DEVLETİN “DEMOKRATİK AÇILIMI” SERMAYENİN KÜRESEL BOYUTTAKİ İHTİYAÇ VE DENGELERİNİN İZDÜŞÜMÜDÜR
“Kürt Sorununda Demokratik Açılım” adı altında gündeme sokulan, daha sonra tepkileri manipüle etmeye daha uygun olacak biçimde “Milli Birlik Projesi” olarak değiştirilen; şiirli, gözyaşlı, “analar ağlamasın” söylemli iktidar eliyle işletilen süreç, sanıldığından daha çeşitli ve daha kapsamlı bir toplamın parçasıdır. Diğer bir ifadeyle, tarihinin en ağır krizinden geçmekte olan küresel sermayenin, 20-25 yılı öngörerek tasarladığı, an’ı lehine çevirme ve geleceği tahkim etme projelerinde, Türkiye’ye, gerek coğrafi konumu gerekse işbirliği zorunlulukları çerçevesinde düşen görevler içerisinde, Kürt Sorunu bağlamlı olanı, başlıklardan sadece biridir.
Böylesi durumlarda, sorunun özünü kavrayıp halka gerçekleri açıklamakla yükümlü olan kesimlerin, kavrama ve alternatif geliştirme imkan ve kapasitelerindeki düşüş; yedeklenme ve azla yetinme (sistem içi reformlar, v.b.) eğilimlerindeki yükselme; hem sorunun, onu gündeme sokan bağlamlarından kopuk ele alınmasına, hem de beklentilerin büyütülerek sol’un dahi önemli bir kesimini yedekleyen bir rüzgarın oluşmasına imkan tanımıştır.
Öncelikle belirtelim ki bu, Türkiye ve AKP projesi değil, kriz içerisindeki emperyalizmin (ağırlıkla ABD’nin) kendi ihtiyaçlarının Türkiye içerisine sarkması ve Türkiye’yi zincirin bir halkası haline getirmesidir. Bu boyut görülmediği sürece, meselenin kavranması da, doğru tavır geliştirebilmek de olası değildir.
Bu süreçte, dünya ölçeğindeki egemen güçlerin hemen her adımında belirleyici neden olarak işlev gören krize dair, bazı anımsatmalar yaparak başlamayı uygun/gerekli görüyoruz.
Uzun ve sürekli bir krizle karşı karşıya kalacak olan ABD’nin, başkanı olarak seçilen/tercih edilen Obama’nın “krizden çıkılıyor” söylemlerinin cilası dökülmeye başladığı bu günlerde, hala Obama’ya inananların ve krizin bir finans krizi olduğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değildir.
Kriz dönemlerinde kapitalizmin kendi kendine çökeceği beklentisiyle, edilgen kalmak nasıl marksist bir tavır değilse, sistemin kendi ihtiyacı olan açılımların, bir mücadele baskısı olmadan kendiliğinden halkın en temel sorunlarını çözeceği beklentisi de doğru değildir. Bu ve benzeri yaklaşımların çoğunda, marksist perspektiften, soruna bütünlüklü bakıştan uzaklaşmanın rolü büyüktür. Böyle bir perspektif, kriz söz konusu olduğunda, köklü bir kapitalizm eleştirisini, sınıfsal bakışı; açılım söz konusu olduğunda ise, gündemdeki sorunun varlığına kaynaklık eden temel nedenlerin doğru tespitini gerektirir. Mevcut çarpık tablonun ve çaresizlik halinin oluşmasında, solda, kültür ve kimlik sorunlarına aşırı vurgu yapıp, sınıf olgusunu geri plana atan eğilimlerin ağırlık kazanmış olmasının rolü büyüktür.
Yapılan iktisadi değerlendirmelerin bir çeşit magazin havasında geçmesi, neden-sonuç diyalektiği yok sayılarak yorum yapılması, kulaktan dolma bilgilerle hareket edildiğini göstermenin yanında, egemen yönlendirmelerin ne denli etkili olduğunun da göstergesidir.
Egemen ve yaygın söylemin aksine, finans sermayesinin aşırı birikmesi krizin nedeni değil, dışa vuran sonuçlarından biridir. Bugün marksist iktisatçılar arasında kabul gören ortak yaklaşım şudur: “Karın, faizin ve rantın esas kaynağı işçilerin el konulan emeğinden kazanılan artı değerdir. Ve elde edilen artı değer miktarı da gerçekleşecek kar oranına nihai sınırı koyar. Bu sınırların üstündeki karlar tümüyle spekülatif ve yalnızca kağıt üzerindedir, gerçek hayatta karşılığı bulunmamaktadır. Eğer sermaye bu spekülatif kazançları gerçek hale getirmek için artı değer miktarını yeterince arttıramazsa, doğal olarak gerçeklik kendini dayatacak ve bu çeşit krizler ortaya çıkacaktır.” Bu aynı zamanda sistemin işleyişinin özü ve krizin kapitalizme neden içkin olduğunun cevabıdır. İşte bu gerçekliğin varlığını koruduğu ve krizin etkisini de sürdürdüğü bu günlerde, krizin istismarı da, içinden çıkma çabaları da, zihinlerin yanıltılarak yönlendirilmesi de eş zamanlı biçimde sürdürülmektedir.
Daha önce yaptığımız değerlendirmelerde, krizin, egemenlerce bir finans krizi olarak gösterilmekte olduğunu ve krizden çıkışın finans sorunlarının çözümlenmesi ile olacağı kanaatinin ise, sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde bir yönlendirme olduğunu dile getirmiştik. Gerçekte ise kriz, finans krizi değil, küreselleşen kapitalist ekonominin yaşadığı ve halen çözüm bulamadığı bir tıkanmadır; yapısal bir krizdir.
Krizin bir finans krizi olarak görülmesinin devamında batan bankaların kurtarılması için ABD, İngiltere, v.b. ülkelerde çeşitli oranlarda “paketler” gündeme geldi. Eğer kriz salt finans sektöründe ödeme probleminden ibaret olsaydı, paketler çözüm olabilirdi. Ne var ki “paketler” eşliğinde mevcut birikim büyük tekellere peşkeş çekildiği için sorun daha da karmaşıklaşmıştır. Böylece, “Soruna kaynaklık eden yöntem, çözümün yöntemi olamaz.” kuralı çiğnenmiş, kapitalizme yapısal olarak içkin olan akıldışılık başka ve daha büyük bir akıldışılıkla telafi edilmek istenmiştir. Sonuçta hem mevcut kaynaklar (trilyon dolarlar halinde) dev finans kuruluşlarına peşkeş çekilmiş, hem de ABD’nin istediği türde bir finansal sistem için zemin hazırlanmış oldu.
ÇÖZÜM İÇİN ÖNCELİKLE SORUNUN DOĞRU TANIMI GEREKLİDİR
Basında çıkan ve kimi sermayenin ihtiyacı olan, kimi de yanılgıdan kaynaklanan haber ve değerlendirmeler, krizin sadece niteliğine değil, içinden ne zaman ve nasıl çıkılacağına dair de büyük oranda yanlış veya manipülasyon amaçlı bilgiler içeriyor.
“Durgunluk bitti”, “Krizden çıkılıyor”, “U dönüşü başladı” derken okunan olgular bütünden kopuk parçalar olmakta veya ABD eksenli atılan ve gerçekte en az 20 yıllık bir zaman diliminin planlanmasını içeren adımlar, umut verici bir retorik eşliğinde sunulmuş olmaktadır.
