Cumhuriyetin ilanının 100. yılı vesilesiyle başlayan tartışmalar, “Cumhuriyet nedir, ne değildir?”, “Gelinen aşamada neyin 100 yılı?” veya “Burjuva devrimi neden tamamlanamamıştır?” gibi çeşitli soruları gündeme getirdi. Temel önemdeki hemen her konuda kafaların karıştığı; gerekli-gereksiz, doğru-yanlış tartışmaların iç içe geçtiği bu süreçte, konunun sınıfsal bir bakışla ele alınması, fikri netlik kadar fiili duruş açısından da büyük önem taşıyor.
1923 burjuva devrimi neden tamamlanamamıştır?
Bu soruyu, “Muasır medeniyet vb. tanımlamalardan öte, demokratikleşme ne kadar gerçekleşmiş; neden daha ötesi olamamış veya olmazdı?” biçiminde de sorabiliriz.
Leninizm; emperyalist dönemde burjuva devrimini tamamlama görevinin proletaryaya ait olduğunu söyler. Kimi durumlarda devrime küçük burjuvazi önderlik etse de sonuna kadar götüremez. Nitekim, kısaca “Kemalizm” olarak özetleyebileceğimiz kesim için de durum böyle olmuştur.
Sınıfsal konumları, ilişki biçimleri itibariyle mücadele edilmesi gereken toprak ağaları, eşraf vb.nin önemli bir kısmı 1923 devriminin müttefiki, toplumsal tabanı olarak süreçte rol almıştır. Bu nedenle söz konusu kesimlere tavır alınamamış, onlarla uzlaşma yoluna gidilmiştir.
Küçük burjuvazinin sınıfsal niteliği, kararsızlığı, nitelikli devrimsel bir programının olmaması vb. nedenlerle devrimi başarıya ulaştırması beklenemez. 1923 Türkiye’sinin önündeki aşama da burjuva demokratik devriminin tamamlanması idi. Bunun için, emperyalist işgale son verilirken aynı zamanda emperyalist ayrıcalıkların ortadan kaldırılması, tarım reformunun gerçekleşmesi dolayısıyla da kırsal alandaki feodal ilişkilerin, şehirlerde de komprador burjuvazinin tasfiyesi vb. gerekiyordu.
Kemalistler işgale karşı antiemperyalist bir tutum geliştirmiş ancak askeri başarı “Bağımsız Türkiye” için yeterli olmamış, süreç daha ileriye taşınamamıştır. Bunun önündeki en büyük engellerden biri, iktidarın sınıfsal bileşimiydi. Toprak ağaları ve tefeci-ticaret burjuvazisi, savaşın sonuna doğru Kemalistlerle beraber hareket etmiş ve devamında iktidarı paylaşmıştı. Kararlı bir sınıf tavrının olmaması nedeniyle, toprak ağaları, şeyh ve eşraf ekonomik gücünü korumuş, feodal üretim ilişkilerini sürdürmüştü. Bunun karşısında, halkın belirli oranlarda katılımına rağmen 1923 devriminde Fransız, Çin, Meksika vb. devrimlerden farklı olarak mücadeleye katılmış güçlü bir köylü/halk hareketinden söz edilemez. Böyle bir hareketin olmaması Kemalistlerin süreç içinde uygulama ve tercihlerinde halkın çıkarlarını gözetmeyen bir rahatlık içinde davranmalarını da beraberinde getirmiştir.
O günün koşullarında emekçi halklara önderlik edecek Marksist Leninist bir hareketin olmaması da sürecin ileri taşınamayışındaki sebepler arasında sayılabilir. Mustafa Suphilerin önderliğindeki TKP, belirli bir kökleşme sağlanamadan katliama uğradığı için bu misyonu yüklenememiştir.
Bu süreçte aslında zorunlulukla tercihin iç içe geçtiğini söylemek daha doğru olur. Kararsızlık, zayıflık, burjuva ideolojisinden kopmama vb. sınıfsal karakterlerin yanında, tarihi-sosyal-siyasal koşulların oluşturduğu zorunluluklar da söz konusudur.
Dünyanın emperyalist güçlerce paylaşımının tamamlandığı bir tarihsel kesitte küçük burjuva bir yapının burjuva demokratik devrimi sonuna dek kararlılıkla götürmesi, izlenmesi gereken yol gibi görünse de sınıfsal niteliği gereği bu pek mümkün değildi.
