Birleşik Muhalefet Hareketi’nin Program Taslağına Dair Değerlendirme Ve Öneriler Pazar, 14 Eylül 2014 16:44
Birleşik Muhalefet Hareketi İstanbul Forumu’nda tartışılan program taslağıyla Devrimci Hareket’in program taslağına dair değerlendirme ve önerilerini sürece katkısı olması bağlamında birlikte yayınlıyoruz.
Devrimci Hareket’in Taslak Programa ilişkin Düşünceleri
BİRLEŞİK MUHALEFET HAREKETİ’NİN PROGRAM TASLAĞINA DAİR DEĞERLENDİRME VE ÖNERİLER
Ortada bir program taslağı var. Ona atıfta bulunarak bir çerçeve çizmeye çalışacağız.
Ancak program meselesine girmeden önce, bu ortaklaşma zeminini neden önemsediğimizi kısaca aktarmak istiyoruz. Sol içi birliğin ve ittifakların genel boyuttaki önemine değinme ihtiyacının olmadığına inanıyoruz. Bu konuda genel bir kabul söz konusu. Ancak bu genel kabule, hemen herkesin sıkça birlik vurgusu yapmasına rağmen, pratiğin çoğu kez tersi sonuçlar doğurması, Türkiye solunun birlikle değil ayrışmayla anılması, birlik konusuna güzelleme yapmaktan çok başarısızlık nedenlerine dikkat çekmeyi gerektiriyor.
Bugüne dek yaşanan birlik deneyimleri, ortaklaşmaların “çatıda” da “masada” da olamayacağını, pratiğin ihtiyacına bağlı olarak gelişmesi gerektiğini, tartışmaların soyutta entelektüel çerçevede değil mücadelenin sorularına cevap arayan bir içerik ve zeminde yapılması gerektiğini gösterdi. Son zamanlarda “uygulanabilir asgari bir program” vurgusunun öne çıkmasının bu öğretici pratiklere dayandığını düşünüyoruz.
İşte Birleşik Muhalefet Hareketi de henüz doğum aşamasında olsa da, bizlerde bugüne kadarki deneyimlerden edinilen derslerle hareket edildiği izlenimini oluşturdu. Bu, aynı zamanda yaşayan/canlı bir süreç amaçlandığını, hazır/donmuş kalıplarla hareket edilmeyeceğini/edilmemesi gerektiğini gösteriyor. Bu bağlamda bizler, aktif gözlemci olarak katıldığımız bu süreçte, solun tarihine başarısızlıkla sonuçlanmış bir birlik deneyimi daha eklenmesin diye de elimizden geleni yapacağız. Biz ayrıca bu birlik çağrısını, Ethem’den Berkin’e Gezi’de düşenlerin çağrısı olarak değerlendiriyor, onlara karşı bir sorumluluk olarak kabul ediyoruz.
Programa gelince…
Öncelikle bu ittifakın adlandırılmasının “Birleşik Halk Hareketi” olarak değiştirilmesini öneriyoruz. Bu, güçlü bir halk hareketi yaratma amacına da denk düşecektir.
Program, önceliklerin tespitidir; planlı, amaçlı hareket etmenin zorunlu koşuludur. Ancak bilinir ki programlar kendi başına iş görmez. Bunun için uygun bir zemin ve örgütlü ilişkilerin yanında, programın anlaşılabilirliğine de ihtiyaç vardır. Biz bu bağlamda “günlük dile çevirme” ve “bağl arı görünür kılma” ifadelerini yapacağımız sunumun anahtar cümleleri olarak belirledik.
Programın bütününde dikkatimizi çeken olgu, kendimizi halka anlatma, dilimizi halkın diline çevirme konusunda yaşanan kimi problemlerin baskılanmasıyla olsa gerek, sınıfsal duruşu riske sokabilecek kavram, söylem ve içeriklere yönelinmiş olmasıdır. Halbuki devrimcilerin dili, konu ister sistemin reddi isterse alternatifi olsun, her boyutta ve her zaman anlaşılır olmalı; muhatap kitle, ortaya konan programın uygulanabilirliğine inanmalıdır. Gelecek toplum için genel geçer güzellemeler nasıl yeterli değilse, alternatifin bugünkü ilişkilerde ete kemiğe büründürülmesi gerekiyorsa; mevcut sistemin tüm kötülüklerin kaynağı olması gerçekliği de güncel yaşam kesitleri içinde somutlanarak anlatılabilmelidir. Örneğin, “Baş çelişmenin çözümlenme biçimindeki tercihlerde ortaya çıkan benzerlikler ve ortak noktalar ittifakların temel nedenini oluşturur , ” demek, güncel ortaklaşmaların önünde engel değildir; tersine, olguya uzun erimli ve programatik bir ufuk kazandırır. Yeter ki baş çelişmenin andaki tezahürü doğru okunup ona uygun çözümler üretilebilsin.
Gerek anlama gerekse uygulama kolaylığı açısından devrimcilik, güncel dile çevrilebilmeli, oluşturulacak programlar, ezilenlerin aklına yatmakla kalmamalı, mümkünse duygusuna ve acısına da değmelidir.
* “Otoriter muhafazakârlık”, AKP’nin niteliğini tanımlamaya uygun/yeterli bir kavram değildir.
AKP; geleneksel tabanının niteliği, kullandığı ideolojik motifler ve emperyalizm tarafından bölgede “ılımlı İslam” bağlamlı olarak işlevlendirilmiş olması sebebiyle kaba bir bakışla dinci bir parti olarak tanımlanabilir, muhafazakâr vb niteliği öne çıkarılabilir. Ancak gerçekte AKP’nin kimliğini belirleyen, kullandığı propaganda öğeleri veya etkileyebildiği kitlelerin dinsel kimliği değil, hangi güçlerin temsilcisi ve hangi politikaların uygulayıcısı olduğudur.