Daha önce yapılan G-20 zirvesinde alınan kararlar, sürecin nasıl işleyeceğine dair, temel önemde veriler ortaya koymuştur. Bu konuda çeşitli değerlendirmeler yapıldı.
“Şimdi, ilkönce, sistemin mali kurumları yenilenecek. IMF’nin, ABD ekonomisi dahil, bütün sistemi regüle eden bir kurum olarak yeniden yapılanması gündeme gelecek.
Bu yeni bir para sistemi ve küresel bir merkez bankası uygulaması demek. Ulusal ekonomiler sandığımızdan daha çabuk ortadan kalkacak. Bunun siyasi sonuçlarını görmeye başladık bile.
Küresel kapitalizmin bundan sonraki patronunun G-20 ittifakı olduğunu düşünürsek, IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar bu ittifakın düzenleyicisi olarak kurumsallaşacaklar.
Dünya Ticaret Örgütü’nün şimdiye kadar yaptığı düzenlemeler de bu bağlamda yeniden ele alınacak. Küresel düzenlemelerin, ulusal-korumacılık çerçevesinde değil de, mali alanda spekülatif balonları ve kayıtdışını gidererek, bunları denetim altına almaya yönelik olacağını söyleyebiliriz.
Bu açıdan krizin tam anlamıyla bitmesi, mali alanın yeniden düzenlenmesi, bu düzenlenmeyi sürekli kılacak kurumsal yapıların oluşmaya başlaması ile olacak.” (Cemil Ertem, Taraf, 21.08.2009)
Aktardığımız bu örnekte de görüldüğü gibi gelişmelerin bir boyutu doğru okunabilse de bu, eksik kalmakta, eksiklik de yanlış sonuçlar çıkarmayı beraberinde getirmektedir. Buradaki en temel yanılgı kayıt dışı olanın finans piyasalarına çekilerek finansın güçlenmesi sonucu krizden çıkılacağı öngörüsüdür. Tabii bu yaklaşım, krizin çıkış nedenlerinin yanlış değerlendirilmesi ile doğrudan ilintilidir ve sonuçta, dillendirilen yol haritalarına da yansımaktadır.
Sözü edilen regüle etme; kısa bir süre için “iyileşme var”, “krizden çıkılıyor” demeye yarayabilir, nefes aldırabilir. Ne var ki regüle edilen ekonomi değildir ve sistem, barındırdığı kriz üretme potansiyelini koruyarak “çözüm” aramaktadır.
Son dönemlerde borsadan olumlu tabloların yansıması tamamen göreli bir durumdur. Batan pek çok bankanın pazardan çekilmesi, büyük bankaların onların gelir kaynaklarını ve pazar alanlarını yutması, borsada kalan büyük bankaların hisse senetlerinin artmasına neden olmaktadır. Bu arada bugüne dek devletler tarafından büyük bankalara aktarılan “kurtarma paraları”nın, ekonomiye dönük olumlu bir etkisinin olmadığı görüldü. Çünkü bankalar bu kaynakları sanayi kesimine kredi olarak aktarmadı, yeniden tahvil almak için kullandı.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi kayıt dışının kayıt altına alınmasına dair son zamanlarda özel bir vurgu söz konusu. Bu konuda örneğin İsviçre bankalarındaki hesapların ortaya çıkarılması, “bir önceki sistemin çeşitli nedenlerle eşitsizliği, kayıt dışını, yüksek faizi, aşırı değerli hakim parayı ve borçlanma sistemini ürettiği” söylemi eşliğinde gerçekleşiyor.
Mevcut finans sistemi üzerinde dünya ölçeğinde bir ortak hegemonya oluşturmak, ilk bakışta olanaksız, abartılı bir tanım gibi gelebilir. Ne var ki bu düş, emperyalizm için yeni değildir. Ve iktisadi sistemi bir bütün halinde kapsamak üzere tasarlanmış bir projedir. Kimi coğrafyalarda sınırlı boyutlardaki parça parça serbest bölgelerden bir bütün halinde dünyanın emperyalist tekellerin “serbest cirit atma bölgesi” haline getirilmesi eğilimi, özellikle Sovyetlerin dağılması sonrasında üzerinde ısrar edilen bir amaç haline gelmiştir.
Bu süreçte merkez bankaları veya ülke ekonomilerine dair kurumlaşma ortadan kalkmayacak; ama şeklen de olsa var olan bağımsızlık, kriz ortamının hazırlayacağı zorunluluklar eşliğinde, adım adım öylesine aşındırılacak, öylesine dayatmalar söz konusu olacak ki geriye, iktisadi boyuttaki yerel iradenin sadece adı kalacaktır. Bu etkisizleştirip, küresel çapta tekelleşmiş iradenin altına alma sürecinde IMF’nin kredi için dayatacağı koşulların önemli bir rolü olacaktır. Eskiden verilen kredi için devletin hazine güvencesi yeterli görülüyordu. Ama bugün artık hangi gelir kaynaklarıyla bu borcun ödeneceğinin ayrıntısı isteniyor. Ayrıca gösterilen kaynaklara yerinde el koymak üzere düzenlemeler yapılması da amaçlanıyor (Osmanlı’nın Duyun-u Umumiye’sine benzer bir durum). IMF bunu borçların ödenmesinin garantiye alınması ile gerekçeliyor. Türkiye ile IMF arasındaki görüşmelerin uzaması da, IMF’nin “Gelir İdaresi’ni özerk hale getirin” biçimindeki dayatması da bu kapsamdadır. Yine, Tayyip Erdoğan’ın “Akreditasyon noktasında, dünya ülkeleri IMF ile münasebetleri dikkate alıyorlar” demesinin nedeni budur. Yani özel sektörün yurt dışından alacağı kredi de IMF’nin referansına/oluruna bağlı olacak. İşleyişe dair bu tür kurallar, dolaylı bağlar üzerine oturmuştur. Örneğin gelişmekte olan ülkeler için “bağımsız merkez bankası” ve özelleştirme programı uygulamak kredibilite unsuru olarak kabul ediliyor. Tersi durumlarda kredi notu düşürülüyor ve ülke, kredi bulmakta güçlük çekiyor.
Öngörülen ve ayrıntıları yavaş yavaş ortaya çıkan yeni süreçte, IMF’ye çizilen rollerden biri de giderek dünyanın tüm gelir kaynaklarının kontrolünün tek elde toplandığı bir “Maliye Bakanlığı” haline dönüşmesidir. Bu uygulamadan amaç, ulus devletlerin egemenliklerinin ve siyasal etkilerinin sınırlanması ve kaynaklara yerinde el koyabilme koşullarının oluşturulmasıdır. Tabii bu, bugünden yarına gerçekleşebilecek bir tasarı değildir. Hatta, son G-20 zirvesinde ülkelerin IMF içindeki paylarının yeniden düzenlenmesine dair yaşanan anlaşmazlıkların da nedeni budur. Daha önce, bunun tam tersi oluyordu; ilkin ülke ele geçiriliyor, sonra da kaynaklara el konuyordu. Ne var ki Irak ve Afganistan pratiği, bunun pek de uygun/karlı bir yöntem olmadığını ortaya koydu.
Bu arada IMF içinde ülkelerin kotaları ile belirli oranlarda oynansa dahi bu, G-8’den G-20’ye geçişteki sembolik çoğalmadan farklı olmayacaktır. Her iki yapıda da kararları “büyükler”in aldığı/alacağı biliniyor. Ayrıca, G-8’e eklenen 12 ülkenin de diğerleri ile aynı sınıfsal zeminde olduğu, halklarına sömürü ve baskı dışında bir şey vaat etmediği gerçekliği de bu tartışmada gölgelenmiş olmaktadır.
