Retorik mi gerçeklik mi?
15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasındaki gelişmelere dair yansıyan bilgilerde ve tartışma zemininde toz-duman oranı uzun süre düşmeyecek gibi görünüyor. “Eğer darbe girişimi başarılı olsaydı Erdoğansız AKP mi olacaktı? Bu darbeyi ABD mi örgütledi yoksa örgütlenen darbeye yol mu verdi?” biçimindeki sorulardan magazin niteliği taşıyan tartışmalara kadar uzanan geniş bir yelpazeden bahsedebiliriz.
Ülkeyi bir darbe ikliminde yöneten güçler, “Kültür lafını duyunca elim silahıma gidiyor” diyen Göebbels’le aynı sınıftan olduğunu kanıtlarcasına, akla değil akılsızlığa, bilime değil hurafelere yatırım yapıyor, selalarla “Allah bizi okumuşların şerrinden korusun” vaazlarıyla yol alıyor. Faşizmin evriminde 21. yüzyıl versiyonu niteliğindeki son halka ile karşı karşıyayız; zincirleri görülmeyen veya fark edilmeyen, umudun hırsızları tarafından tahkim edilmiş bir tutsaklıktır bu.
Böyle bir zeminde sağlıklı şeyler söyleyip doğru yerde saf tutmak, öncelikle bir filtrelemeyi gerektiriyor. Bunun belki de en doğru sonuç veren, en sağlıklı yolu, darbenin ekonomi politiğine yoğunlaşmak yani sınıfsal ölçeklerle olup biteni değerlendirmektir.
Darbe nedir, kimlerin ihtiyacıdır?
“Darbeler neden yapılır, kimlerin ihtiyacıdır” diye soracak olursak, sonuçta konu gelip sermaye güçlerine dayanır. Bu bağı kurabilmek için günlük akıl yetmez, retorikle gerçekliği, keyfiyetle zorunluluğu karıştırmamak gerekiyor. Burada sorulması gereken yol gösterici soru; bizimki gibi ülkelerde parlamento, seçim ve siyasi partiler demokrasinin göstergesi ve güvencesi midir; yoksa aldatmanın, yanıltmanın ve dolayısıyla demokratikleşme taleplerini bastırmanın araçları mıdır?
Hatırlanacak olursa parlamento, 15 Temmuz öncesinde de adım adım tesis edilen Saray rejimiyle, dokunulmazlığın kaldırılması gibi adımlarla ve toplam fiili durumla zaten büyük oranda devre dışı bırakılmış, biçimsel bir varlığa dönüştürülmüştü. Darbe dahil bütün bu manevralar, sistemin niteliği dolayısıyla, sermayenin ihtiyacı ile doğrudan ilintilidir.
Türkiye gibi rejimin halka dayanan, adil ve eşitlikçi değerler üzerine bina edilmediği ülkelerde, belirli aralıklarla şu veya bu biçimde ama sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde müdahaleler gerçekleşir. Bunun klasik darbelerle olması ile AKP’nin 14 yıllık sürecinde görüldüğü gibi yıllara yayılarak olması arasında öz itibariyle bir fark yoktur. Sonuçta tıkanan noktalar açılır, ihtiyaç duyulan yasa dahil tüm düzenlemeler yapılır ve sömürü üzerine bina edilmiş sistem varlığını sürdürür. Darbelerin özü budur.
15 Temmuz darbe girişimi de içindeki Cemaat kadrolarının öznel ihtiyaçlarının ağır basmasına rağmen, sermayenin ihtiyaçlarından bağımsız düşünülemez. Başarılı olması halinde darbenin daha açık-askeri biçimi hayata geçecek; OHAL yerine sıkıyönetim ilan edilecek ama uygulayacağı program, yine genelde emperyalizmin özelde Türkiye egemenlerinin programı olacaktı.
Her darbenin bir ekonomi politiği vardır
Her darbenin bir öyküsünün olması gibi bir ekonomi politiği de vardır. Örneğin 12 Eylül, 24 Ocak kararlarıyla beraber önemli bir yönelim farkını, bir radikal değişimi ifade eder; neoliberalizme geçişin miladıdır. Bu türden adımları, sınıfsal bağlam içinde anlayıp yerine oturtmak için basitçe “ekonomi politik” deyip geçmemek gerekiyor; buradaki temel-tali-zorunluluk ilişkisi, pek çok sorunun yanıtının doğru verilmesini beraberinde getirebilir. “Türkiye yüzünü Rusya’ya, sırtını Batı’ya mı dönüyor; Türkiye NATO’dan çıkıyor mu veya bu adımları atabilme şansı/iradesi var mı” gibi soruların yanıtı sistemin, dolayısıyla sınıf ilişkilerinin ekonomi politiğinde gizlidir.
