahının çok kullanılmaktan dolayı işlevsizleştiğine dair yoğun tartışmalar yaşadığını bilse ve oradan günümüze, öznellik aynasında kırılmamış izdüşümler yapabilse, bugünkü sorunlarına daha kökten yanıtlar bulma şansını arttıracaktır.
Elbette ki bugün solun tek meselesi hapishaneler değildir; her şeyin kaynağında da hapishaneler görülmemelidir. Ne var ki özellikle 1996’dan itibaren, solun önemli bir kesimi için, bilinen işlevini aşan ve dışarıyı belirleyen bir konumda olmuştur.
HAFIZASIZLIKTAN MEDET UMANLARIN YAZDIKLARI TARİH, HER ZAMAN RESMİ TARİH OLMUŞTUR
Ölüm orucu etrafında dönen tartışmalar, sürecin başından beri olduğu gibi, bugün de, eylemin büyüklüğüne denk düşmeyen bir içerikte, içeriği doldurulmamış argümanlarla ve uygun olmayan bir üslupla sürmektedir (istisna sayılabilecek değerlendirmeleri ayrı tutuyoruz). Bu sonuçta, öznelliğin ağırlıklı rolü var ise de, kimileri için dışarıdan bakıyor olmanın sebep olduğu bilgi eksikliğinden de söz edilebilir.
Ölüm orucu kararının ileri değil, geri bir duruşun ürünü olarak gündeme geldiğini anlayabilmek için o sürecin önceli olan dönemi bizzat hapishaneden izleyebilmiş olmak gerekiyor. Veya bu zorunlu değilse de önemli bir gerekliliktir. Dışarıdan bakıldığında, özellikle de F tipi ile beraber, ölüm orucu kaçınılmaz bir durak olarak görünebilir. Ne var ki 2000 Ekim öncesini bilenler için durum bir hayli farklıdır. Biz daha önce de söyledik, Ulucanlar katliamına tepki olarak gelişen direnişten sonra yaşanan gözle görülür biçimdeki geri çekilmenin, Burdur ve Bergama saldırıları sırasında diğer hapishanelerde desteğin merkezi olarak önlenmesinin inandırıcı gerekçeleri ortaya konmadığı sürece, ölüm orucu kararı anlaşılmayacak; her şeyi bedel ödemenin oluşturduğu saygınlığın gölgesinde açıklama yolu, bizler tarafından, aynı duruşun devamı olarak değerlendirilecektir.
Burada, ölüm orucuna 2000 Ekim’inde başlayıp, sonra da süreci tamamlayan ve bugün “farklı araçlarla” F tipi saldırısına karşı durduğunu söyleyen dostlarımıza da birkaç sözümüz olacak. Bizler başlangıçta defalarca uyardık; ölüm orucu tek eylem biçimi değildir; katılmayanlara “edilgen, pasifist, bekle-görcü” demek gerçekçi olmamaktadır… Kaldı ki söz konusu tanımlamaların gerçekliği yansıtmadığını ve bir çeşit haksızlık olduğunu bu dostlarımız ölüm orucu sürecinden önce hapishanelerde direnişin pek çok biçimi ile bizzat yaşamışlardır.
Çatışmanın her biçimine gözünü kırpmadan katılan devrimci dost bileşenler, bu niteliklerini defalarca kanıtlamış olmasına rağmen, ölüm orucu tek ölçüt olarak ele alındı. Ve tarih bugün ironi yaparak, gerçekliği hatırlatmaktadır; aynı dostlarımız, ölüm orucunu tek ölçüt gören bir başka yapı tarafından bugün benzer ithamlarla muhatap edilmektedir.