G-20 irade anlamında nasıl aynı G-8 (hatta G-7) ise, IMF de kimi kota oynamaları olsa dahi aynı IMF olacaktır. Yine emperyalist sermayenin tahsildarlığını yapmak, yoksul ve gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarının ve emek imkanlarının sömürülmesini kolaylaştırmak/meşrulaştırmak asli görevi olacaktır. Bu, aynı zamanda ABD egemenliği demektir. IMF’de her ülke, kotası ölçüsünde karar süreçlerine katılıyor. Ancak, karar alabilmek için %85 çoğunluk aranıyor. ABD’nin %17 kotası var. Bu, fiili veto yetkisi anlamına geliyor. Avrupa ülkeleri de dünya ekonomisindeki ağırlıklarının çok üzerinde kotaya sahipler.
Bugün artık maliyeti daha az ve sınırsız bir egemenlik amaçlanıyor. İşte tam da bu amaç eşliğinde dünyanın yeniden şekillendirilmesi süreci başlıyor. 1929’da krizin etkilerinin ortaya çıkması, aşılması ve yeniden düzenlemeler 20 yıl sürmüştü. Bu bağlamda bugünkü krizin 1-2 yıl içinde aşılacağı iddiaları, hiçbir biçimde gerçekliği yansıtmıyor. İddia sahipleri de bunun bilincindedir. Bu nedenle 20 yıllık öngörülenle strateji çiziliyor. Obama (veya kahya rolünde de olsa Davutoğlu) böyle bir ihtiyacın aktörlerindendir. Anımsanacak olursa, 3.Bunalım Dönemi’nin niteliklerinden biri de emperyalistler arası rekabetin savaşa ihtiyaç kalmadan çözülmesi, entegrasyona gidilmesi, vb. idi. Bugüne kadar ki pratik, bu tespiti doğrulamışsa da, bugün artık bölgesel düzeyde de olsa, zorunlu kalınmadıkça askeri yöntemlere başvurulmaması çelişmelerin “savaşsız” çözülmesi, ama tehdit, baskı ve provokatif imkanların saklı tutulması biçiminde bir süreç geliştirilecek gibi görünüyor. Bu çabalardan bir tanesi de “Esnek Müdahale Gücü”dür. Rusya ve Çin dışındaki G-20 ülkelerinden alınacak askerlerle oluşturulan bu güç, Nato dışında veya bir alt birim gibi çalıştırılarak devletlerin (ABD-AB) sorumluluk üstlenmesi de ortadan kaldırılacaktır. 20 bin kişilik bu özel birlik emperyalizm için (ABD ve AB) sorunlu (!) bölgelere müdahalelerde bulunacak. Vur-kaç taktiği kullanılarak, savaşa gerek kalmaksızın sürecin emperyalizmin lehine çevrilmesi sağlanmaya çalışılacaktır.
Tabii ki dünya dama taşlarından ibaret değildir ve asıl çelişme emperyalistler arasında değil, egemen güçlerle halklar arasındadır. Bu nedenle, anlatmak istediğimiz “dikensiz gül bahçesi” değildir. Sadece, yönetimin/tercihin nitelikleridir. Bu eğilim, Brezinski’nin ifadesinde, daha net biçimde ortaya çıkıyor: “Irak için 400 milyar dolar harcadık ve bataklığa saplandık; Sovyetler için 293 milyar harcadık ve yıktık.”
İşte bugün sihirli bir anlam yüklenen açılım kavramı eşliğinde gündeme getirilen Azınlıklar sorunu da (Ruhban okulunun açılması, Ekümenlik meselesi, vb.), Ermenistan sınırının açılması, vb. de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Uzun vadede, bu düzenlemelerin tümü ABD’nin çıkarınadır. Aslında bu durum parti olarak AKP’nin de işine yarıyor. Eğer istediği türden bir destek sağlayabilirse, krizin gerçek sonuçlarıyla karşılaşmadan erken seçime gidilebilir. Seçim kaybedilirse, krizden değil de “açılımlar yüzünden” diyecek ve bir çeşit “siyasal özveri” yapmış görünecektir. Gerçi 2011 seçiminin tarihine dair zaten tartışmalı bir durum var. Yani süreç doğallığında bir erken seçime doğru sürükleniyor. Bunun bilincinde olan AKP kurmayları, kamuoyunun anayasa beklentisini de sömürerek sürece hazırlanabilir.
“Benim gördüğüm artık bu dönemde sivil bir anayasa çalışması bu parlamentoda olmaz. Ama ne olur, 2011 seçimi… Herhalde 2011 seçimi olacaksa eğer. Bunda da biliyorsunuz biraz ihtilaflı bir konu var. Bundan sonraki seçim bütün partiler açısından sivil bir anayasa seçimi olur artık.” (İçişleri Bakanı Beşir Atalay) Erken seçim olasılığı, aynı zamanda IMF’den gelebilecek kredinin nerelere ve nasıl kullanılacağının da işaretidir.
Ermenistan sınırın açılması, ABD’nin Hazar Havzası kaynaklarına ulaşması açısından büyük önem taşıyor. David Phillips; “Olur da sınır açılmazsa, bunun yaptırımları olur.” diyerek bu adıma atfedilen önemin altını tehditkar bir üslupla çizmişti. Bu sürecin, AKP’nin oylarıyla aşılması için gereken yapılmış görünüyor. 6 haftalık ilk süre, taraflara kamuoyunu hazırlamak için tanınan süreydi. Protokol imzalandı ve süreç, çeşitli “açılımların” sonuç vermesi babında ilan edilen takvime (Aralık ayına) doğru işlemeye devam ediyor.
Ekümenlik meselesine gelince; daha öncede söylediğimiz gibi “Obama’nın, Türkiye’ye gelip buradaki Ruhban okulunun açılmasını talep etmesi, ama beklendiği halde Patrik’i ziyaret etmemesi önemliydi. Çünkü Patrik’e ekümenlik statüsü tanınması konusunda ABD’nin bugüne dek çok önemli baskıları vardı. Ama henüz bunun adının bile kullanılması, Patrik’i makamında ziyaret etmesi bile, daha başlangıçta Rusya’nın çok sert tepkisine yol açacağı için ve mevcut iyimser imajı zedeleyebileceği düşüncesiyle bundan vazgeçildi. Sadece bütün din adamlarının temsilcilerinin yapmış olduğu bir toplantıda patrikle görüşüldü. Bütün Hıristiyanların ortak talebi olan Ruhban okulunun açılması konusunda ise sadece “iyi olur” biçiminde bir açıklama yaptı. Ruhban okulunun açılması, sonrasında dinsel temeldeki eğitimi meşrulaştıracağı ve Türkiye’deki siyasi iktidarın yani AKP’nin de politikasıyla örtüşeceği için böyle bir talepte bulundu. Yoksa şu anda en azından uzun dönemde düşmanı sayılabilecek ülkelerle çelişmeleri artıracak, ilişkileri gerecek her türlü tavır alıştan Obama sakındı. Ve patriği ziyaret etmedi. Ona bir ayrıcalık tanımadı. Bizim diyanet işleri başkanıyla birlikte onu da kabul etti.