100. yılda tarihten güncelliğe
Ülke, 12 Eylül sonrasında askeri darbeyi bir ihtiyaç olmaktan çıkaran iktidarlar eliyle gerçekleşen tasfiyelerin ardından, 22 yıldır, “yüz yıllık parantezi” kapamayı önüne koymuş; halkçılık, kamuculuk, laiklik ve bağımsızlık adına ne kalmışsa kökünü kazımayı temel işlevlerinden biri olarak görmüş bir iktidarın antidemokratik müdahaleleri altında 100. yıla gelmiş durumda.
Görüntüyü kurtarmak üzere yapılan içeriksiz açıklamaları, tekrar ve ezberleri bir tarafa bırakacak olursak, bugün cumhuriyetin ne olduğu kadar ne olmadığı ve bundan sonra nasıl kazanılabileceği konusu, hafife alınmayacak, temel önemde bir konudur.
Bugünün koşullarında “Güncel bağlamda cumhuriyet ne anlama geliyor; 100. yılını dolduran süreç, hangi bakış açısıyla nasıl okunmalıdır?” soruları öne çıkıyor. Bu soruların yanıtı aynı zamanda bugün için “Ne yapmalı”nın da yanıtıdır.
100 yıl öncesinde ilan edilen cumhuriyetin sınıfsal niteliği, onun neden “emekçi cumhuriyeti” olamayacağının da ne olduğunun da yanıtıdır.
Bilinir ki burjuvazinin olmadığı yerde onun rolünü küçük burjuvazi üstlenir. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nın devamındaki kuruculuk rolünü küçük burjuvazi üstlendi; dönemin sosyoekonomik niteliklerinin öne çıkardığı sınıf ve tabakalarla ittifak içinde gerçekleşen cumhuriyetin sınıfsal niteliği burjuva cumhuriyetti. Bu sınıfsal gerçeklerin üzerinden atlanarak yapılacak değerlendirmeler, şu veya bu oranda eksik kalacak, yanlış sonuçlara götürecektir.
Gerçekte bir ulus devlet biçimi olan söz konusu cumhuriyet, Osmanlı dönemine kadar uzanan köklere sahip bir süreçtir. Batılılaşma ve modernleşme olarak tanımlanabilecek olgularla ilinti içinde gelişen bu süreçte 1876 da 1908 de 1923’e uzanan sürecin önemli basamaklarıdır.
1923 aynı zamanda saltanata son verildiği, hilafetin kaldırıldığı, “devletin dini İslamdır”dan laikliğe adım adım geçişin yolunun açıldığı bir süreçtir. Diyanet’in varlığı dahil çeşitli biçimlerde eksikliğinden söz edilebilecek laiklik, dönemin toplam resmi içinde bir kazanım olarak görülmelidir.
Tarih okumalarında yanlış ve eksiklere bağlı olarak geliştirilen toptan kabul veya toptan red tartışmalarına girmeksizin bu burjuva demokratik dönüşümün eksiklerinin de yukarıda belirttiğimiz gibi neden tamamlanmamış olduğunun da yanıtı, kapitalizmin/burjuvazinin niteliği ile dolayısıyla da emperyalist dönemde gericileşen ve tüm demokratik niteliklerini kaybeden burjuvazinin neden köklü olarak ilerici dönüşümlere öncülük etmeyeceğiyle doğrudan ilintilidir.
Bağımsızlık söylemleri eşliğinde yürütülen sürecin, geliştirilen burjuvazinin giderek kapsam büyüten ihtiyaçları ve sınıf nitelikleri eşliğinde uzun sayılmayacak bir dönemde adım adım emperyalizme kapı aralaması, “sömürgeleşmeye” uzanan sürecin inşasının gerçekleşmesi; bugün yaşanmakta olanların köklerini de nedenlerini de barındırıyor.
Pazar alanlarını aralarında yıkıcı bir savaşla paylaşan emperyalist kapitalist ülkeler, onun devamında ve çıkarılan dersler eşliğinde uluslararası iş bölümü çerçevesinde ağırlıkla hammadde, tarımsal ürün ve montaj sanayi ihtiyacını karşılamak üzere, bağımlılık ilişkileri üzerinden ekonomik ve siyasal bir model, bir sömürgecilik tarzı (yeni sömürgecilik) oluşturdu.