AKP, egemen sınıfların tıkandığı bir noktada sürece müdahalenin bir aracı olarak bizzat emperyalizm tarafından gündeme getirilmiş, özel yetkili olarak görevlendirilmiş bir partidir. İslami öğelerin bölgede emperyalizm tarafından kullanılması, nasıl ki emperyalizmin niteliğini dinciliğe indirgemiyorsa, bu politikaların uygulayıcısı partinin niteliğini de dincilikle sınırlamıyor.
AKP, emperyalizmin bölgede saldırılarının organize edilmesi ve ülkede faşizmin daha yaygın biçimde kurumsallaşması hedefiyle kurulmuş bir partidir. “Otoriter muhafazakârlık”, bu sınıfsal kimliği karşılamakta yetersiz bir kavramdır.
Hatta bu tür kavramların, bir yanıyla da sınıfsal özü gizlemeye hizmet eden bir yanı vardır.
Genel kabul gördüğü biçimiyle anımsatmak gerekirse, emperyalizm siyasal gericiliktir; bunun yeni sömürge ülkelerdeki iktidarlar nezdindeki dışa vurumu faşizmdir. AKP döneminde, ilkin “darbe karşıtlığı” sonradan da “Cemaat karşıtlığı” istismar edilerek yaratılan destek eşliğinde faşist kurumlaşma, bugüne dek görülmemiş boyutlarda yaygınlaştırılmıştır. Sorun, yalnızca kavram veya tanımlama değildir, amacımız bu gerçekliği içeren/ıskalamayan bir ifadenin tercih edilmesidir.
* Benzer bir kullanım hassasiyeti/özeni, cumhuriyet kavramı için de gereklidir.
“Cumhuriyet dönüşümleri”, AKP’nin saldırı hedeflerini, değiştirmeye veya gasp etmeye çalıştığı kazanımlarını açıklamaya yetersiz, yanlış anlamalara açık, tartışmalı bir ifadedir. Cumhuriyet, kullanım bağlamına göre değişen ve nitelik belirleyici olmayan bir kavramdır. Çeşitli konularda olduğu gibi bu konuda da sınıfsallığı gizleyen kullanım ve içeriklerin giderek yaygınlaşması, bizlere sınıfsal perspektif ışığında açık, net bir duruş geliştirme sorumluluğunu yüklüyor. Bu çerçevede demokrasi kavramının/mücadelesinin öne çıkarılması daha uygun olacaktır.
Devrimcilik, sistemi de alternatifini de anlatmaya en elverişli kimlik, en kapsayıcı duruştur.
Mesele, AKP’nin uygulamalarıyla somutlanan sorunlara dikkat çekmek ve AKP’ye karşı biriken tepkiyi/öfkeyi örgütlemekse, cumhuriyet kavramı bu çerçeveyi ve alternatif ufkunu kapsamaktan uzaktır.
Eğer amaç, halkın güncel problemlerine dokunmak, anlayabileceği açık bir dille konuşmaksa, bunun yolu, hedeflerimizi liberalize etmek değil; devrimciliği halkın diline çevirmek, sistemle çelişmeleri anda görünür kılmak ve nihai amaçların bugüne denk ilk adımlarını somutlayabilmektir.
Hatırlanacak olursa, Direniş Komiteleri, cephesel örgütlenmenin örgütsel alt birimleriydi; halk iktidarı organlarının nüveleri, bugünden atılmış ilk adımlarıydı; halkın günlük diline çevrilmiş mücadele zeminleriydi.
Direniş Komiteleri’ndeki an-gelecek tutarlılığına benzer bir tutarlılığa, yani hem anlaşılır olmaya hem de stratejik ufukla çelişmemeye ihtiyacımız var. Cumhuriyet, bu konuda uygun değil tuzak bir kavramdır; sanıldığının aksine, kapsayıcı değil perspektif bozucudur, daraltıcıdır.
*Kitleselleşme veya halka gitme adına da olsa Gezi, bizleri kimilerinin yaptığı gibi kolaycılığa, varolana yedeklenmeye (veya hazırı tüketmeye) sevk etmemelidir.
Ortada bir dil veya iletişim kopukluğu varsa, bunun giderilmesine uğraşılmalıdır; ama bunun yolu yakalanan bir dinamiğin fetişizminde stratejik ufku boğmak değil, anla o ufuk arasındaki bağı güncellemektir; günlük dile çevirip görünür kılmaktır.
Kapsamlı düşünüldüğünde görülecektir ki Direniş Komiteleri, baş çelişmenin yaşam alanlarındaki karşılığına işaret eden ve ona uygun yerel/asgari programların uygulanmasına göre şekillenen bir araçtı. Hedeflerini, o günün düzen partileriyle karşıtlık üzerinden değil, sisteme yönelik görü nür çelişmeler üzerinden şekillendirdi.
Pragmatizm, geleceği ana feda eden, yöntemsizlikle malul bir duruştur.
Gezi, tüm olumlu niteliklerine rağmen, bir yanıyla da kendiliğindenci nitelikler taşıyan ve sisteme bir başka noktadan dönmeye elverişli bir hareketti; yani tek başına yeterli olacak bir nitelikte değildi. Bu nedenle Gezi’yle ilişkilenme biçimi yedeklenme, eklenme değil, nitelikleri ortaklaştırma olmalıdır. Bu konuda düşülen hataların özünde pragmatizm yatmaktadır.
Devrimciler, Gezi gibi süreçlerin hem mayalayıcısı hem de sisteme öykünmeden yol almanın yani programatik duruşun dolayısıyla da devamlılığın güvencesidir. Bu temel niteliklerin kitleselleşmeye veya Gezi’yle empati kurmaya engel görülmesi/sanılması, bir özgüven problemine işarettir.
Gezi bağlamlı olarak öne çıkarılan “meydan” vurgusu; mücadelenin gösterici, protestocu (dolayısıyla kendiliğindenci) bir sınırlılıkta anlaşılmasına sebep olmamalıdır.