Rusya, Patrik’in ekümeniklik statüsünü kazanmasına tepkili. Bütün Ortodokslar Moskova patriğine bağlı. Eğer buradaki patrik ekümenlik sıfatı kazanırsa, Yunanistan’daki, Balkanlar’daki Ortodoksların büyük bir kısmı buradaki patriğe bağlanacaklar ve Moskova patriğine sadece Rusya’dakiler bağlanmış olacak. Buradaki patriğin ekümenlik kazanmasını en çok isteyen ABD. Eğer bu sıfat verilir-se, Ukrayna, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan’daki bütün dini kurumlar buraya bağlanacak. Moskova bu yönüyle yalnız kalacak.
Kemalizm’in ket vurduğu şeylerden birisi de budur. ABD’nin Kemalist hareketle arasının pek iyi olmamasının nedeni, laiklik uğruna Atatürk hilafeti yasaklarken onunla beraber dinsel kurumları da yasaklamıştı. Ve buradaki Fener Rum Patrikhanesi, ekümenlik özelliğini yani Ortodoks aleminin merkezi olma özelliğini kaybetmişti. Şimdi o zamandan beri Moskova Patriği, bütün Ortodoksların ruhani temsilcisi. Yunanistan ve Avrupa’daki Ortodokslar dahil tümü Moskova’ya bağlı. Bu Moskova’ya diğer ülkeler üzerinde bir hareket esnekliği sağlıyor. Dinsel yönden bağımlılık. Hatta iş o kadarla da kalmıyor, çünkü kilise muazzam bir ekonomik kaynağı da elinde tutuyor. Çok geniş arazileri, fabrikaları, işletmeleri elinde bulunduruyor, hatta Rusya’da tekel niteliğinde fabrikaların varlığından bahsediliyor. Hemen hemen bütün dünyada bu özelliklere sahip. ABD’nin istediği Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümeniklik kazanması, dolayısıyla Amerikan yandaşı olan bütün kiliseler de buraya bağlanmış olacaklar. Rusya, bu gelişmeye şiddetle karşı çıkıyor. ABD, ısrarla Türkiye’den bunu istiyor.” (Devrimci Hareket Sayı:28 Sf.5) .
Geçtiğimiz aylarda Ortodoks alemi en güçlü iki din adamı, Fener Rum Patriği Bartholomeos ve Moskova Patriği Kiril İstanbul’da bir araya geldi.
Moskova, Fener Patrikhanesinin “eşitler arasında birinci” olduğunu kabul ediyor ama Bartholomeos’u dünyada 250 milyon Ortodoks’un lideri olarak tanımıyor. Moskova, Fener’i Ortodoks aleminin 15 Otesefal Kilisesinin sadece birisi gibi görüyor.
Ermenistan sınırının açılmasıyla Hazar Havzası kaynaklarına ulaşacak olan ABD, aynı zamanda bu Ekümenlik ve Ruhban okulu meselesini gündeme getirerek bölgede Rusya’nın gücünü zayıflatmaya çalışıyor.
G-20 NEDİR, NE DEĞİLDİR?
Yukarıda yaptığımız alıntıda görüldüğü gibi G-20’yi, küresel kapitalizmin bundan sonraki patronu bir ittifak bir ortak irade olarak değerlendiriyor. Bu, G-8’i G-20’ye çıkaran emperyalist iradenin tam da algılattırmak istediği aralıkta kalan bir değerlendirmedir. Gerçekte ise G-8’in G-20’ye çoğaltılmasının arka planında; büyüklerin karar aldığı, diğerlerinin uyguladığı; bu durumun “sömüren-sömürülen” çağrışımı yaptığı dolayısıyla da G-8’den çıkan kararların geri kalan ülkelerle halklar nezdinde meşruiyet problemi yarattığı biçiminde özetlenebilecek bir değerlendirme yatıyor. İşte bu sürecin bittiği, artık bazı ülkelerin diğerlerini ucuz işgücü ve hammadde kaynağı olarak gördüğü sürece, krizle beraber sonuna gelindiği; aralarında hiçbir çıkar çatışması bulunmayan geniş bir iradenin oluştuğu ve bu iradenin ekonomik veriler üzerinden tartışarak krizi çözecek biçimde bir imaj yaratıldı. Bu toplam içerisinde “etkisiz eleman” diyebileceğimiz ülkeler gibi güçlü ihracat ekonomileri konumundaki ülkeler de var. Böylece hem ülkelerle tek tek uğraşmak yerine onları eteklerinin altına toplamış, hem de kamuoyuna bir “dünya birliği” havası verilmiş oluyor.
“Artık sömürü yok, paylaşım var; savaş, saldırganlık ve sınıf yok, uzlaşma ve barış var” görüntüsü altında ülke ekonomileri teslim alınıyor. İşte tam da burada, ilerde ayrıntılı biçimde bahsedeceğimiz Türkiye’nin Irak’la başlattığı ve Suriye ile daha sınırlı boyutta da olsa sürdürdüğü, “kabinelerin tek hükümetmiş gibi karar alması” olgusunu anımsatmakta, konunun bütünlüğü açısından yarar görüyoruz.
Gerçekte bilinir ki ekonomileri güçlü olamayan (etkisiz eleman) ülkelerin alınan kararlarda imzaları olsa dahi söz hakları ve sonuçta oluşacak kar/kazanç hanesinde payları olmaz.
Tüm bu gelişmeler yaşanır ve dünya’ya “barış” imajı pompalanırken, son bir yıl içinde ABD’nin (sadece resmi rakamlara göre) silah satışı %50 artmış; yani savaşa yapılan yatırım hız kesmemiştir. Bu süreçte ABD Savunma Bakanı Gates, Afganistan’dan çekilmenin zamanı olmadığını ve savaşmaya değdiğini, 21 bin ABD askerinin daha gönderilmesini de içeren Afganistan stratejisinin “sadece başlangıç olduğunu” söyledi. Bu haberler yapıldığında, NATO’nun insansız savunma uçağı, petrol tankerini vurmuş, 90 kişiyi öldürmüştü.
Obama, Irak’a bakışının Bush’tan farklı olduğunu söylese de yardımcısı Joe Biden, Saddam Hüseyin’i kastederek “4 Temmuzu onun sarayında kutluyoruz. O…çocuğu şimdi mezarında ters dönüyordur.” derken, gerçekte Obama ile ne Irak’a ne de genelde halklara bakışın değişmediğini/değişmeyeceğini ortaya koyuyordu.
Krizden ilk çıkan, kendini toparlayan ülkelerin ABD ve Avrupa ülkeleri olacağı biliniyor. Ama G-20 “ehlileştirme kampında”, krizin sonuçlarının aynı oranda herkesi ilgilendirdiği ortak kanaati üzerinden, eskisi gibi kimi ülkelerin kendi sınırları içinde ulusal ekonomilerine çözüm getirmeleri engelleniyor. Gerçekte Türkiye gibi ülkelerin G-20 içindeki rol ve inisiyatifleri, bir konu mankeni olmaktan ibarettir. Gırtlağına kadar borca batmış bir ülkenin alınan kararlarda söz ve etki sahibi olduğu hiç de gerçekçi değildir. Bundan sonra da eski sistem yine yürüyecek, sorunların IMF aracılığıyla aşılması (kredilendirme) telkin edilecek; söz konusu ülkelerin ticaret duvarlarını yükselterek kendi içinde çözüm üretmeleri engellenecektir.
