Değerleri yaşatmak, her an, birden çok alanda mücadele halinde olmayı gerektirir. Sistemin bu bağlamdaki varlığı, sadece karşıtlık üretmek değildir. Yaşamın ayrıntılarına sinmek ve her an, her biçimde var olmak, sistemin son dönem yaygın tercihidir. Bu nedenle, değerleri yaşatmak, değerlerin proleteri olmaktır; her an her biçimde sistemle kesintisiz bir mücadeleyi diri tutmaktır.
Bir devrimcide, taşınan değerin varlığı/ağırlığı her an hissedilmelidir. Sınav anı, nöbet veya eylem anı yetmez; tutarlı ise kişi, ona bilinçaltı bile ihanet etmez. Bunun için, düşler bile belirli bir aralığın dışına düşmez. Bir devrimcinin yaşama içerdiği değerler karşısında sorumluluğu bitmez. Değer, yere/duruma göre değişen veya ihmal edilebilir bir ölçü değildir. Her an her biçimde, bedel ödemeyi de uygulama hassasiyetini de bağrında taşır. Bu bağlamda, “hayat” dahi olsa ödenmekte olan, bir anlık bedellerle kıyaslanmayacak bir süreklilik gerektirir.
Doğrunun paket biçimi, kimliğin tamamlanmış hali olmaz. Kimlik, sürekli bir değişim halindedir. Değişim, içsel ve dışsal etkilerle gerçekleşir. Bu nedenle, zor olanı sürekliliktir ve her an mücadeleyi gerektirir. Sabırsızlık ve hemen sonuç almak istemek gibi, sürekli olguların olumsuz yanını okuyup karamsarlaşmak da, kimlikteki olgunlaşma eksiğinin belirtilerindendir. Küçük burjuva nitelikle ilintili bir durumdur bu. Küçük burjuva, olağanüstülüklerin insanıdır. Adım adım, biriktire biriktire iş yapmak, ona göre değildir. Hatta o hep büyük işlerin insanıdır!.. Bu nedenle de küçük işleri dahi çoğu kez başaramaz; tahammülsüzdür; ne olacaksa, bir an önce olsun ister. Agresif ve doyumsuzdur. Niteliğinin duruşundaki süreklilik üzerinden değil, olağanüstü haller üzerinden ölçülmesini ister. Hâlbuki o, yaşamın en sıradan kesitlerini dahi gereğini yerine getirmemektedir.
Öznellik, örneğini verdiğimiz bu yalpalamaların ve kişisel direnç geliştirme grafiğinin genel adıdır. Elbette ortaklaşmış yaşam tüzüğünün ve sloganlaşmış değerlerin her zaman için önemi, işlevi vardır. Ancak bunlar, her an bir biçimde “ben”i “biz”e direnmesini önlemeye yeterli değildir. Hiçbir yapı yoktur ki “ben”le mücadeleyi önüne koymuş olmasın. Ne var ki, “ben”le mücadelenin bizzat kendisinin bile “ben”i beslemesi zayıf bir olasılık değildir. Yapı adına temsil iradesini kullananların da, itiraz halinde olanların da fiiline/iradesine “ben”, çeşitli biçimlerde sızar. Ve adı farklı olsa da, “ben”lerin karşılıklı didişmesi, hemen her koşulda varlığını sürdürür. Bu nedenle, sayıları çok az da olsa, içindeki “ben”i yenmiş olanların rolü büyük önem taşır.
Olgunlaşmamış bir zeminde “temsil” nasıl demokrasiden çok “mikro iktidarlar”ın çoğalmasına sebep oluyorsa, fikri yeterliliğin olmadığı koşullarda tartışmalar, “düşünsel bir iç savaş”a veya “ben gösterilerine” dönüşebiliyor. Kazanmak, bir arada tutmak ve nicel çoğalma için insanların bu yanlarının (zaaflı, geri yanlarının) okşanması, en tehlikeli yöntemlerden biridir; bir anlamda, mağlup edilemeyen zaafa teslim olmaktır. Bugün kimi zeminlerde basit bir konunun bile, “körün fili tarifi” gibi tartışmalara ve yorum çeşitliliğine sebep olması, nereden dokunulursa, oradan boyutlanıp farklara ve irade savaşına sebep olması, başka nasıl açıklanabilir ki?