Aslında Gezi, önemsenmesi ve bir kazanım olarak kayda geçirilmesi gereken niteliklerinin yanında, mücadeleyi meydana çıkıp gösteri yapmaktan ibaret gören bir algıyı da beslemiştir. Mücadelenin çok alanlı ve çeşitli olması, bu çeşitliliğin birbirini tamamlayan bir bütünsellik gerektirmesi, yani birinin diğerini yadsımaması, başarının koşuludur. Belki bu, bir yanıyla da devrimci önderliğin sorunudur; ancak Gezi’nin devamında dışa vuran, protestoculukla sınırlı (kalıcı olmayan) mücadele tarzlarıyla yetinme eğiliminin aşılması hepimizin sorunudur.
Son dönemlerde moda haline gelen ve pek çok yapıyı etkisi altına alan (Feminizm, dinci faşizm, laikliğin daraltılmış yorumu vb) kavram ve yönelimlerin büyük çoğunluğunda pragmatizm ve yedeklenmenin izleri görülüyor. Gerçekte, asgari program yerine azami programı geçirmek/dayatmak nasıl yanlışsa, asgari program adına temel öneme sahip “faşizm, demokratikleşme vb” kavramlardan vazgeçmek veya onları liberal olanlarla ikame etme ihtiyacı duymak da yanlıştır.
*Laiklik, otoriter muhafazakârlığın karşıtı değil, demokratikleşmenin bileşenlerinden biridir.
Laiklik kavramının devlet tarafından, kimi toplum kesimlerinin inançlarının baskı altına alınmasında kullanıldığına pek çok biçimlerde tanık olduk. Ayrıca yaratılan laik-antilaik ikilemi, sınıfsallığı gizleyen kısır bir kutuplaştırma işlevi görmüştür. Bu nedenle, bu kavrama yer verilirken, egemen kullanımla aradaki farkın anlaşılır biçimde vurgulanmasına (inanç özgürlüğü anlamında) özen gösterilmelidir.
Laiklik konusunda yaşanan problemlerin demokratik devrimin tamamlanmamış olmasıyla doğrudan ilintisi vardır. Demokratik laiklik, tüm din ve mezheplerin güvenceye alınmasını, inanç ve ibadet özgürlüğünün önündeki tüm engellerin kaldırılmasını gerektirir.
TC devleti laik değildir. Öncelikle yanıltıcı, daraltıcı laiklik tanımına müdahale edilmeli ve laikliğin doğru uygulanması halinde dinin, inanan ile inanılan arasında bir ilişkiye dönüşeceği ve devletin ideolojik aygıtı olmaktan çıkarılmış olacağı bilinmelidir.
Emperyalizmin 3. bunalım döneminde toplumdaki değer yargılarına müdahale edildiği, emperyalizmin çıkarlarına göre yeniden yorumlanıp biçimlendirildiği bir süreçte AKP, Sünni İslam’ın ilk çıkış dönemine ait değerlerini ters yüz edip, tekelci burjuvazinin en acımasız, en saldırgan politikalarına geniş kitleleri yedekleyebilmenin bir aracı olarak kullandı. Öne çıkardığı dini motiflere ve yapmış olduğu örgütlenmeye karşı çıkılmasını dine karşı çıkmakla özdeşleştirerek, geleneksel tabanından çok daha geniş bir kesimi arkasına almayı başardı.
Bugün artık, Sünni İslam’ın en gerici yorumu, AKP eliyle, faşizme kitle tabanı yaratılmasına araç olabilecek şekilde halka dayatılmakta, bunun dışında hiçbir inanç kesimine kendini ifade hakkı tanınmamaktadır.
Sünni vatandaşların inancı da istismar edilerek, en gerici yorum eşliğinde kendisi gibi düşünmeyenin düşman kategorisinde sayıldığı bir kutuplaştırma yaratılmakta ve bu iklimin etkisine sokulabilen kitlelerin faşizme yedeklenmesi sağlanmaktadır. Böylece faşizme yedeklenmeyen inanç kesimlerinin devlet eliyle daraltılıp itibarsızlaştırılması yoluna gidilmekte, kendilerini ifade etme, inançlarını yaşama ve kültürlerini geliştirme şansı bırakılmamaktadır.
Gerçekte demokratik laiklik, özgürlük ve eşitliği de içerir. Devletin tüm inanç kesimlerine karşı eşit mesafede durmasını ve dine bireysel özgürlük temelinde yaklaşmasını gerektirir.
Bu bağlamda devletin laik olmadığı vurgulanmalı, AKP eliyle yürütülen ayrıştırıcı, dışlayıcı ve darlaştırıcı politikalar teşhir edilmeli; inanç özgürlüğü, kardeşlik ve dayanışma motifleri öne çıkarılmalıdır.
Zorunlu din dersi uygulamasına, Diyanet İşleri’nin ve İl Müftülükleri’nin varlığına karşı çıkılmalı, bu konuda hem teşhir hem de bilinçlendirme faaliyeti yapılarak devletin/AKP’nin yüzü açığa çıkarılmalıdır.
Laikliğin gereği olarak, inanç gruplarının kendini ifade etmesinin ve ibadetini gerçekleştirmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalı; bu konudaki asimilasyon ve tasfiye girişimlerinden vazgeçilmelidir.
* Gerçekte azami programın konusu olan ve belirli bir soyutluk halinde ifade edilen emperyalizm, asgari programda somutlanarak ele alınmalıdır.
Emperyalizme karşı mücadelenin siyasal hedefler içinde sayılması doğru ve gereklidir. Ancak, dikkatle bakılırsa görülecektir ki bu konuda sıralanan 3 madde, bir azami programda yer alıyormuş gibi ifade edilmiş; güncel yaşamda halkın yüzleşmediği, karşısına somut olarak çıkmayan noktalardan ele alındığı için soyut kalmıştır. Halbuki asgari programda emperyalizm, yaşamın içinde halkın her gün karşılaştığı somut olgular üzerinden ifade edilmelidir. Aksi takdirde, örneğin sürece stratejik bir ufukla bakmayan kimi katılımcılar, metinde geçtiği biçimiyle bir antiemperyalist mücadeleye karşı çıkabilir. Bu nedenle antiemperyalist mücadeleyi, devrimin stratejik hedefi olabilecek amaçlar üzerinden açıklamak yerine, hemen herkesin güncel yaşamında yeri olan boyutlarıyla ele almak gerekiyor.