G-20 TOPLANTISININ EYLÜL AYININ SON HAFTASINA DENK GETİRİLMESİ BİR TESADÜF DEĞİLDİR
Gerek çözüm üretme, gerekse krizin gidişatı açısından iyimser bir hava yayma eğiliminin toplantının tarihi üzerinde etkili olduğunu söyleyebiliriz. Krizin derinleşmesinin sonuna gelindiği, durgunluğun bittiği biçimindeki yönlendirmeler, seçilmiş ekonomik göstergelerle beslenirken, bu kanaati güçlendirici grafikler ortaya koymak için de özel bir çaba harcanmaktadır. Hesaplama yapılırken, zaman dilimi doğru seçilirse, yani krizin başladığı ilk aydan bugüne kadar ki veriler alınırsa, herhangi bir iyileşmenin olmadığı görülür. Ne var ki iktisatta, “baz etkisi” olarak bilinen sapmalar söz konusudur. Örneğin yaz aylarında, bazı sektörlerin hareketlendiği; tarım, vb. nedenlerle nüfusun yer değiştirdiği, fiyatların (sebze, vb.) düştüğü, turizmin canlandığı görülür. Bu durum, bir iyileşme olarak gösterilmek istendiğinde, ölçü alınacak zaman dilimi ona göre seçilir. İşte bu nedenle, krizin ilk dışa vurduğu yaz aylarının en başından bu yazın sonuna kadar ki süreç seçilerek (sonbaharın etkisi dışta tutularak) bir grafik çizilmiş ve o iyimserlik eşliğinde G-20’ye gidilmiştir.
O iyimser grafiklerden biri de, bazı ürünlerde fazla talebe bağlı olarak fiyatların arttığını göstermektedir. Örneğin demirde, çelikte böyle bir artış söz konusu. Bunun da nedeni Çin’dir. Çin, içinde demiryollarının, boru hatlarının olduğu olağanüstü yatırımlar yapıyor. Bu çerçevedeki talep yükselişi fiyatları da yükseltiyor. Kısacası demir, bakır ve diğer hammadde piyasalarındaki güçlü talebin arkasında Çin ekonomisinin büyüme hızı yatıyor.
İşte gerek seçilmiş özel grafikler, gerekse medya üzerinden yükseltilen “ekonomi ve enerji barışı” söylemleri eşliğinde, G-20’ye dönük yapılan güzellemeler; ABD’nin stratejisine destek niteliği taşımaktadır. G-20 kapsamında toplanan ülkelerin aralarında hiçbir çelişme olmadığı, rakip değil dost oldukları; bu zirvenin el ele verilerek dünyanın krizden kurtarılması için kararların alındığı bir zirve olduğu biçiminde bir hava yaratılmak istenmiştir. Aslında Obama’nın Doğu Avrupa’ya yerleştirilmesi düşünülen füze kalkanına dair yaptığı hamle de, yıpranan barışçı/uzlaşmacı imajını tamire dönük bir manevra olarak da okunabilir. Bu hamlenin BM ve G-20 toplantıları öncesine denk gelmesi de bir tesadüf olmasa gerek. Rusya’nın sürece daha ılımlı girmesini beraberinde getirdi. Bu konudaki beklentilerden biri de hamlenin, Rusya-İran ilişkilerini etkilemesiydi. Gerçi, bölge öylesine sıcak ve hareketli ki, öncelikler ihtiyaca göre yer değiştirebilmektedir. Örneğin füze kalkanından vazgeçip Rusya’dan kimi beklentilere (Ermenistan konusu da dahil) girilirken aynı zamanda Gates’in “İran’ın henüz uzun menzilli füze tehdidi oluşturmadığı yolundaki istihbarat yanlış çıkarsa, planlarımızı değiştirebiliriz.” biçimindeki açıklamasıyla açık kapı bırakılmıştır.
Bilindiği gibi İran, Rusya için gerek ekonomik gerekse stratejik açıdan önemlidir. ABD eksenli silah ambargosu altında olan İran, Rusya için önemli bir silah pazarıdır. Rusya’dan askeri-teknik alanda ve nükleer silah alanında ithalat yapılmaktadır. Aynı zamanda Çin ve Kuzey Kore gibi Rusya’nın da orta ve uzun menzilli füze sistemlerini geliştirmeye yardımcı olduğu biliniyor. İran’ın Rusya için ikinci önemi ise stratejiktir. Rusya, İran’ın bölgede ABD karşıtı duruşuna destek vererek bir anlamda Ortadoğu’da tutunma noktası oluşturmuştur.
Bütün bunlara rağmen Rusya, Obama’yla görüşme sonrasında, İran’a dair duruşunu değiştirmiş görünüyor. Obama ile görüşmenin ekseninde füze kalkanı vardı. Bu konu Rusya için sanıldığından da büyük öneme sahipti. Sovyetler döneminde ABD ile ileri savaş teknolojileri konusunda girilen rekabette muazzam kaynaklar harcanmış, bu durum çöküşte önemli bir rol oynamıştı. Bu süreçten kalma kadrolar Putin ve Medvedev bu gerçekliğe birebir tanık olmuştu. İşte bugün de belki krizi en hafif atlatacak ülkelerden biri olarak ABD ile “uzay savaşları” bağlamlı geniş çaplı bir askeri rekabete girmek işlerine gelmiyor. Bu nedenle, Obama ile görüşmede belirli tavizler karşılığında bu alandaki rekabetin dozu düşürülmüş görünüyor.
ABD için sorun İran ise, Türkiye’nin doğusu füzeler için en uygun coğrafya sayılırdı. Veya Rusya tarafından bir başka seçenek olarak Azerbaycan’ın yüksek tepeleri önerilmişti. Tam da bu döneme denk gelen Türkiye’ye patriot satışı, aslında bu süreçten farklı bir gelişmeydi. Gerçekte Türkiye, ABD’nin bölge jandarmalığını (İran, vb. nedenlerle yapacaksa) zaten silahlanması gerekiyordu. Ama iki süreç fiilen örtüşmüş oldu.
Rusya açısından kaygı verici bir diğer olgu da Çin ile ABD arasındaki ekonomik bütünleşmenin boyutuydu. Bir anlamda Çin ile olan ilişkiler de Rusya ve ABD arasında bir gerilim, mücadele sebebiydi. Çin’den geçip okyanusa açılan boru hattı projesi için Rusya’nın gerekli desteği/krediyi bulamamış olması buna bir örnektir. Obama ile görüşmenin bir boyutu da ekonomik sürece ortak müdahale ile ilintiliydi. Ne var ki bundan ortak bir karar çıkmadığı görülüyor.
IRAK’TAN ÇEKİLME TAKVİMİ İŞLİYOR, İŞLER YOLUNDA GİTMİYOR
Irak’ta olup biteni anlamak açısından, son dönemlerde yapılan eylemler, özel bir öneme sahip. Görünen o ki, işgal süreci boyunca, yaptıkları eylemlerin seçimi ve zamanlaması ile ABD’nin Irak’taki hesaplarına dair işini güçleştiren BAAS’lı direnişçiler, ABD’nin çekilme egzersizleri yaptığı bu dönemde, varlıklarını/güçlerini hissettirmek istediler. Eylemlerin yeri, zamanı ve olma şekli bir bütün halinde sürece dair mesajlar veriyor.
Yaklaşan seçimler Irak’taki siyasal gelişmelerin seyri ve ABD’nin beklentileri açısından büyük önem taşıyor. Olası bir Şii-İran ittifakını ve Şiilerin blok halinde seçime katılmalarını önlemek için, Şii gruplara yönelik yoğun bir baskı/saldırı söz konusu. Şiilerin nüfus yoğunluğunun tek irade halinde sandığa yansıması olasılığı, ABD’yi ve siyasal iradeyi tehdit ediyor. Aynı şekilde Kürt potansiyelin de ortak liste oluşturarak seçime girmesi bekleniyor. Bu veriler, Irak’ta Maliki’nin de ABD’nin de işinin zor olduğunu gösteriyor. Irak’ta asıl çatışmaların seçimlerden sonra başlayacağını söylemek abartılı olmaz.
