1 Ekim’de Bahçeli’nin Bakırhan’la tokalaşmasından sonra ülkenin girdiği iklim, diğer tüm gündem konularını ikincil plana düşürdü. Adeta başka bir konu konuşulmaz oldu ama bu konu da sağlıklı biçimde konuşulamıyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Birincisi asıl muhataplar (Kürt hareketi ve bileşenleri) şeffaf değil. İkincisi içinden “çözüm” damıtılmaya çalışılan tablo, tepeden tırnağa sorunlu. Üçüncüsü geçmişleri, pratikleri, kişisel nitelikleri vb. nedenlerle hiç konuşmaması gerekenlerin (Taner Akçam, Abdurrahim Semavi vb.) düşünceleri öne çıkıyor.
Bilinçli olarak tablo öylesine karmaşık bir hale getirilmiş durumda ki salt sadeleştirmek bile başlı başına bir anlam, bir önem taşıyor.
Tabii ki Bahçeli şapkadan tavşan çıkarmamıştır. Yapılan açıklamanın, Türkiye egemenleri açısından da ABD eksenli emperyalist odak için de bir karşılığı/anlamı vardır.
Öncelikle belirtelim ki İsrail’in Türkiye’yi bırakalım parçalamayı, “tehdit” oluşturduğu iddiası bile üzerinde durmaya değmez. Gazze’de dahi kayıp vermeye devam eden, Lübnan’da istediklerini alma ihtimali çokça tartışmalı olan İsrail’in sırasıyla Suriye’yi sonra da İran’ı parçalayacağı varsayımı ve bu varsayım üzerine bina edilen fikirler de gerek politik gerekse askeri bilgi yetersizliğine işarettir.
ABD eksenli blokun, karşısındaki ülkeleri/hedefleri İsrail eliyle oyun tahtasındaki taşlar gibi peş peşe düşürme iddiasını yanıtladıktan sonra, aynı gücün Ortadoğu’nun yeniden dizaynı için elinden geleni yapacağını söyleyebiliriz. İşte bu planlamada/hesapta Kürtlerin bölgedeki gücüne de rol verilmesi ihtimali (ABD ile ilişkileri gereği) zayıf değildir. Bu olasılığa bağlı olarak, gerçekte ABD ve İsrail’le aynı safta bulunan Türkiye’nin, Kürt yapılanması ile gerginliğini yumuşatması, aşması veya sıcak çatışma olasılığını ertelemesi ihtiyaç haline gelmiş gibi görünüyor.
Bugün elbette ayrıntılarıyla ne olup biteceğine dair fal açacak değiliz. Sürecin ne doğuracağını, somut adımlar atıldığı veya açık davranıldığı ölçüde hep beraber göreceğiz. Ancak sürecin içerdiği belirsizlikler, çözümden ne anlaşılması gerektiğine dair yöntemsel veriler paylaşmaya engel değildir.
Leninizm ve programatik duruş
Sorunları birbirinden kopararak, dünya ölçeğindeki paylaşım ve hegemonya savaşını yok sayarak ele aldığımızda Filistin’de direnişin de zulmün de katliamların da 7 Ekim’de “Aksa Tufanı” operasyonu ile başlamadığını göremeyiz. Ve bunu göremediğimizde İsrail’in arkasına/yanına ABD, AB, İngiltere vb.nin neden dizildiğini anlayamayız.
Özetle, yıkıcılığı 2.Paylaşım Savaşı’nı çokça aşacak gibi görünen 3. Paylaşım Savaşı ile karşı karşıyayız. Ukrayna, bu savaşın lokal cephelerinden biridir. Avrupa’nın Yeşiller’inden Sosyal Demokratlar’ına kadar aynı sınıfsal hizalanmaya girmiş olması bu nedenledir.
Dönem, sınıfsal bakışı, Lenin(izm)in ortaya koyduğu programatik duruş ve değerleri yok saymayı değil önemseyerek sahiplenmeyi, güne uyarlamayı ve titizlikle uygulamayı gerektiriyor.