Yeni sömürgeciliğin, derinlemesine sömürü gibi emperyalist kültürün derinlemesine yayılması anlamına da geldiği gerçekliğinden hareketle, yaşamın kılcallarına dek uzanan sömürgeciliğe dikkat çekmek, güncel program açısından daha anlamlı olacaktır.
Emperyalizme karşı mücadele, günlük dile çevrilmeli, işgal görünür kılınmalıdır.
Emperyalizm, yeni sömürgecilikle beraber içsel bir olgu haline gelmiş olsa da ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel her boyutta derinleşip kökleşmesi zaman aldı. Bugün artık kökleşme, kanıksamayı da beraberinde getirmiş; genel boyutuyla varlığından haberdar olunsa da emperyalizmin ne olduğu, nerede olduğu, dolayısıyla ona karşı nasıl mücadele etmek gerektiği daha zor ve karmaşık bir konu haline gelmiştir. Bunun için öncelikle derinliğine sömürü ve derinliğine işgal demek olan yeni sömürgeciliğe dikkat çekmek gerekiyor. Bu da yeni sömürgecilik ilişkisini doğru anlamayı gerektiriyor.
Yeni sömürgeciliği doğru kavrarsak, bugünkü tezahürünü de doğru kavrarız; emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmesinin sendikalar, dernekler, vakıflar aracılığıyla da olduğunu, iktisadi ve siyasal işgalin yanında kültürel ve ideolojik işgalin de yaygınlaştığını görür, anlarız. Bunu anladığımızda, yeni sömürgecilik ile Balkanlaştırma arasında bir bağ olduğunu, toplumsal dinamiklerin ehlileştirilerek sisteme yedeklenmesi sürecinin de yeni sömürgecilikten bağımsız olmadığını anlarız.
Bugün artık emperyalizm Türkiyeli egemenlerle o kadar iç içe geçmiş durumda ki, içinde bizzat yer almadığı hemen hiçbir üretim ilişkisi kalmamıştır. Geçmişte şu veya bu oranda yerli malını yerli olmayandan ayıran kıstaslar vardı. Bugün böyle bir ayrım yapmak fiilen olanaksız hale gelmiştir. Günlük yaşantımıza girmiş hemen hiçbir ürün yoktur ki, üretiminden pazarlanmasına kadar hemen her aşamada emperyalizm bir bileşen olarak varlık göstermesin. Benzer şekilde e mperyalizm, sadece coğrafyayı değil insanı, insanın beynini ruhunu işgal etmiş, girmediği hemen hiçbir alan kalmamıştır.
Emperyalizmin dünya ölçeğinde kurduğu hegemonya dışında, emperyalist tekellerin finansal, teknolojik vb. desteğini almadan kapitalizmin var olma şansı kalmamıştır. Ekonomik kontrolün yanında, siyasi iktidarların emperyalist tekellere nasıl bağlı olduğu (dikkatli bakıldığında), en basit politikaların bile onlar tarafından şekillendirilmesinde izlenebiliyor.
Emperyalizmin görünür kılınması ve teşhir işlemi, NATO üsleri veya askeri sözleşmelerden çok insanların doğrudan muhatap olduğu örnekler üzeriden yapılmalı; işçi maliyetlerinin düşüklüğünün de işsizliğin de emperyalizmle ilintisi somutlanmalıdır.
Emperyalizmin niteliğinin daha kolay görüldüğü alanlardan biri de bölgeye müdahaleleridir. Hem bu müdahalelere hem de siyasal iktidarın emperyalizmin bölge politikalarına yedeklenmesine, kurulan taşeronluk ilişkisine karşı çıkılmalı; bölge halklarıyla enternasyonal bağları gözeten bir dayanışma içinde olunmalı, teşhir ve mücadele bir arada yürütülmelidir.
Emperyalizmin en kapsamlı saldırılarından biri de tarıma yöneliktir. Ülkemizde geleneksel tarım olan ve ürün çeşitliliğini sağlayan küçük üretimin tasfiyesine yönelik müdahaleler devam ediyor. Son olarak birbirine bitişik tarım arazilerinin birleştirilmesine yönelik olarak çıkarılan yasa da bu kapsamdadır; emperyalistlerin bölgeye ilgisini arttırıp geleneksel tarımı yok etmeye yönelik bir adımdır. Kaşla göz arasında çıkarılan ve gündemleşmemesine özen gösterilen bu yasalar-müdahaleler teşhir edilmeli, emperyalizmin insan sağlığını tehdit eden GDO’lu ürünlerine de yerel/gerçek tohumların tasfiyesine de karşı çıkılmalıdır.
Yeni sömürgecilik, aynı zamanda emperyalist kültürün derinliğine yayılması, eğitimden sanata kadar bu alandaki hemen her faaliyeti belirlemesi, yozlaşmanın ve değersizleşmenin yukarıdan aşağı dayatılmasıdır. Yozlaşmaya karşı durulurken bu nedenler mutlaka teşhir edilmeli; mücadele, halkın öz değerlerini koruyan ve alternatif kültürü geliştiren çalışmalar eşliğinde yürütülmelidir.
* Emeğin, toplumun çıkarlarını savunmak için demokratik kamuculuk; günümüze uygun bir öneri midir?
Söz konusu bölümde çözüm olarak önerilen demokratik kamuculuğun, kısaca KİT’lerin yeniden kamulaştırılması anlamında kullanıldığı görülüyor. Halbuki özelleştirilmesine, devamında sebep olacağı hak kayıpları nedeniyle karşı çıksak da KİT’ler, üzerinden çözüm üretilebilecek kuruluşlar değildir.