ABD halen, mevcut (kukla) parlamentodan bile istediği petrol yasalarını geçirebilmiş değil. Dayatmalara ve var olan anlaşmaya rağmen temenni ettiği mülkiyet ve kazanç ilişkisini hayata geçirmekte güçlük çekiyor. Dünyanın 3. büyük petrol rezervlerinin sahibi Irak’ın hesap edilenden de öte petrolü olduğu biliniyor. İşte bu petroller, altı yıllık işgalin devamı olarak ve otuz yıl aradan sonra özelleştiriliyor.
Irak Petrol Yasası, Üretim Paylaşma Anlaşması’na dayanıyor. Buna göre yeni rezervlerin mülkiyeti devlete, geliri özel şirketlere ait olacak. Şirketler ise, varil başına hükümetten ücret alacak. Bu tür anlaşmalar genellikle petrol çıkarmanın çok zor ve maliyetli olduğu ülkelerde, yabancı yatırımcıyı teşvik için imzalanıyor. Irak’ta ise böyle bir durum yok. Aksine, belki tesisler ve nakil yöntemleri eski, ama her yerden petrol fışkırıyor. Bu durum, böyle bir anlaşmanın neden tercih edildiğinin de göstergesidir. Ne var ki bu anlaşmaya rağmen, hükümet ihale aşamasında işi sıkı tutuyor. Temmuz ayı itibariyle sadece BP konsorsiyumu Basra’daki Rumeyle yatakları için imza atmıştı. TPAO’nun da içinde bulunduğu diğer konsorsiyumlar hükümetle fiyat konusunda anlaşamadı. Hükümet, şirketlere varil başına 2 dolar ödemeyi önerirken, şirketler en az 7-8 dolar talep ediyor. Bunu bir ayak direme olarak okumak gerekiyor. Yoksa, özellikle ABD, işgal için yaptığı harcamaların karşılığını fazlasıyla almak için ne gerekiyorsa yapacaktır.
Tabii bu toplam veriler/nedenler Irak’ta seçimlerden sonra işlerin daha da karmaşıklaşma olasılığına işaret ediyor. Buna bir de “Kuzey Irak Bilmecesi”ni eklemek gerek. O bölgede hala, tüm çabalara rağmen çok bilinmeyenli ve karmaşık bir denklem hükmünü sürdürüyor. Dünyadaki enerji kaynaklarının (petrol+doğalgaz) %2’sine, Irak’taki petrollerin %20’sine sahip olan bu bölgede, mevcut paylaşımının belirsizliğine bir de merkezi Irak yönetimi ile Bölgesel Yönetim arasındaki çelişmeler/anlaşmazlıklar eklenmiş durumda. Gerçi Kuzey Irak yönetimi fiili bir durum yaratarak, petrol şirketleri ile gerek üretim gerekse sevkiyat için anlaşmalar yaptı. Ne var ki, kamuoyuna “merkezi hükümetle aramızda sorun yok” mesajı verilse de belirsizlik ve anlaşmazlıklar varlığını koruyor.
Bütün bu sorunların çözümünde, Irak’taki seçimlere önemli bir rol biçiliyor. Bu arada ABD, bir taraftan çekilme söylemini korurken diğer taraftan örneğin Kuzey Irak yönetiminin güvenliğini almaya eğilimli görünüyor. Tabii “Kuzey” denince akla gelen ilk çelişme dinamiği olan Kerkük’te de sorunlar aşılabilmiş değil. Kerkük, Türkmenler ve Kürtler için çok önemli. Türkmenler Kerkük’ü başkent olarak görüyor. Talabani’nin ifadesiyle de Kerkük, “Kürtlerin Kudüs’ü”. Bunun yanında da bölgede müthiş bir petrol rezervi var. Mevcut çelişme potansiyeli içinde Kürtlerin lehine bir sonucun çıkması yüksek olan Kerkük referandumunu ABD, geciktirmeye devam ediyor.
İşte tam da bu noktada tüm bu çelişmeler eşliğinde belirli oranlarda çekilse dahi, bölgedeki çıkarlarından, irade ve hegemonyasından vazgeçmeyecek olan ABD’nin ihtiyaçları bağlamında, Irak ve Ortadoğu eksenli geniş bir coğrafyada (BOP anımsanmalı) nasıl bir taşerona/kahyaya ihtiyacı olduğu düşünülürse; “Neden Türkiye, neden açılım ve neden şimdi?” sorularının yanıtını doğru vermek mümkün olur.
DAVUTOĞLU’NUN AJANDASINI YAZAN İRADE TÜRKİYE DEĞİLDİR
Bölgede artan diplomatik trafik; Kıbrıs’tan Ermenistan’a, Irak’tan Rusya’ya, Ruhban Okulu’ndan Kürt Sorunu’na ve azınlıklara dek uzanan geniş kapsamlı açılımlar, Türkiye’nin rolüne dair abartılı tanımların yapılmasını beraberinde getirdi. “Türkiye kendi geleceğini tasarlıyor”, “Merkez ülke” gibi vurgularla, sanki atılan adımlar, yapılan ziyaretler, doğrudan Türkiye’nin karar verdiği adımlarmış gibi yansıtıldı. Gerçekte ise, Davutoğlu’nun ajandasını yazan irade Türkiye değildir.
Davutoğlu, T.Erdoğan’ın baş danışmanı iken, Obama’nın seçilmesinin hemen ardından (daha göreve başlamadan) ABD’ye gitti. Ve çeşitli temaslar sonucu Türkiye’ye döndüğünde “Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir” dedi; milletvekili olmadığı halde, dışişleri bakanı oldu. Bu atamanın/tercihin niteliği, gelişmelerin arka planının kavranmasında bir anahtar rolüne sahiptir.
ABD, Davutoğlu’nun gerek politik açıdan gerekse ilişki ve çelişmeler açısından bölgeye hakim bir kişi olduğunu biliyor. Bölgede ABD çıkarlarının nasıl dengelenebileceği konusunda da tecrübeli olan Davutoğlu, ABD’nin doğrudan temsilcisi/bölge kahyası gibi davranıyor. Bu öyle bir rol ki, Davutoğlu, AKP’den de görece özerk bir şekilde, doğrudan ABD’yi ilgilendiren sorunlar için de müdahaleci/arabulucu oluyor. Örneğin son Irak-Suriye sorununda, Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmediği halde rol almış, arabuluculuk yapmıştır. Son dönem ABD ile girilen işbirliği ile beraber, Davutoğlu’nun rolünün kapsamı da önemi de arttı. Kanada’lı Marksist Rubin bile, onun “7 ülke 7 seçim” değerlendirmesini sayfasına taşımış.
Bilindiği gibi Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı bir tezi/kitabı var. Bu teze göre Türkiye Ortadoğu ve Orta Asya’nın yeniden şekillenmesinde katalizör bir güç olacak. Buradaki işlevi, ABD’nin 2.Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın bütünleşme ve yeniden inşasında anahtar rol oynamasına benzetiliyor. Son olarak Davutoğlu, yaptığı bir açıklamada “Eskiden Irak’la devlet-devlet ilişkimiz vardı, şimdi Irak’taki bütün gruplarla ilişkimiz var” dedi. Anımsanacak olursa, bu sürece gelinceye dek gerek Irak’ta gerekse Türkiye’de pek çok toplantı yapıldı.