Devrimci yapılar eğer bir diğerinin ne dediğini dikkate almadan, keyfi ölçülerle tanımlama yapmaya devam edecekse; ne yazık ki daha uzun bir süre birbirinin dilini anlamayan ve süreci asli dinamikleri üzerinden değil, kendi duruşundaki tercihler üzerinden değerlendiren eğilimlerin ağırlıkta olduğu bir öznellik hali ortalığa egemen olacaktır. Öznelliğin en koyu rengiyle kendini dışa vurduğu zeminlerden biri de Ekmek ve Adalet’tir:
“Meselenin tek başına ‘ölüm orucu’ yapmak olmayıp, sağa sola savrulmadan, ideolojik ve fiziki direnişi kararlılıkla sürdürmek olduğu, tarzın da bunda somutlandığı görülür .” (Ekmek ve Adalet s:17)
Edilen pek çok lafın, tek taraflı bilgilendirmenin, monologun içinden bazen yukarıdaki gibi doğru ifadeler de çıkıyor. Evet mesele ne yazık ki “tek başına ölüm orucu yapmak” olarak algılanıyor. Ve hatta daha ileri gidip, “ben nerede duruyor ve ne yapıyorsam doğrusu odur” benmerkezciliği olarak da tanımlanabilecek bir çeşit tekelcilik olarak yansıyor. “Ölüm orucu, ideolojik ve kültürel boyutuyla Parti-Cephe tarzının bir ifadesidir ” deniyor. Evet ortada bir tarz var. Ama bu, ölüm orucu değil, yaptığı her şeyi (geri veya ileri olması fark etmez) bilimsel olmayan argümanlarla “en doğru” olarak dayatma tarzıdır.
“Parti-Cephe” denince bir tek kendilerinin anlaşılması gerektiğini düşünmek bile başlı başına bu tarzın yansımasıdır. Parti-Cephe, THKP-C tarzıdır ve bugün onun teorik ve pratik referanslarının taşıyıcısı olduğunu söyleyerek o değerleri yaşatmaya çalışan her yapı bu isimle anılmayı hakkeder.
Dergi hazırlarken masada oturup, tarih sayfalarını keyfi biçimde taramak ve seçilen sayfaları ihtiyaca uygun olarak yansıtmak, artık sol olduğunu söyleyen hiçbir yapının başvurmaması gereken bir tarzdır.
Herkes bilmektedir ki hiçbir yapı, “Ekmek ve Adalet”çilerin yansıttığı denli hatasız, doğru, mükemmel, vs. olamaz. Böyle bir yansıtma şekline ihtiyaç duymak bile başlı başına bir zaafın ürünüdür. En masum ihtimalle, böyle bir dilin; en güçlü görünene meyletme eğilimi taşıyan, araştırmadan taraf olan genç beyinleri etkileyeceği hesaplanıyorsa; bilinmek durumundadır ki, bu saiklerle gerçekleşen kazanımların kayıplara dönüşmesi ve dolanın geri boşalması zaman almayacaktır/almamaktadır.
Evet mesele “sağa sola savrulmadan, ideolojik ve fiziki direnişi kararlılıkla sürdürmek”tir. Değerlere bağlılık, yaşamın her kesitinde sınanmalıdır. İşkencehanelerde değerlerini korumak, hapishanelerde teslim olmayıp yaptırımları reddetmek; dışarıda veya içeride burjuva yaşamın mıknatıs etkisi yapan çekim gücüne itibar etmemek, vb. pek çok deney alanı vardır. Örneğin içerde (F tiplerinde, alınmış olan genel kararın gereği olarak) “açık görüş”e itibar etmemek de bir ölçektir; fiili direnişle ölüm orucunu karşı karşıya getirmeme olgunluğunu göstermek de…
Aynı şekilde, değerlerine bağlılığı ve inançlarında samimiyeti fiilen defalarca kanıtlanmış olan dost devrimci yapıların inançlarını tartışma konusu yapmamaya özen göstermek de bir ölçü olarak görülmelidir. Aksi durumlar, bir taraftarlık bilincinin ve feodal bir kültürün beklentilerini kaşımak, ona göre bir duruş ve söylem tutturmak anlamına gelecektir.