Yüzyıllık süreç ve Saraya dönüş
Sarayla ifade edilen monarşinin yerini parlamentoyla ifade edilen cumhuriyete bıraktığı değişimin 100. yılında parlamento, yerini tekrar saraya bırakmıştır. Bu gerçeklik, sürecin nereden ve nasıl tartışılması gerektiğinin ölçülerinden biridir.
Kimileri tarafından AKP ile eşitlenen süreç, dikkatle incelendiğinde görülecektir ki 1980’le de başlatılsa, 2000’le de başlatılsa emperyalizmin dünya ölçeğinde uluslararası işbölümü çerçevesinde sürece müdahalesinin, giderek eski Sovyet cumhuriyetlerini de kapsamına alacak olan yaygınlaşma ve nüfuz etmenin gereği ve sonucu olan bir süreçtir.
24 Ocak Kararları’yla ilk çerçevesi çizilen, Cunta’nın kurucu irade olarak aldığı kararlarla geliştirilen bu süreçte; “Zorunlu Din Dersi” vardır, cemaatlerin önünün açılması vardır, ülkenin emperyalist tekellere peşkeş çekilmesi ve stratejik önemdeki ürünlerin üretiminin ya tasfiyesi ya da tekellere adım adım devredilmesi vardır; sadece gümrük duvarlarının değil, sosyal ve siyasal duvarların da emperyalizm için geçirgen hale getirilmesi vardır.
20 yıllık uyum yasaları sonrasında gelinen 21. yüzyılın ilk aşamasında IMF ve DB’nin de ABD’nin de müdahaleleri daha doğrudan ve görünür hale geldi. AKP özel yetkili bir parti olarak hazırlanıp görevlendirildi. Meclis’e dayatılan “15 günde 15 yasa” ile beraber bu toplam tablo, ekonomik ve siyasal bağımsızlıktanbiçimsel düzeyde dahi söz edilemeyecek bir aşamaya gelindiğinin ifadesiydi.
AKP’nin siyasal İslamcı niteliği, laikliğin boy hedefi yapılmasının ifadesiydi. Neoliberal ufukla tüm kamu mallarının/işletmelerinin ve doğal kaynakların özelleştirilmesi, kamuculuğun sonuydu. Meclisin adım adım işlevsizleştirilmesi; kuvvetler ayrılığı, fren sistemleri vb.nin ortadan kaldırılması veya başkanlığın bir birimi haline getirilmesi, kayyumların ihtiyaç duyulan her yerde işlevli bir “sopa” olarak düşünülmesi, zaten adım adım öldürülmüş olan cumhuriyete dair ne varsa veya ne kalmışsa tabutuna son çivinin çakılmasıydı. Nitekim bugün Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’ndan daha büyük bütçesi olan ve 130 bin personelle hayata müdahale eden Diyanet’in geldiği bu aşama, mevcut iktidarın laiklikle ilişkisini ve hayata hangi ölçülerle müdahale ettiğini gösteren önemli bir veridir.
Kısaca özetlediğimiz bu gelişmeler, gerçekte dünya ölçeğinde yaşananların izdüşümü niteliğindedir. Burjuva demokratik devrimini yapmış ülkelerde daha yavaş seyrediyor olsa da dünya ölçeğinde burjuva siyaset tarzının adım adım aşındırılmasıyla bir döneminin sonuna gelindiğini, sermaye ile devlet arasındaki görece özerkliğin kalmadığını, yaşama da ekonomiye de siyasete de doğrudan müdahale eden tekellerin oluştuğunu görüyoruz.
Buradan çıkışın artık burjuva cumhuriyetle mümkün olmadığı, devrimci demokratik bir cumhuriyet dışında bir çözümün kalmadığı düşünülürse, demokratik devrim programının kimleri nasıl kapsaması gerektiği, başarının koşulunun ne olduğu vb. olguların kavranması ve kavratılması güncel ve önemli bir ihtiyaç haline geliyor.