Ortalıkta uçuşan değerlendirmelerin yönlendiriciliğinden sıyrılıp, jeostratejik konum, kökleşmiş bağımlılık ilişkileri vb. açılardan bakabildiğimizde, “Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşması”nın demagojiden başka bir şey olmadığını görürüz. Tayyip Erdoğan’ın emperyalist aktörler, sermaye güçleri tarafından beğenilmemesi ve mümkünse değiştirilmesi farklı bir şey, Türkiye’nin “eksen değiştirmesi” çok daha farklı bir şeydir; keyfi bir durum, bir tercih değildir.
Hatırlanacak olursa bir süredir AKP eliyle yeni dünya düzeninin gerekleri dahilinde bir planlanma ve uygulanma söz konusuydu. Bu darbe girişimi AKP’yi (Ensar rejimi kurmak dahil) o istikametten döndürmeyecek, aksine süreci hızlandıracaktır. Darbenin ekonomi politiği bağlamında söylersek, her iki durumda yani darbe girişiminin başarılı olması halinde de bu mevcut durumda da süreç, emperyalizmin yeni düzen tasarımına uygun olarak bir darbecinin kurucu iradesiyle örgütlenecektir.
Başbakan Binali Yıldırım, “OHAL’i devlet kendisine ilan etti” dese de olgunun özü değişmiyor; atılacak adımların salt kadro bağlamında bir güvenlik önlemi sınırlılığında kalması, sistemin niteliğine aykırıdır. Sermayenin uzun süredir gönlünden geçirdiği ve yeni dünya koşullarında adım adım örgütlenen düzenin siyasal gerekleri, iradenin tek elde toplanmasını, iktisadi gerekleri ise geleceksizlik ve güvencesizliğin yaygınlaştırılmasını gerektiriyor. İşte 15 Temmuz darbe girişimi ve ona karşı büyüyen öfkenin açığa çıkardığı toplumsal enerji AKP tarafından yedeklenebildiği oranda, bu amaçlar gerçekleşecek ve KHK’ların içeriği giderek toplumsal muhalefetin tüm seslerini kapsamaya başlayacaktır.
Bu süreçte gerçekleşmesi beklenen bir diğer düzenleme de itibar yitimine uğratılan TSK’nın, adım adım sayısal olarak sınırlanması, NATO’nun ihtiyaçları bağlamında daha çevik ve profesyonel biçimler alması ve iç güvenlikten dışa doğru kayan bir sorumluluk perspektifiyle yerini daha da güçlendirilmiş polis yapılanmasına, özel güvenlik, “yerli Blackwater” vb. örgütlenmelere bırakmasıdır.
Belki bir başka yazı konusu olarak düşünülmelidir; ama ordunun itibar yitimine uğradığı ve dağılan taşların yeniden dizileceği bu süreçte, sözünü ettiğimiz düzenlemelerin Kürt sorunu, Rojava, Kürt koridoru vb. bağlamlarda da karşılığının/yansımasının olacağını, ABD ile TSK arasındaki açının eskiye oranla giderek kapanacağını (bugünden) söyleyebiliriz.
AKP, darbe karşıtı değildir
15 Temmuz sonrasında AKP tarafından geliştirilen hamleye dair “Karşı darbe” tanımı, Cemaat örgütlenmesinin imkanlarıyla beraber darbeleneceğini ifade etmesi bağlamında doğru ama eksiktir. Çünkü darbe hukukunu işleten OHAL’li, KHK’lı irade, hedefine Cemaat’i veya 15 Temmuz darbecilerini koymakla kalmayacak, yukarıda da belirttiğimiz gibi sınıflar mücadelesinin gereği olarak ve egemen sınıfların dönemsel ihtiyaçları bağlamında, bütün bir toplumun zapturapt altına alınması yönünde daha cüretkâr ve hızlı adımlar atılacaktır. Bu nedenle, 16 Temmuz’da başlayan sürece “karşı darbe” yerine “sivil darbe” demek daha doğru olacaktır.
Emperyalizmle doğrudan ilişki içinde kurulan AKP, darbe karşıtı değildir; yalnızca kendisine yapılan darbeye karşıdır. Bugün almakta olduğu önlemlerin bir boyutu, söz konusu tehdidi sınırlamayı amaçlarken, diğer ve asıl boyutu sistemin yeniden biçimlendirilmesini, sınıflar mücadelesi bağlamında sisteminin emek-sermaye çatışmasında, emeğe karşı güçlendirilmesini amaçlıyor. Sermayenin genelde faşizme özelde darbelere ihtiyaç duymasının sebebi de budur.