Tükiye’nin K.Irak’la buzları erimişken, ABD bunun bozulmasını istemiyor. ABD, Kuzey Irak’taki kaynakları Türkiye üzerinden aktaracak. Bölge, su kaynakları ile de zengin. Süreç içinde sınırın büyük ölçüde geçirgenleştirilmesi; siyasal, ticari genişlemeyle, gel-gitlerle fiilen ortadan kaldırılması amaçlanıyor. Şu anda bekleyen Belediyeler Birliği, ortak üniversite, kültürel ortak etkinlikler, ticari ve siyasi açılımlar gibi pek çok projeyle sınır saydamlaştırılacak.
Tabii bu gelişmelerden Ali Babacan’ın da dediği gibi Türkiye’nin artık “küresel ekonominin kaptan köşkünde olduğu” sonucu çıkmaz. Her dış gezi sonrasında büyük işler başarıldığı imajı verilse de bu gelişmelerin hiçbiri yansıtıldığı gibi ne merkez ülke ne de “küresel aktör” noktasına taşımıyor.
Suriye ile girilen ilişki, kriz ve Hariri suikastı nedeniyle sıkışan ülkenin bir entegrasyona doğru zorlanmasını amaçlıyor. Bölgede ABD’nin ihtiyacı olan bu taşeronluk işini İsrail yapamayacağına göre, uygun ülke Türkiye idi. Türkiye’nin, 1 Mart Tezkeresi nedeniyle, bölgede ABD’ye dönük tepkilerin olduğu yerde de olumlu karşılanma gibi bir avantajı var.
Irak konusunda Türkiye’ye özel bir misyon yükleniyor. Irak seçimleri öncesinde ve sonrasında kaosun ve saldırıların artacağı düşünülerek Türkiye, arkasında ABD’nin olduğu bir sahnede öne çıkarılıyor. Kabinelerin tek hükümetmiş gibi toplanması dahil, atılan adımların nedeni budur. Abartılı rakamlarla anılan ekonomik paketler, ihaleler, vb. ABD adına girilen kahyalık ilişkisini meşru göstermeye dönük ciladan ibarettir. Çünkü Irak için yapılan tüm ihaleler ABD’de büyük şirketler tarafından bağlanıyor ve pazarlanıyor. ABD’li firmalar bu işleri kendileri gidip birebir yapamayacaklarından, taşeron olarak Türk firmalarına verecekler. Bu da asıl pastanın ABD’li firmalara ait olacağı anlamına geliyor. Bu bağlamda Türkiye ekonomisine büyük katkılarının olacağı iddiası abartılıdır.
ABD aynı zamanda stratejik bölgelerde, örneğin Ortadoğu’da Türkiye üzerinden bölgesel bir çekim merkezi oluştururken, “taşeron partner”ine siyasal, ekonomik ve askeri bir rol biçiyor. ABD’nin krizden çıkma ve süreci lehine çevirme projeleri salt kar-zarar hesaplarından ibaret değildir. Örneğin kimi ülke ekonomilerinin önünü kesmek, büyümelerini önlemek de bu kapsamda bir çabadır. Kimi durumlarda örneğin askeri ve siyasal olarak kabul edilmeyecek projeler, iktisadi açıdan cazip hale getirilerek kabul ettirilmektedir. Bu bağlamda Irak’taki yeniden yapılandırma da, “Ermenistan Açılımı” da IMF ve DB toplantılarıyla bir arada değerlendirilmelidir. Türkiye’nin Afganistan’a ek muharip güç göndermeye ikna edilmesi de benzer bir süreçtir.
AÇILIMIN SEBEP OLDUĞU EN BÜYÜK YIKIM TOPLUMSAL MUHALEFETİN SİSTEME YEDEKLENMESİ OLMUŞTUR
Sindirme, kitlelerin yedeklenmesini beraberinde getirir. Sistemin temsilcisi olan Abdullah Gül’ün”Güzel şeyler olacak.” söylemine karşılık Öcalan’ın “Bu iş Mustafa Kemal’in cumhuriyeti kurması kadar önemlidir.” söylemi arasındaki örtüşme, düşündürücü olduğu kadar da acıdır. Algıları yönlendirmeyi amaçlayan Ahmedi Xani’li, Mem-ü Zin’li bu projeye kayıtsız şartsız destek sunmak en iyi ihtimalle özgüven sorunudur. Kürt halkının hangi taleplerinin karşılanacağının bilinmediği koşullarda ESP, SDP gibi çevrelerin Edirnekapı Şehitliği’nde yaptığı eylemler programsızlığın, devrimci duruştan uzaklaşmanın göstergesi olarak okunmalıdır. Ülke gündeminde bir tartışma açıldığında (anayasa vb.) sol ve devrimci yapılar buna soldan kendi projeleriyle katılırlar. Eğer sistemin projesinden “bana ne düşer” denirse, yedeklenmiş olunur.
Açılımda da yapılan budur. Demokratik diye bilinen pek çok kurum, aydın ve sanatçı dahil, bu projeyi destekler duruma düşürülmüştür. Karşı çıkanların töhmet altında kalacakları “analar ağlamasın” söylemli bir süreç işletildi.
Devletin bu yedekleme başarısında sadece 90’larda yaşanan çözülmenin değil, bugün artık solu içerden kemirir boyuta gelen sol liberalizmin yaygınlığının da rolü büyüktür. Öyle ki solun ana damarı diyebileceğimiz devrimci dinamiklere bile bu eğilim sızabilecek çatlaklar bulabilmektedir. Bu durumu Ömer Çelik “Artık böl yönet devri bitmiştir, entegre et yönet devri başlamıştır.” diye ifade etmiştir.
Değerlerdeki bu çözülme ve kavrayıştaki bu çarpılma, örneğin solda duran bir sendika yöneticisinin İMF ve DB ile tartışılabileceğini önermesi gibi (Nuh Nebi’den kalma teori yakıştırmaları gibi) bunun çeşitli biçimlerine rastlanır oldu.
AKP, sermaye içi çatışmada “darbe karşıtlığı” söylemiyle kimi sol grupları kendisine yedeklemeyi başarmıştı. Bugün de Kürt sorunu konusundaki beklentileri istismar ederek önemli bir kesimi sisteme yedeklemiştir.
ÖDP, EMEP, Halkevleri gibi yapıların gazetelere ilan vererek AKP’nin uygulamaya soktuğu açılımı sonuna kadar destekleyeceklerini duyurarak fiili bir yedeklenme pozisyonuna düşmüşlerdir.
Türkiye kesiminde sınıflar mücadelesini yükseltebilmek için bu savaşın bitmesi gerektiğini düşünen bu kesimler, sürecin hiç de böyle işlemeyeceğini yakın bir gelecekte göreceklerdir.
Süreç giderek bugüne kadar programatik olarak değil, pragmatik olarak PKK’yi alkışlayanların, eleştiriden kaçınanların düştüğü durumu daha açık biçimde ortaya çıkaracaktır. Önemli olanın, konjonktürel güç değil, nihai hedefle anı doğru ilişkilendiren bir güç olabilmek olduğu görülecektir.
