Devletin Türkiye Kürdistanı’ndaki saldırıları sebebiyle bir süredir, solda bir çeşit travma hali söz konusu; psikolojik ve duygusal değerlendirmeler politik olanın çokça önüne geçmiş durumda. Bu ruh hali, özgüven problemiyle ve siyasal kavrayış eksiğiyle birleşince, olup biteni anlamayı da doğru yerde saf tutup gerekeni yapmayı da güçleştiriyor. Benzer bir durum Kobanê sürecinde de yaşandı. Rojava’ya gidip PYD’nin yanında savaşmak dışında yapılan her şey, Kobanê için (sözlü-yazılı veya fiili) destekler bile memnuniyetsizlikle veya itibarsızlaştırıcı saldırılarla karşılandı.
Doğrudur, olağanüstülükler olağanüstü tutum ve davranışları beraberinde getirir. Ne var ki günümüz koşularında artık mücadelenin olağan denebilecek seyri yok. Her an bir olağanüstülükle karşı karşıyayız. Veya katliamlar bile olağanlaşmış durumda. Gerçekte bu, bir yeni dünya düzeni gerçekliğidir ve kimi coğrafyalarda daha keskin görünümler arz etse de dünya ölçeğinde sınıflar arası ilişki ve çelişmelerin yeniden tanımlanmasının ifadesidir.
Durum böyleyken Türkiye soluna, gelişmelere programatik bir bütünlük içinde, psikolojik değil politik olarak bakmak ve buna uygun fikri-fiili müdahaleler yapmak gibi bir sorumluluk düşmüşken, büyük oranda bunun tersi yapılmış; zorunlulukların bilincine varıp irade koymak yerine zorunluluğun esiri olunmuş, yedeklenmek ve günü kurtarmak politik sorumluluğa tercih edilmiştir. Daha açık yazmak gerekirse, Türkiye’nin batı yakasında Kobané için yeni ve farklı cepheler oluşturmak yerine gerçekte kolaya kaçma yoluna gidilmiş, ya yedeklenmeyle ya da sınırlı sayıda insanı Kobanê’ye gönderme gibi fiziki desteklerle yetinilmiştir.
Bugün de Cizre, Sur vb. noktalarda yoğunlaşmış olan saldırılar, duygusal refleksleri veya yalnızca vicdani duruşları değil, sürecin doğru tanımına bağlı olarak birleşik mücadelenin örgütsel ve fiili gereklerinin hızla tamamlanmasını dayatıyor.
Ancak ne yazık ki bugün işaret ettiğimiz türden bir sorumluluk çerçevesinde daha etkili ve sonuç alıcı roller üstlenmek yerine pragmatik, duygusal ve gerçekte asıl sorumluluktan kaçma bağlamında kolaycı duruş veya sübjektif değerlendirmeler, Kürt coğrafyasındaki son saldırılarla ilgili olarak da gündeme gelmiş durumda. Örneğin, Ankara katliamı sonrasında yaptığı “Ölülerimizi burada bırakıp nereye gideyim” başlıklı değerlendirmede, o kanlı meydanda bulunan devrimcileri, yaralılara yardım vb. konularda önem sırasına sokarak yargılamaya kalkışan İnönü Alpat, bugün de aklınca Suriçi üzerinden Fatsa’yı ve Fatsa üzerinden Devrimci Yol’u yargılıyor.
Bunun için, “İnönü Alpat’ın ‘Fatsa sadece Fatsa değildi; Suriçi de sadece Suriçi değildir’ yazısını okumanız yeterli; bu akıl ve yürek çarpılmasına yanıt vermeye gerek yok” da diyebilirdik. Ne var ki içinden geçilmekte olan sürecin oluşturduğu bulanıklık, görüş mesafesini bozduğu için, Fatsa’ya yapılmış bu haksızlığı görünür kılmak istedik.