KİT’ler, farklı/özel tarihsel ve ekonomik koşullarda ortaya çıkmış kurumlardır. Çeşitli işlevlerinin yanında, yeni bir sınıf olarak burjuvazinin yaratılması için gerekli olan kaynak aktarımında bir aracı olarak kullanılmıştır. Bu işletmelerde üretilen ürünler, desteklenmekte olan firmalara devlet eliyle kaynak olarak aktarılmıştır. Örneğin kömür, demir vb.nin halka satışı ile fabrikaya satışı arasında daima fark olmuştur. Bu şekilde aktarılan kaynaklarla burjuva sınıfı yaratılmıştır. Türkiye’de özel gayretlerle yetiştirilen burjuva sınıfı, daha başlangıçta devletle iç içe olmuştur.
Bugün, 3.bunalım döneminde, emperyalizmin sistemin bütününe egemen olduğu bir süreçte, ekonomik yaşamın yeniden devlet eliyle düzenlenmesini istemek, “emekçilerin demokratik üretim, denetim ve yönetimi ” nden bahsedilse de emperyalizmin sınıfsal niteliğini, ülke ekonomisindeki yerini ve tekelleşmede gelinen aşamayı yadsımak anlamına geliyor. Yani, günümüz koşullarında “kamuculuk” gerçekçi bir öneri değildir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında ekonomik hayatın %80’nini bu sektörler oluşturuyordu. 1929’daki dünya kapitalizminin krizi, devletin ekonomide daha da yoğun bir şekilde yer almasına yol açtı. Bu, hızlı bir sanayileşme aracı olarak da kullanıldı. 1960’lara gelindiğinde KİT’lerin ekonomik yaşam içindeki yeri %60’lar civarındaydı. Ama o tesislerin bugünkü işlevine bakıldığında, mevcut ekonomi içinde ancak %10’lar civarında bir kapasiteyi karşıladığı görülüyor. Yani artık
ekonomide bunun önemli bir işlevi veya belirleyiciliği yok.
Tam da bu nedenle bugün, bu tesisleri tekrar kamulaştırıp orada demokratik bir iş yaşamı kurmayı düşünmek yerine, henüz devlet kontrolünde olan KİT’ler dahil bütünüyle iş yaşamındaki demokratikleşmeyi savunmak; önüne iş güvenliği, grev hakkının uygulanması vb. dahil emekçi sınıfların ekonomik demokratik haklarını kazanmayı öngören bir mücadele ve örgütlenme hedefi koymak daha doğrudur.
Bütünüyle güvencesizlik demek olan taşeronlaştırmanın hemen her alana yaygınlaştırılmakta olduğu günümüz koşullarında, kazanılmış olanı korumak ve sahip olunmayanı talep etmek bağlamında söylenecek çok söz ve güncellenecek pek çok mesele var. Bu çerçevedeki işsizleri de kapsayan acil talepler, doğru ifade edildiğinde emekçi kitlelerde hızla karşılık bulur.
İş yaşamında mevcut gidişatı özetleyen en güncel ve kapsamlı kavram taşeronlaştırmadır.
Bütünüyle güvencesizlik demek olan taşeronlaştırma, sömürünün yoğunlaşması ve niteliksiz iş gücünün yaygın biçimde kullanılmasıdır. Niteliksiz iş gücünün daha yoğun kullanılması, toplumsal birçok soruna ve olumsuzluğa davetiye çıkartılması demektir. Bu aynı zamanda ucuz işgücüdür, temel neden değilse de iş kazalarını arttıran bir faktördür. Bu bağlamda Taslak Program’daki “ Taşer onluk sistemi koşulsuz kaldırılmalıdır ” ifadesi doğru ve gereklidir. Yakın vadede sonuç vermese de çalışan kesimlerin en yakıcı problemlerinin kaynağını teşkil ettiği için, yoğun katılımın sağlandığı aktif bir mücadeleyle geriletilebilir.
Türkiye’de iş yaşamı, sıkça iş cinayetleri üreten bir düzeydedir. Bu konuda hemen hiçbir önlem almayarak işveren önemli bir maliyet girdisinden kurtulmuş oluyor. Tabii bu pervasızlıkta patronun karşı bir tehdit hissetmiyor olmasının da rolü vardır. İş cinayetleri, öne çıkarılmalı, Taslak Program’daki “işçi güvenliği işçi örgütlerine devredilmelidir” ifadesi “iş güvenliği işçi örgütlerinin denetimine verilmelidir” biçiminde düzeltilmelidir. Yani güvenliği bizzat işçi örgütünün alması yerine, güveliği alanı denetlemesi daha gerçekçi olur.
Programdaki “İşçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır” ifadesi, “örgütlenme özgülüğünün önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır” biçiminde değiştirilebilir veya salt işçiyle sınırlı olmayan daha kapsamlı bir ifade kullanılabilir.
Yasalarda grev hakkı bulunsa da uygulamada bu hak, erteleme, işten çıkarma tehdidi vb yöntemlerle büyük oranda önleniyor veya boşa çıkarılıyor. Bu bağlamda bu hakkın kullanımının önündeki engellerin kaldırılması talep edilmeli, mücadelesi verilmelidir.
Anayasada güvence altına da alınmış olan sosyal güvenlik hakkı, örgütlenme, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı, ücret hakkı, dinlenme hakkı, iş sağlığı ve güvenliği hakkı ve işsizlik sigortası, angarya yasağı vb. hakların bugün çeşitli biçimlerde gasp edilmiş ve fiilen boşa çıkarılmış olması, hemen tüm çalışan kesimlerin sorunudur. Bu sorun, muhatap kitlenin anlayacağı şekilde net ifadelerle ortaya konmalı, daha ileri kazanımlar için mücadelenin iş yaşamının bütünüyle demokratikleştirilmesi perspektifiyle ele alınmasının önemine vurgu yapılmalıdır.
* 7. sayfada IV numaralı başlık altında kullanılan “otoriter muhafazakarlığın kurumsallaşması tehdidine karşı laiklik ” ifadesi, AKP’nin salt muhafazakar-dinci bir yapı olarak anılması eğilimini güçlendiriyor.