Alınan önlemlerin nereye doğru genişleme potansiyeli taşıdığını yani neyin habercisi olduğunu görememek, “şöyle değil böyle olursa” demokratikleşmeye yol açabileceğini düşünmek, AKP’nin sınıfsal niteliğini görememektir; faşizmin kimlerin ihtiyacı olduğunu ıskalamak ve bir kez daha “yetmez ama evet” tuzağına düşmektir.
AKP de ABD de tarikatçı ve cemaatçidir
ABD ve işbirlikçileri tarafından dinselleştirmenin, ilerici sol değerler karşısında bir dalga kıran olarak kullanılması yeni değildir; yönetmeyi ve yönlendirmeyi kolaylaştıran bir rolü vardır.
Bülent Arınç’ın itiraf ettiği ahmaklığı, üzerinde durulmaya bile değmez. Ama dinselleştirmenin cemaatler ve tarikatlar eşliğinde toplumun kılcallarına dek yayılması ise mesele, bundan habersiz olunduğunun ciddiye alınır bir yanı yoktur. Kimse hafızasız değildir. Bugün reddedilen veya Cemaat’in planlı-stratejik hamleleri olarak gösterilen adımları hatırlayalım; Erdoğan, hemen hepsinin arkasında durmuş, ya “savcısıyım” demiş ya da kendisinin emir verdiğini söylemiştir. Benzer şekilde Demireller, Ecevitler, Özallar döneminde de Gülen Cemaati adeta bir dokunulmazlığa sahipti.
Daha da önemlisi, bugün Cemaat’in şikâyet edilen tüm adımları, duruş ve değerleri AKP’de içerilmiş haldedir. Yani Cemaat’le çatışıyor olmaları, amaçlarının farklı olduğu anlamına gelmiyor. Dikkat edilirse bir taraftan Cemaat örgütlenmesi geriletilirken diğer taraftan ondan aşağı kalmayacak türde bir dinselleştirme yaygınlaştırılmakta, vakıf-dernek ağı örülmektedir. Bu, Cemaat ile AKP arasında dünden bugüne uzanan ideolojik-politik bir devamlılık olduğunun göstergesidir. Onlar, fikri ve fiziki olarak iç içeydi. Yaşanan çelişme, AKP’yi daha ileri, daha olumlu kılmadığı gibi iç içe olma özelliğini de yok etmiyor.
Nelere ihtiyacımız var?
15 Temmuz ve sonrasında yaşananlar, sorumluluğumuzu daha da büyütüyor. İki darbeden, iki kötülükten birini beğenmek zorunda değiliz. Umut kırıcı, moral bozucu verilerin biriktirilip büyütülerek öne çıkarılması yerine; tehdidin doğru tanımlanmasına ve bu tehdide uygun, duygusallıktan, öznel hesaplardan uzak bir duruşa, saf ve yoldaş çoğaltmaya ihtiyacımız var.
Gerçekte karamsarlığı ve karanlığı değil umudu ve aydınlığı büyütmek için de sebeplerimiz az değildir. Yeter ki tepkimizi de algımızı da kişisel kabuklarımızın sınırlılığında tutmayalım. Elbette siyaset bilimi derslerine başlayacak değiliz; ama en azından sermaye-devlet-toplum ilişkisi, sermaye-iktidar-hükümet ilişkisi gibi konularda manipüle edilemeyecek boyutta genel bir bilgiye ihtiyaç vardır.
Mevcut tablo, egemenlerin yönetemediklerinin en somut örneğidir. Bocalama devam ediyor. Halk darbeyi duyunca, marketlere ve bankamatiklere değil barikatlara koşabilse çok şey değişirdi. O halde yönetilenlerin sürece şu veya bu şekilde müdahale etmesi gerekiyor. Belki bu “ha” deyince olmayacaktır; belki bizzat örgütlü yapılar dahil mevcut tablo iç açıcı değil. Ancak bu türden tabloların değişmesi çok uzun süreçler gerektirmeyebilir. Bu konuda, 2013 Haziran direnişini yaşamış emekçi halklara da çeşitli darbeler görmüş sola da güven duymak ve objektif koşulların uygunluğunu dikkate almak gerekiyor.
Unutmamak gerekir ki gecenin en karanlık anı şafak sökmeden önceki andır. Şairin dediklerinden esinlenerek söylersek; güngörmüş, devrimci bir gelenek barındıran bilge topraklarımız var. Tam da bu koşullarda “Bitecek sanıldığı yerde başlayan” bir mücadeleye ihtiyaç var.
Bu yazı ilk olarak Mesele: Aylık Kitap Dergisi’nin Ağustos 2016 sayısında yayımlanmıştır.