Bir devrimci yapı, çok doğru bulduğu bir duruşu, reformizmin en dibe vurmuş örnekleri üzerinden karşıtlıklar yaratarak savunma yoluna gitmez. Eğer böyle bir yola baş vuruluyorsa; ya yanlış bir tarz uygulanıyordur ya da doğru olmayan bir duruş, “en kötü” duruşla kıyaslanarak doğru gösterilmeye çalışılmaktadır. Ekmek ve Adalet’çilerin o kendinden emin üsluplarını kazıyın altından bir savunma psikolojisi çıkacaktır. ÖDP’vari oluşumları sıkça hedef almak, doğrularını bu tür zayıf halkalarla karşıtlıklar oluşturarak savunma ihtiyacının bir ürünüdür.
Sonuç olarak; hepimizi bağlayan bir hukuka, hepimize yakışan bir üsluba, tarz ve seviyeye ihtiyaç vardır. Bu, harekete veya duruma göre değişmeyen bir olgudur. Bu bağlamda diyoruz ki, DHKP-C’ye ve Genel Sekreterine “tarikat ve sürgündeki şeyhi” demek, nasıl yakışıksız bir tutumsa; Devrimci Yol’da görev almış öznelere, “bir örgütün şefleri” demek de yakışıksız bir tutumdur. Hele ki “şef” kavramının genellikle Leninist Parti modelini ve genel sekreterlik olgusunu reddeden tasfiyeci yapılar tarafından militan sola yönelik olarak kullanılıyor olması, bu konuda daha özenli davranmayı zorunlu kılıyor. Pekdemir, “tarikat, şeyh” dediğinde, ilk refleks gösteren biz olduk. Biz, duruma göre ölçeklerimizi eğip bükmüyoruz. Bundan sonra da bu konudaki duyarlılığımız sürecektir.
Gerçekte mesele tek başına ne ölüm orucu ne de hapishanelerdir. Sınıflar mücadelesinin bir alanı olan hapishanelerde, eylem tercihleri de bir bütünün parçası olarak görülmelidir.
Devrimcilerin, sınıf düşmanlarına karşı üstünlükleri, bir kol güreşine veya birkaç rauntluk maçlara indirgenmiş testlerle ölçülmemeli; yer yer ajitasyon amacıyla kullanılan ifadelerle bilimsel ölçekler dahilinde yapılan değerlendirmeler karıştırılmamalıdır. Bugün dünya ölçeğinde emekten yana gelişmelerin henüz istenen seviyede olmaması, ezilenlerin yerel veya genel duruşunda fiili üstünlüğün yakalanamamış olması, felaket tellallığına gerekçe edilmemelidir.
Yerel koşulları ne denli olumsuz olursa olsun, her ülke devrimcisi, emperyalizmin sağladığı başarıların ve halk kesimlerinde görülen değer erozyonunun hiçbir güç ve uygulama ile kalıcılaştıramayacağını; ezenlerin çöküşünün mutlaka gerçekleşeceğini bilmek, geçici olguların yansıttığı güç dengelerine aldırmadan yoluna devam etmek ve umudu emzirmeyi ihmal etmemek durumundadır.
(*) DS’liler, bir yoldaşları istendiğinde, karşı taraftan süre talep ediyor ve bu sürede işkenceye gidecek yoldaşlarını marşlar söyleyerek, şiirler okuyarak motive ediyor (hazırlıyor) sonra da gönderiyordu. Dostlarımız belki burada, uyguladıkları tarzın teslimiyet anlamına gelmediğini, işkenceye gidecek yoldaşın direnmesini sağlamanın tayin edici önemde olduğunu, kendilerinin de böyle bir tarzı seçtiklerini söyleyeceklerdir. Bizler, bu yöntemi yanlış bulsak da, bir “farklılık” olarak algılayıp geçebilirdik. Ne var ki, bunu yapanlar; bugün, ölüm orucu karşısında fiili direnişi bile “anlaşılabilir farklı bir tarz” olarak kabule yanaşmayan bir anlayışa sahip oldukları için, sözünü ettiğimiz gerekçeler açıklayıcılık özelliğini yitiriyor.
Sayı 7 (Ekim-Aralık 2002)