Hendek meselesi değil sistem meselesi
Bugün Türkiye Kürdistanı’nda ilan edilmiş olan özerklik meselesi, ayrıca çeşitli bağlamlar içinde tartışılabilir; tartışılmalı da. Örneğin biz bunu bir sorumluluk olarak addedip, önümüzdeki süreçte daha kapsamlı biçimde yerine getirmeye devam edeceğiz. Ama çok genel bağlamlarda söylersek, Kürt coğrafyasında yaşananlar bir hendek meselesi değil bir sistem meselesidir. Konjonktürel veya doğrudan Kürt sorunuyla ilintili boyutu olsa da sınıfsal bir perspektifle söylersek, yaşananlar Türk-Kürt çatışması değil devletin halka yönelik topyekûn saldırısıdır; en dinamik halkanın ezilmesi ve onun şahsında tüm halklara gözdağı verilmesidir. Bu, yeni dünya düzeninin Türkiye versiyonudur ve salt Kürtlere yönelik bir saldırı değildir. Dilek Doğan’ın katledilmesi de, Gaziosmanpaşa’da iki devrimci kadının infazı da, Can Dündar’ın tutuklanması da, en küçük bir basın açıklamasının en sert yöntemlerle bastırılması da ve bugün hala görünür kılınamıyor olsa da ayda ortalama 157 işçinin ölüyor olması da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Hatta Ankara Katliamı sonrasında söylediğimiz gibi bu süreç, önümüzdeki 10-15 yılı belirleyecek bir düzenin habercisi olarak okunmalıdır.
Olgulara öznel aynalar tutmak yerine böylesine bütünlüklü bir yaklaşım, Suriçi için de Fatsa’dan kalma değerlerin yaşatılması için de daha doğru ve gereklidir.
Fatsa ve Suriçi arasında zorlama benzerlikler
Bir süredir Fatsa ile Türkiye Kürdistanı’ndaki özerklik ilanı arasında çeşitli açılardan benzerlikler kurulduğunu görüyoruz. Nitekim İnönü Alpat da “Özyönetim ilanına dair eleştiriler, bilelim ki, 70’li yıllarda Fatsa ve dahi Direniş Komiteleri için de yapılıyordu,” diyor.
Bu, belki başlı başına bir tartışma konusudur. Ancak en genel boyutlarıyla söylersek, Fatsa ile bugün sözü edilen özerklik; devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzı açısından temel farklara sahip iki ayrı siyasal perspektifin ürünü olan, dolayısıyla da birbirine hiç de benzemeyen deneyimlerdir. Aynı şey eleştiri konusunda kurulan benzerlik/denklik için de geçerli. 70’li yıllarda gündeme getirilen eleştiriler, bu türden bir aracın devrim programındaki yerini bilmeme anlamında bir çeşit siyasal cahillikti. “Öz örgütlenme+cephesel örgütlenme” yani “Devrimci Yol+Direniş Komiteleri” biçiminde düşünülmüş olan devrim perspektifli duruş, anlaşılamadığı dolayısıyla da Direniş Komiteleri’nin halk savaşındaki yeri ve devrim ufuklu olması kavranamadığı için, “sivil toplumculukla” ve “devrimin reddiyle” suçlanmıştı. Aradan on yıllar geçtikten sonra bugün artık o yapılarda da “halk meclisi” vb. tanımlara rastlayabiliyoruz.
Bugün özerkliğe dair yapılan haklı eleştiriler ise birincisi, salt “ilan edilerek” özyönetimin olamayacağıdır; bu anlayışla 14 Temmuz 2011’de DTK tarafından ilan edilen özerkliğin bugün ilki yok sayılarak yeniden ilan edilmesi bunun göstergesidir. İkincisi, üretim ilişkilerine dokunmadan, mülkiyet ilişkilerinin üzerinden atlanarak girilecek özerklik ilişkisinin olsa olsa “kapitalist özerklik”, yani var olan devletin niteliklerini korumayı varsayan bir “birim” niteliğinde olacağıdır. Bu türden yaklaşımların çözüm olmadığına dair Avrupa’daki Bask, Katalonya deneyimi dahil pek çok örnek söz konusudur. Daha kapsamlı bir yazı konusu olabilecek bu eleştirileri, dün Devrimci Yol’a Direniş Komiteleri bağlamında yapılan eleştirilerle aynı içerikte görmek için, en iyi ihtimalle olgulara üstünkörü bakıyor olmak gerekiyor ki bu da Fatsa’ya hiç de hak etmediği yakıştırmalar yapmayı beraberinde getiriyor.