“Otoriter muhafazakârlığın kurumsallaşması” ifadesi yerine, muhafazakârlığı da kapsayan “faşizmin kurumsallaşması” ifadesinin kullanılması, daha uygun olacaktır. Aslında AKP’nin neden “toplumun %99’unun Müslüman olduğu” ibaresini öne çıkararak bir politik hat oluşturmaya çalıştığı üzerinde düşünmek gerekiyor.
Gerçekte toplumu bu şekilde, sadece dinsel inançlarıyla tanımlamak, emperyalizmin yaygın politikasıdır. Bu tanımın içinde sınıfsal bütün farklar yok oluyor. Toplumun %99’u Müslüman olduğunda, bunun birliğini sağlamak adı altında sınıf uzlaşmacılığı savunuluyor ve tabii ki farklı inanç grupları da baskılanmış oluyor. Bu, yalnızca AKP’nin değil, emperyalizmin/faşizmin başvurduğu bir araçtır; toplum içindeki sınıf çelişmelerini örtbas etmek, gözden kaçırmak için kullanılan bir motiftir.
Bir taraftan “toplumun büyük çoğunluğu Müslüman’dır” denilerek o kapsam içinde sınıfsallık eritilmeye çalışılıyor; diğer taraftan toplum Müslümanlar, Müslüman olmayanlar, dinliler, dinsizler vb. biçiminde bölünüp etkisizleştirilmeye çalışılıyor. Laiklik, böylesine kapsamlı bir saldırının karşılanması için yeterli bir tanım/zemin değildir; daha kapsamlı bir karşı duruş tarif edilmeli veya laikliğin demokratik devrimdeki yerine daha net vurgularla yer verilmelidir.
*8. sayfanın ilk paragrafındaki “Alevilerin inanç, kültür ve siyasal hakları kayıtsız koşulsuz tanınmalı ” ifadesinin “Aleviler dahil tüm inanç grupları…” diye değiştirilmesi daha kapsayıcı olur.
* 9. sayfada 23 sayılı paragrafta “LGBTİ ve çocuk cinayetleri de hızla artmakta, fail ve katiller hak ettikleri cezalara çarptırılmamaktadır, ” denilmektedir.
Bu vurguyu yadırgadığımızı ifade etmeliyiz. Cezaya bu denli anlam yüklemek, ceza yükseldikçe çözüm olur diye düşünmek, alternatif bakış açısına sahip olanların ölçüsü olmamalıdır.
Devrimcilerin yapması gereken, kimlik siyaseti zemininde oluşmuş yapıların ürettikleri (sorunun özüne inmekten uzak) günübirlik çözümleri programlarına olduğu gibi almak değil, güncel ihtiyaçlar dahil her konuda ortaklaşılabileceğini, devrimci zemin ve kavrayışın buna uygun olduğunu anlatmak ve buna denk öneriler geliştirmektir. Kimlik ekseni dahilinde bir duruşa sahip (Kürtler, Feministler vb dahil) kesimlere bir anda sınıfsal bakış açısı kazandırılamayacak ise de, kimlik siyasetinin ayrıştırıcı niteliği dikkate alınarak hareket edilmeli, ortak noktalar öne çıkarılarak birlikte hareket imkanları artırılmalıdır.
* Muhalefet Hareketi, kuruluş amaçları ve tanımı gereği, sol yapılar arasında yaşanan sorunlarda da çözüm üretmek üzere sorumluluk üstlenmelidir.
Genelde halk içinde özelde sol yapılar, grup ve bireyler arasında bir dizi sorun yaşanabiliyor. Bu sorunlar lokal de kalsa, sorunun muhatabı yapıların adıyla da anılsa sonuçta tüm solu bağlamakta, güven yitimi ve teşhirin çapı sanılandan da büyük olmaktadır.
Muhalefet Hareketi, halk kesimlerinin ve dost yapıların farklarına rağmen bir arada yaşam
sürmesine dair örnek oluşturan bir yapılanma olmalı; ortaya çıkan sorunların çözümü ve tekrarının önlenmesi için sorumluluk üstlenmelidir.
Solda bugün en yakın siyasal yapılar bile ayrı durmakta, uzlaşmamakta, ortak kültür ve refleksler oluşturmamaktadır. Halk kesimleri için de benzer bir durum söz konusu. Halk kesimleri zaten ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı merkezi politikanın baskısı altında bulunuyor.
Devrimciler gerçekte birliği mayalama ve dayanışma eğilimlerini geliştirme potansiyeline sahip güçlerdir. Ancak bugün böyle bir bütünlüğü kendi aralarında sağlayamadıkları gibi halk içi çelişmelere de uygun çözümler geliştiremiyorlar.
İşte bu koşullarda gündeme gelen Muhalefet Hareketi, bir taraftan kendi örgütlülüğünü geliştirirken diğer taraftan halk içindeki ve sol yapılar arasındaki çelişmelerin çatışmalara dönüşmeden çözülmesi yönünde sorumluluk üstlenmelidir.
*Faşizmin, toplumun kılcallarına dek yayıldığı, kurumsallaşıp kökleşerek taban oluşturduğu, saldırganlığını çeşitli biçimlerde artırdığı bu koşullarda, faşizme karşı mücadele de Muhalefet Hareketi’nin hedefleri arasında yer almalıdır.
Belki, programdaki 6 madde zaten faşizme karşı mücadeleyi ifade ediyor denecektir. Ancak faşizmin bu denli kurumsallaşıp saldırganlığını artırdığı ve toplumun büyük kesiminin bu saldırıların doğrudan muhatabı olduğu koşullarda, antifaşist mücadele vurgusuna ihtiyaç var gibi görünüyor.
Faşizm, tekelci burjuvazinin egemenliğini baskı ve zor temelinde sürdürme tercihidir. Çeşitli yapısal zorunluluklar eşliğinde bu tercihin kurumsal, kalıcı biçimler aldığı bizim gibi ülkelerde; toplumsal muhalefeti baskılama, yönlendirme, kontrol altına alma vb. nedenlerle başvurulan araç ve yöntemler alabildiğine çeşitlilik gösterir ve ihtiyaca göre güncellenir. Bu bağlamda,sistemin günlük yaşamdaki dışavurumu ile faşizm arasındaki bağı görünür kılmak, faşizme karşı mücadelede başarının olmazsa olmaz koşullarından biridir.