TASFİYENİN ÇÖZÜM GİBİ GÖSTERİLMESİ BİLİNÇLERİN ÇELMELENMESİ EŞLİĞİNDE YÜRÜTÜLÜYOR
Egemen güçlerin devrimci bir dinamiği kontrol altında tutmak için bir takım yöntem ve araçlara başvurması varlık koşullarından birisidir. Bu kontrol bazen zor yöntemleriyle bazen de ehlileştirme ve yedekleme yöntemleriyle sürdürülebilmektedir. Son zamanlarda “Reform”, “Açılım” vb. söylemlerle psikolojik ortam yaratıp, daha sonra gerçekte halk karşıtı bir politikayı tepki almadan, hatta destek alarak hayata geçirmek yaygın bir tarz haline gelmiştir.
Anımsanacak olursa 5 Kasım 2007’de Oval Ofis’te yapılan görüşmede, özellikle Kuzey Irak bağlamlı kararlar alınmıştır. Bunlardan biri de PKK’nin silahsızlandırılmasıydı. Takip eden süreçte Erbil’de yapılan Abant Platformu toplantısında bu konu açıklıkla dile getirilmiştir. Özellikle Kuzey Irak’ta, içinde MİT’in de olduğu bu çalışmanın varlığı artık gizlenmiyor.
Yazının önceki bölümlerinde belirttiğimiz gibi bu yılın sonuna kadar bu işin çözüleceğinden kastedilen PKK’nin bir sorun olmaktan çıkarılmasıdır. Yani çözülmekte olan Kürt sorunu değil “PKK Sorunu”dur.
PKK bir paradoks içindedir
Bir program dahilinde nihai hedefe doğru yürümekte olan bir yapının talepleri/hedefleri bellidir. Bu hedeften uzaklaşıldığı oranda öznellik artar. Taleplerde öznellikle malul bir daralma yaşanır. Öznelleşme ağır bastığı dönemlerde nihai hedef yerine an’a vurgu yapmak, soyuttan somuta geçilmiş gibi önemsenir, ama gerçekte ise uzun vadeli perspektifi yitirmek an’a dair perspektifi de bozar. Mücadele ihtiyaçlarının yerini farklı ihtiyaçlar almaya başlar. İşte bugün PKK’yi bir paradoksa sokan gerçek nedenler bunlardır; 25 yıldır ödenen bedellerin karşılığının istenmesi ile tasfiye eğilimi bir paradoks oluşturmaktadır.
Gelinen aşamada ototasfiye ile malul bir programı dahi devletin karşılamaya yanaşmaması PKK’nin bu gerçekliği sebebiyledir. Elbette Kürt gerçeğinin kabul edilmesinde 25 yıllık mücadelenin rolü vardır. Ne var ki yaşanmakta olan durum “kavgada kazanılanın masada tescili” değildir. Bu tür sorunlar son dönemin moda deyimiyle “kazan-kazan” yöntemiyle çözülemez. Bu ancak iki egemen arasında uzlaşma için bir modeldir. Karşıt iki sınıf arasındaki mücadelede biri kazanıyorsa, diğeri mutlaka kayba uğruyordur. Egemenlerin de dediği gibi süreç “hazmede hazmede, hazmettire hazmettire” ilerletilmektedir.
Programatik değil pragmatik bir çizgi izleyen PKK’yi devlet tam saha markaj uygulayarak inmeye zorlamaktadır. Gelişmelerin bir kez daha gösterdiği gibi ezilenlerin en küçük bir hak talebi ancak mücadele edilerek karşılanabilir.
Emperyalizmi geriletip zayıflatmayan hiçbir gelişmenin demokratik muhtevaya sahip olması beklenemez. Kürt halkının ulusal kimliğini özgürce geliştirebilmesinin önündeki en büyük engel, mevcut sistemdir. Emperyalizmin zayıflatılmadığı, faşizmin geriletilmediği koşullarda özgürleşmeden söz etmek en hafif deyimiyle saflıktır.
Toplumsal mücadeleler, bir program dahilinde yürütülür. Kaldı ki emperyalist sistemin birikimlerinin ve karşı devrimci yöntemlerinin çeşitlendiği günümüzde, devrimci mücadele programı, uzun erimli ve hedefe kilitlenen bir içeriğe sahip olmalıdır. Yürünecek tüm yolların taşları, varılacak hedefe göre döşenmelidir. Tüm dinamikler ortak hedefte buluşturulmalıdır.
Türkiye’de demokrasi meselesi, devletin faşist karakteri nedeniyle (emperyalizme bağımlılık-yeni sömürge) devrim sorunudur. En küçük demokratik bir gelişim için bile ağır bedellerin ödeneceği bilinen bir gerçekliktir. Demokrasinin önündeki sorunlar sıralandığında ilk akla gelen sorunlardan biri de Kürt sorunudur. Kürt Sorunu’nun çözümü ise toplumdaki diğer demokratikleşme programında yer alan sorunlardan bağımsız ele alınamaz. İşçilerin örgütlenme özgürlüğü talebi, tarım kesiminin sorunları, kadın sorunu ya da laiklik sorunu gibi konular tek başına ele alınarak çözüme kavuşturulamaz. Demokrasinin olmamasından kaynaklı tüm bu sorunlar tekil olarak değil, ortak bir programda yan yana getirilerek çözüme kavuşturulabilir. Ortak bir programda yan yana gelecek olan bu toplumsal dinamikler, birbirini çelmelemeyecek, tam tersine birbirini besleyerek güç verecektir. Önemli olan, devrimden (demokrasiden) çıkarı olan tüm sınıf ve katmanların ortak faydayı gözeten bir programda birleştirilmesidir. Aksi takdirde bu sorunlardan bir tanesini başat ilan edip, öncelikle o sorunun çözümlenmesini talep etmek, süreci tıkayıcı bir rol oynayacaktır. Söz gelimi, “Kadın sorunu öncelikli sorundur, önce bu sorun çözüme kavuşturulmalıdır.” saptamasını ele alırsak; tüm muhalif dinamiklerin desteğini ve onayını almış da olsa çözüme ulaşma şansına sahip değildir. Çünkü egemen sınıfların gücünü kırması gereken diğer dinamikler atıl kılınmış olur ve söz konusu olan kadın sorunu da bir çözümsüzlük hali yaşar.
Benzer bir durum Kürt Sorunu’nda da yaşanmıştır. Kürt Sorunu’nun çözümünü öncelikli kabul edip diğer toplumsal dinamiklerle eşgüdümlü bir çabanın ortaklaştırılmaması tıkanmaya yol açmıştır. Hatta böylesi bir yolun izlenmesi diğer toplumsal muhalefet kesimlerinin sisteme yedeklenmesine sebep olmuştur. Deyim yerindeyse ortak kurtuluş projesinde buluşabilecek kesimler dağınıklığa itilmiş hatta birbiriyle çelişir duruma düşürülmüştür.
Sistemin anti-demokratik yapısından rahatsız olan tüm kesimlerin taleplerini dikkate alan, bütüncül bir programı hayata geçirmek, emekçileri çözüme götüren bir duruşun da ifadesi anlamına gelecektir. Diğer türlü sorunların çözüme kavuşma şansı yoktur.
Bizler tüm yakıcılığı ile ortada duran ve çözüm bekleyen Kürt Sorunu’nun bu bakış açısıyla çözüleceğine olan inancımızı koruyoruz. Emperyalizme karşı bağımsızlıktan, faşizme karşı demokrasiden yana olan emekçi halkların devrimci bir yolda buluşarak nihai hedefe yürürken sloganların birbirini tamamlayan senfonik bir şarkıya dönüşeceğini şimdiden görüyoruz.
5 Kasım 2009
DEVRİMCİ HAREKET