Kürt sorununda demokratik çözüm “olur mu, olmaz mı” diye tartışılırken eğer bir rehber, bir pusula aranıyorsa bu Leninizmdir; emperyalist dönem Marksizmidir. Aksi takdirde gündelik akılla veya pragmatik hesaplarla hareket edilir ki bunun ne anlamı ne de karşılığı vardır. Tablonun muğlaklığı kadar Bahçeli’nin tarz ve üslubunun da kaynağında muhatabın pragmatizm eksenli, uzlaşmaya yatkın duruşu vardır. Yöntemsel olarak bu, sınıflar mücadelesinin yerine, sınıfsal uzlaşmanın ikame edilmiş olmasıyla ilintilidir.
Bahçeli net biçimde teslimiyet tarif ediyor. Deyim yerindeyse muzaffer ordunun yenilen orduya teslimiyet bahşetmesine benzer bir durumla karşı karşıyayız. Bu konuda söylenebilecek, tartışılabilecek ve karşı çıkılabilecek çok şey var. Bunlar daha önce çeşitli biçimlerde ifade de edildi. Ancak yanılgı giderek alan büyütüyor. Sosyal medya ortamı gibi herkesin konuşuyor olması, konuşulanları bulandırıp önemsizleştirirken hem konu netleştirilememiş hem de başka bir gündem konuşulamamış oluyor.
“Çözüm” beklentileri, gerçek gündem ve kayyum
Yaklaşık bir aydır ülke, bu “sorunlu ve belirsiz” adımların gölgesinde, bebeklerin katlinden kadın cinayetlerine, asgari ücrette erimenin devam etmesinden emekçilerin ve emeklilerin sorunlarına, doğa talanından sokakta insan talanına kadar yaşanan pek çok sorunu yeterince konuşamıyor; muhalif güçler de gerektiği gibi odaklanamıyor.
Ortada temel önemde yöntemsel bir sorun var. Bilinir ki bir ülkede pek çok alanda demokratikleşme sorunu varsa bu alanlardan birinin diğer tüm sorunların önüne çıkarılması doğru değildir, çözüm üretmediği gibi tıkayıcı rol da oynar.
Daha da önemlisi Lenin’in çok net biçimde tanımladığı gibi emperyalist dönemle birlikte burjuvazinin hiçbir demokratik soruna öncülük etme, çözüm üretme niteliği kalmamıştır. Programatik olarak çözüm, demokratik olandan sosyalist olana doğru ilerleyen bir kesintisizlik gerektirir. Bu, demokratik devrimde ittifakların neden geniş olduğunun da yanıtıdır.
Sözünü ettiğimiz programatik zorunlulukların yerine pragmatizmin tercih edildiği çözüm arayışları dünyada çeşitli biçimlerde gündeme gelse de sonuçta emperyalist güçlere yedeklenme kaçınılmaz oluyor. Bu da çeşitli örneklerinden bildiğimiz gibi ortaya bir demokratikleşme değil emperyalizmle işbirliği içinde başka bir egemen sınıf, bir oligarşi (sömürüye dayalı devlet ve üretim ilişkileri) yaratmaktan öteye gitmiyor. Ortadoğu coğrafyasında bu türden “fırsatların” ülkelerin emperyalist/faşist ordularca yakılıp yıkılması eşliğinde geldiği düşünülürse mesele daha da sorunlu hale geliyor.
Son olarak Esenyurt Belediyesi Başkanı Ahmet Özer’in gözaltına alınması ve kayyum atandığı iddiaları, sermaye iktidarının sınıfsal niteliğini anlamak istemeyen ve mücadele yerine “kazan-kazan” eksenli uzlaşma taktiklerini koyarak yol alabileceğini sanan herkese verilmiş bir yanıttır.
Tüm bu nedenlerle ortada bir “fırsat” değil bir “tehdit” olduğu görülmeli, çözüm emperyalizmle beraber değil emperyalizme karşı mücadelede aranmalıdır.
Devrimci Hareket
30 Ekim 2024