Son olarak AKP eliyle yapılan güncellemeler, faşizmin açık icrasına denk biçimler aldı. Ve
bu güncellemeye bağlı olarak, oligarşinin beklentileri bağlamında ihtiyaç duyulan her yasa çıkarıldı, daha önce çeşitli biçimlerde kazanılmış hemen tüm haklar tırpanlandı. Kuvvetler ayrılığını da yok sayan bu fütursuzluk, gerçekte kriz koşullarındaki sermayenin ihtiyacıdır. Bunun Cemaat’e yönelik bir düzenlemeden ibaret olduğunu sanmak veya bu bağlamda oligarşi içinde büyük çelişmeler aramak yanıltıcı olur. Sanıldığının aksine bugün AKP, Cemaat karşıtlığını da kullanarak geleneksel sermaye kesimleriyle de uzlaşmış durumdadır. Emperyalizmin Ortadoğu’daki saldırgan politikalarının gerektirdiği taşeronluğun Türkiye’deki izdüşümü faşizmdir; ölçüsüz ve dizginsiz saldırıdır. Emperyalizmden Türkiye oligarşisine uzanan bu işbirliği ve çıkar ilişkisi, bir liderin veya partinin değil egemen sınıfların ihtiyacıdır, dolayısıyla öznel değil sınıfsaldır.
Bir taraftan kurumsallaşan diğer taraftan kitle tabanı yaratarak yaygınlaşan faşizm, kullandığı ideolojik motiflerle değil sınıfsal niteliğiyle ele alınmalıdır. Dinden futbola, ırkçılıktan milliyetçiliğe kadar pek çok aracı kullanarak kendine taban oluşturan faşizmin, bu öğelerle değil hangi sınıfların ihtiyacı olduğuna bağlı olarak anılması, adlandırılması Marksist kesimlerde geleneksel bir ölçüdür. Bu bağlamda, şiddetin miktarına değil hangi sınıfın şiddeti olduğuna bağlı olarak Dimitrov tarafından yapılan tanımlama, AKP için de geçerlidir.
Faşizmin bu kapsamlı saldırısını engellemenin öncelikli yolu, halk güçlerini bölen, direnişini zayıflatan her türlü eğilimle mücadele etmek; halk içinde farklılaşma, kutuplaşma ve ayrışmaya yol açan dayatmaları boşa çıkarmak ve halk içi çelişmelerin uzlaşmaz noktalara gelmeden çözümü için rol almaktır. Bu yapılabildiği yani etnik, dini, cinsel vb kimlikler ayrı durma gerekçesi olmaktan çıkarılabildiği ölçüde, halkın bir ortak güç olarak sistemin karşısına dikilmesi olanaklı hale gelir.
Faşizmin, en küçük demokratik talebe bile tahammülü olmayan, her türlü talebi şiddetle bastıran bir rejim olması, direnmenin olanaksızlığı fikrini beslememeli, aksine toplumdaki hiçbir tepki yüzeysel basit olarak algılanmamalı, en küçük birimlerdeki direnme eğilimleri dahi önemsenerek güçlendirilmeli, ortaya çıkan kendiliğindenci hareketler, içinde yer alınarak doğru hedeflere yönlendirilmelidir.
Halk kesimlerinin en geniş zeminde ve çeşitlilikte faşizme karşı mücadeleye katılımını sağlamanın yollarından biri de, yaşamın hemen her kesitinde karşımıza çıkan sorunlarla, muhatap edildiğimiz engellerle, uğradığımız baskı ve saldırılarla faşizm arasındaki bağı görünür kılmaktır. Bunun için, sistemin ve araçlarının tarifi de, geliştirdiğimiz taleplerle beraber mücadele araç ve yöntemleri de günlük dile çevrilebilmeli, anlaşılır kılınmalıdır. Bu, bir trafik kazası, bir binanın çökmesi, kültürel bir hoyratlık, bir fiyat artışı veya dini dayatma vb olabilir; olgunun dışa vurduğu anla sistem arasında bağ kurulabilmeli, hem teşhir edilmeli hem de alternatif gösterilebilmelidir.
Faşizm, yalnızca çıplak zor ve saldırganlık değildir; halk içi farklılıkları ve çelişmeleri kaşıyarak büyütmek, ayrıştırıp yalnızlaştırmak da faşizmin başvurduğu yöntemlerdendir. Bu nedenle, bir taraftan ayrımcılık içeren her türlü yasa ve uygulamaya karşı çıkılmalı, diğer taraftan halk içi çelişmelerin uzlaşma temelinde çözümü için, hem bilinçlendirici hem de fiili rol alınmalıdır.
Faşizme karşı demokrasi mücadelesi bir devrim sorunudur. Ancak bunun güncel gerekleri de vardır. Örneğin faşist bir yasa, bir yönetmelik bugünden yarına kaldırılamıyorsa da geriletilmesi ve uygulanamaz hale getirilmesi sağlanabilir. Güncel-asgari program ile azami program arasındaki ilişki bu şekilde kurulabildiğinde, hem programatik tutarlılık sağlanmış hem de mücadele gerçekçi talepler üzerinden yürütülmüş olur.
Rejimi değiştirmek, faşizmi yok etmek bugünden yarına mümkün değilse de, faşizme kitle tabanı oluşturan her türlü gericiliğe, yanıltıcı-yönlendirici olgulara karşı mücadele edilebildiği, halkın çıkarlarının faşizme yedeklenmekten değil faşizme karşı durmaktan geçtiği anlatılabildiği oranda, rejimin uygulamaları geriletilebilir, kitle tabanı daraltılabilir.
* 3. sayfada “AKP hükümeti, toplumda kutuplaşmalara neden olan, toplumsal çatışma dinamiklerini harekete geçirme riski içeren birçok temel sorunda… ” (abç) deniliyor.