Özellikle ruhsal doyum, geleceği ana feda etmeyip plan yapabilmek için, adeta zorunlu bir koşuldur. Kişinin kendi iç hesapları (ve hatta ayak bağları) dışına çıkıp düşünsel potansiyelini kolektif eksenli planlara yöneltebilmesi, kişisel/ruhsal doyuma ulaşmış olanların işidir. Tam da bu nedenle, “irade, ısrar, uyanıklık” gibi kavramların bile göreli olduğu ve “ne için, hangi yönde?” gibi ek sorular gerektirdiği unutulmamalıdır.
Çoğu kez, olgunun nedenlerine inilemediği, “sebep-sonuç” ilişkisi doğru kurulamadığı ve insanlar ilginç/renkli örneklere daha çok rağbet ettiği için, yol gösterici öznelerin/yapıların bile kolaya kaçtığı görülür. Örneğin, yaşamın önemine dikkat çekmek ve “dolu yaşam”a vurgu yapmak için, bir kanser hastasının son günlerinden örnek aktarmak, belki bir gün daha fazla yaşamanın öneminin altını çizebilir; ama o öneme tanık olan, bu örnekle eğitilen kişi, anlamlı yaşayabilmek için gerekli asgari formasyona sahip değilse, kaç saat taşıyabilir ki, o bir anlamda ajitasyona kaçan dersin etkisini? Bunun için program, tüzük, vb.de tek başına yeterli değildir.
Program, önceliklerin saptanmasıdır; tüzük ve yönetmelik ise, uygulamayla ilintilidir. Bu nedenle, anlamlı yaşam aralığı, bu tarif ve çerçevelere sığdırılması olanaksız boyutlar taşır. Ve işin içine psikoloji, sosyoloji gibi bilimler girdiği için, uygulama güçlüklerin nedenlerinin saptanması, sanıldığından da zordur.
Psikoloji, insanla ilgili uğraşlar içinde olan hemen her kesimin ilgi alanındadır. Ve gerçekte, psikologların dahi zorlandığı, çok özgün bir birikim gerektirir. Buna rağmen bu alanın hafife alınması, hemen herkesin, psikolojik analiz yaptığını zannederek, kendisine vazife olmayan bu alanda varlık göstermeye çalışması, işi daha da karmaşık hale getiriyor.
Devrimci zeminler dahi, pek çok alanda rastlanan en yaygın uygulama, sorunların fotoğrafını çekmeyi, gördüğü gibi ifade etmeyi, değerlendirme sanmaktır. Elbette, örneğin “filanca kişi arkadaşlarına karşı çok tahammülsüz ve agresif” demek de, değerlendirme için gereklidir. Ama işin sadece görünen kısmıdır ve olsa olsa, değerlendirme için kısmi bir veridir. Diğer bir ifadeyle, nedenden bağımsız olarak okunmuş bir sonuçtur. Nedene inmek ise, sanıldığından da zordur.
Eğer imkânımız varsa, çeşitli kesimlerden alınmış değerlendirme metinleri bulup inceleyelim. Büyük oranda suyun yüzeyinde dolaşıldığını göreceğiz. “kimi arkadaşlar” diye başlar anlatımlar ve olup bitenin görülebildiği kadar aktarılması ile devam eder. Bugün geldiğimiz aşamadaki toplam sorunlar, dışa vuran davranış biçimleri, kişilerden hareketlere kadar öznelerin duruşu; kökene inen bir değerlendirmeyi yakıcı bir biçimde gerektiriyor olmasına rağmen, tam tersi bir yönelimle/tercihle karşı karşıyayız.
Sol, sanki ilkeli, disiplinli, uzun vade gerektiren “zahmet”li yol ve yöntemlerden bıkmış gibi, bilerek ve isteyerek kırk yıllık geleneklerini (pratiğin içinden süzülmüş ve önerme haline gelmiş doğruları) çiğniyor. “Yeter ki kitleselleşeyim, sistem içinde kendime hareket alanı açayım, gerisi önemli değil” dercesine bir hafızasızlık ve hatta dumur hali yaşanıyor. Giderek çap ve derinliğini büyüten bu erozyon, pragmatizmin çap ve derinliğini de büyütürken ilkelerde ısrar edenlere karşı hoyratlığın meşruiyetini arttırıyor.
Ne oldu, önerme niteliğindeki
o güzel sloganlarımıza?
Bu muydu verdiğimiz sözler,
giden yoldaşlarımıza?
Vaktinde boşuna mı direndi insanlarımız,
ilkelerini çiğnetmemek için
Ziverbey köşkünde veya DAL’da.
Tam da bu nedenle inceltmedi mi,
sistemin küresel aklı ideolojik zehrini?
Bir kez daha düşünelim;
gerçekten yakıştırıyor muyuz
bizi bugüne taşıyan basamaklara
bu yönelimi?