Demokratik devrim; sınıfsal içerik ve anımsatmalar
Toplum, farklı çelişmeler içinde bulunan ve farklı beklentilere sahip olan kesimlerin oluşturduğu bir bütündür. Bu bütün içinde toplumsal kesimler; süreci, bazen çatışan, bazen bütünleşen beklentilerle karşılar. Halk kesimleri de birden fazla sınıf ve katmandan oluşur; tek tip değildir; bu alanda, uzlaşma gibi çelişme de mümkündür. İşte demokratik devrimin özelliği, bu gelişmeleri dengeleyerek, gücü aynı hedefe yöneltebilmektir. Diğer bir ifadeyle, demokratik devrim, toplumun oligarşi dışında kalan çok büyük bir kesiminin taleplerini optimum noktada dengeye getirir. Örneğin, ucuz tarım ürünleri elde etmek üzere emeğin ucuza getirilmesi söz konusu olunca, köylülüğü karşısına alan; tarım ürünlerine zam yaptığında işçiyi karşısına alan bir politika içerisinde demokratik devrim; köylüyü de işçiyi de bir araya getirebilmektir. Demokratik devrim, bu anlamda, bir uzlaşmadır; hangi kazanımlar için nelerin feda edilebileceğinin programıdır. Bu nedenle de her ülkenin kendi koşullarına uygun olarak biçimlenir. Başarılı olmuş da olsa, bir ülkenin demokratik devrim programı, bir başka ülkeye olduğu gibi aktarılamaz.
Türkiye’deki demokratik devrimin en önemli bileşenlerinden biri ulusal sorundur. Kürt halkının kayıp ve kazanç tablosu; işçiyi, köylüyü, memuru, küçük ve orta burjuvaziyi kapsayan bütünün kayıp ve kazanç tablosunun bir parçasıdır. Bu kapsam içinde talepler çelişmeli gibi görünse de “karşılıklı gözetme” temelinde uzlaştırılarak bir arada aşılabilir. Örneğin Trakya köylüsünün talepleri ile Kürt halkının özgürlük talebi, aynı programın bileşenleri olarak, karşı karşıya getirilmeden aşılabilir. Böyle bir çıkar ortaklaşmasında, Trakya köylüsü, Kürt halkının taleplerine karşı çıkmayacak; “alma-verme” ikilemi yaşamayacaktır. Bunun tersine, sadece bir kesimin demokratik talebini öne çıkarıp yüceltmek, bütün toplumun buna göre davranmasını istemek; çıkar ortaklaşmasını, uyumun kanallarını tıkar; ayrışma ve çatışmayı tetikler. Bu nedenle, demokratik talepler, toplumun tepeden tırnağa demokratikleştirilmesini amaçlayan bütünlüklü bir program içinde ele alınmalıdır.
Kürt halkının özgürleşme talebi, basit kazanımlarla/kırıntılarla geçiştirilemeyecek denli önemli bir olgudur. Bu denli kapsamlı/önemli bir sorun, aynı önemde bir programla gündeme alınmalıdır. Karşıt propagandaların, milliyetçi gerilmeyi/koşullanmayı büyüttüğü bir zeminde, işçinin de köylünün de Kürt halkının (ayrılma dahil) taleplerine evet diyebilmesi için, kendi sorunlarının da çözümünü aynı program içinde görebilmesi gerekir. Hatta, sorunların çözümünün birbirine nasıl bağlı olduğu anlatılabilmeli; biri yok sayılarak diğerinin aşılamayacağı; fındık sorununun fabrikadaki ücret sorunundan, taşeronlaştırmanın asimilasyondan ayrı düşünülemeyeceği ve çözümün bütünlüklü bir mücadeleyi gerektirdiği vurgulanmalıdır.
Mevcut sömürü rejiminin devamından yana çıkarı olmayan tüm kesimlerin beklentileri aynı projede uzlaştırılabildiğinde; iktidar sahiplerinin ne kadar küçük, halkın ise ne kadar büyük olduğu görülecek; korku, çaresizlik yerini başarabilme inancına bırakacaktır.
Özetle, bugün artık laiklik de kadın hakları da Kürt sorunu ve inanç sorunu da bağımsızlık, kamuculuk ve halkçılık da birinin diğerini yadsımadığı, bütünlüklü bir devrimci demokratik program içinde çözüm üretilmesini gerektiriyor. Bu çözüm, 100 yıl öncesinin tekrarı veya benzeri olmayacağı gibi aynı zamanda sınıfsız sömürüsüz özgür bir dünyaya uzanan bir kesintisizlik taşımalıdır/taşıyacaktır.
Bu yazı ilk olarak 27 Ekim 2023 tarihinde Yolculuk Gazetesi’nde yayımlanmıştır.