Burada kast edilen Kürt sorunu ve Alevi sorunudur. Hâlbuki egemen müdahalelerin, kışkırtma ve kutuplaştırmaların olmadığı yerde halkların tüm farklarını sorunsuz biçimde yaşadığı genel kabul gören bir olgudur. Buradaki “kutuplaştırmalara neden olmak”, “risk içermek” ifadeleri anlatılmak istenenden öte bir anlam ifade ediyor. Gözden kaçmış olsa gerek.
SONUÇ YERİNE
Birlik olgusu bir ihtiyacın ürünüdür.
Eğer insanlar birlik olmaya ihtiyaç duyuyorsa, bunun yöntem ve araçlarını yaratırlar. Türkiye’de 70’li yılların özellikle ikinci yarısında, antifaşist mücadelenin hayatın her alanına yayıldığı koşullarda devrimciler, bu ihtiyacın ürünü olarak, düşüncelerindeki farklılığa bakmaksızın faşizme karşı olan herkesle yan yana geldi. İşte Direniş Komiteleri, böyle bir ihtiyaca bağlı olarak hayata geçirildi. Dernek, sendika vb kapalı mekânlarda en sert ideolojik tartışmalara giren kesimler, sokakta faşizme karşı savaşta aynı mevzide yer aldı.
Mücadelenin olduğu yerde dayanışma eğilimi de olur. Ama ortada pratikten uzak, soyut, entelektüel bir tartışma varsa, o tartışmanın birliğe ihtiyacı olmaz. Tersine, soyut tartışmalar ayrıştırıcıdır, ortak tavır geliştirme zemini oluşturmaz. Kaldı ki soyut tartışmalarla bir birlik oluşturulsa dahi bu suni olur ve hayatta hiçbir karşılığı, fonksiyonu olmaz.
Türkiye’de siyasal ayrışmaların en güçlü olduğu yıllar 68-70 arasıdır. Bu süreçte, reformist bir çizgide olan veya Kemalist devleti destekleyen bir soldan, Marksizm’in en ince detaylı konularını irdeleyip buna göre ayrışan bir sola, devrimci bir zemine geçiş yaşandı. THKP-C çizgisinin oluşumu sürecinde gündeme gelen ayrışma ve netleşmeye benzer kapsamda bir süreç, Türkiye’de sonraki süreçlerde yaşanabilmiş değildir.
O günün temel siyasal eğilimlerini ifade eden hareketler, devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzlarıyla gerçekten farklı yapılardı. Ama siyasal pratiğin örgütlenmesine gelindiği zaman, bu farklı yapılar bir araya gelebildi. Kısacası, bir yerde mücadele varsa, mücadelenin birlik, bütünleşme ihtiyacı olur. Yani insanlar, siyasal pratiğin örgütlenmesi için bir araya gelir. Bugün de içinden geçilmekte olan dönemde, emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin güncel gereklerinin tanımlanması ve hayata geçirilmesi bağlamında bir birliğe ihtiyaç vardır.
Türkiye solu, eğer mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda tartışmıyorsa, örgütlenmesini bu zeminde geliştirmiyorsa, her zaman için ayrışır. Her tartışma ayrışmayı getirir. Bu aynı zamanda öznelliğin mücadele ihtiyaçlarının yerine geçmesidir. Küçük problemlerin büyük çatışmalar ve ayrılıklar doğurmasının sebebi budur.
Tam da bu bağlamda diyebiliriz ki siyasal yapılar, aralarındaki farklar yerine mücadelenin birliğini öne çıkarttıkları sürece sol içi çatışmalar yaşanmaz. Sol içinde çelişmeler olur ama bunlar uzlaşır çelişmelerdir, doğru bir yöntem kullanılırsa çatışmaya dönüşmeden çözülebilir. Siyasal pratiğin güçlü olduğu yerlerde, pratik zaten devrimci sorumluluk çerçevesinde bir çözümü zorlar. Asıl mesele pratiğin çok düşük düzeylerde seyrettiği veya durma noktasına geldiği zeminlerde de bu sorumluluk bilinciyle hareket etmek, tartışma zeminleri dahil hiçbir alanda öznel ihtiyaçları mücadele ihtiyaçlarının önüne geçirmemektir.
Bugüne kadar Türkiye’de temenni edilen türde bir birlik yaratılamadı. Bunda örgütlülüklerin zayıf, siyasal pratiğin düşük olması etkili oldu. Birlik çağrıları da tartışmalar da mücadelenin ihtiyaçlarından uzak soyut zeminlerde yaşandı veya mücadelenin bütünlüğü yerine bir kesimin konjonktürel ihtiyaçları öne çıkarıldı. Bu nedenle çoğu kez birlikler ya sonuçsuz kaldı ya da başlangıç noktasından daha geriye düşüren ayrışmalara sebep oldu. Birliğe, ortak harekete olan inanç zayıfladı. Bu bağlamda bugün atılacak birlik adımlarının, bu konudaki beklentileri boşa çıkarmama ve yeni hayal kırıklıkları oluşturmama bağlamında sorumlulukları vardır.
Ezilenlerin direnmek dışında bir koşulu kalmamıştır.
Bugün artık dünya ve ülke koşulları, hiçbir şeyin eskisi gibi gitmesinin mümkün olmadığı bir noktaya kadar gelmiş durumda. Ezilenler teslim olsa dahi saldırılar durmayacaktır; emperyalizmin saldırılarına karşı direnmek dışında bir yol kalmamıştır. Bu mücadele aynı zamanda değerlerini, kimliğini koruma mücadelesidir; başarı için, aynı konumda olan tüm kesimlerle beraber yürütülmesi bir zorunluluktur. Dolayısıyla bugün mücadelenin ihtiyaçları, birlikte hareketin imkanlarını büyütmeyi başka bir dönemle kıyaslanmayacak boyutta kaçınılmaz kılıyor.
14 Eylül 2014
DEVRİMCİ HAREKET