Fatsa, bir özerklik olmadığı gibi bir “belediyecilik” de değildir
Fatsa, “ilan edilen” değil, hakla beraber adım adım örgütlenen bir alternatifin nüvesi, örnek biçimidir; mevcut sistemle ilişkisi, “özerklik” üzerinden değil bütünüyle alternatif üzerinden kurulmalıdır. Devrimci Yol-Direniş Komiteleri ilişkisi anlaşılmadan, “o da bir çeşit özyönetimdi bu da” denilerek geçiştirilecek, kaba ve şekli benzerlikler kurulacak meseleler değil bunlar. Böyle yapılmasının, ne gelecek Fatsalara ne bugünün Sur’una, Cizre’sine yararı olmaz.
Kürt sorununda demokratik çözümden ne anlaşılması gerektiğini bir başka yazıya bırakarak söylersek; Fatsa, bir özerklik olmadığı gibi bir “belediyecilik” de değildir; Direniş Komiteleri’nin, belediye seçimlerinin de kazanılmasıyla beraber bölgeye has somut bir pratik üretmesi, özgün bir deneyime dönüşmesidir. Bu özgünlük, Direniş Komiteleri’nin farklı bölgelerde farklı işlevler yüklendiğini gösteren Tariş, Yeni Çeltek, Çorum direnişleri için de geçerlidir; devrim perspektifiyle (stratejik ufukla) değerlendirilmeden anlaşılması olası değildir.
En genel anlamıyla Kürt coğrafyasında ilan edilen özerklik, sınıflar mücadelesini yok sayan dolayısıyla da sosyalizme (veya Kürt Hareketi’nin deyimiyle komünal bir yaşama) uzlaşma ekseninde yatay geçişi öngören bir programatik yaklaşımın güncel boyuttaki tezahürüdür. Bugünden salt ilanla, mülkiyet ilişkilerini değiştirmeden sağlanabileceği iddia edilen (varsayılan) bir modeldir. Direniş Komiteleri ise, halk savaşı perspektiflidir. Genelde devrimcilerin özelde Devrimci Yol’un o günkü güç ve imkanlarına rağmen, cephesel örgütlenmenin örgütsel alt birimleri, demokratik halk iktidarının nüveleri olarak düşünülmüştür. Bu nüveler, geliştiği oranda halk komitelerine dönüşecek ve halk savaşçılarıyla eşgüdüm içinde tamamlayıcı rol alacaktır. Doğru anlaşılmayı kolaylaştırmak açısından mesela Nikaragua’da devrime giden yolda rol alan “Sandinist Savunma Komiteleri”ne benzetilebilir.
İşte bu ön bilgilerden sonra diyebiliriz ki 12 Eylül öncesinde yaşanmış olan ve doğru değerlendirildiğinde bugün hala öğreticilikleri devam eden bu pratikleri, bugün kimi çatışmaların biçimsel seyri, şiddeti vb. üzerinden kıyaslamak, işin özünü ıskalamaktır. Gerçekte Fatsa, pek çok insanın, çevre ve yapının ortaklaştığı bir kanaatle, o günden bugüne kalmış en önemli, en onur duyulası deneyimlerden biridir. Uğruna bedeller ödenmiş olan, tutsaklık koşullarında ölümsüzleşen Terzi Fikri’yle anılan ve bugün dünya ölçeğinde halkların öğretici mirası arasında sayılan böyle bir değere, “Fatsa pişmanlığı” yakıştırması yapmak, cahilliğin ötesinde bir siyasal şımarıklıktır.
Yenilgi tartışmalarına gelince, devrimciler vurulunca veya tutsak düşünce değil, sistemi kabullenince yenilir. Tabii ki fiziki yenilgiler de söz konusudur. Ancak fiziki yenilginin telafisi mümkündür, ideolojik ölüm ise yenilginin kalıcılaşmasıdır. Bunca şımarıklık ve ölçüsüzlük bundan olsa gerek…