KÜRT HALKININ ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNDEKİ KAZANIMLARI
“DEMOKRATİK AÇILIM” LABİRENTLERİNDE KAYBEDİLMESİN
İnsanlık tarihi boyunca, “dün” ve “yarın” felsefenin ana teması olmuştur. Madde, geçmişin izlerini ve geleceğin formunu içinde taşır. Filozoflar bir yandan insanın ve maddenin geçmişine kafa yorarken diğer yandan gelecekle ilgilenmekten de geri durmadılar. Platon, “Devlet” adlı yapıtında gelecek toplum hayalini resmeder. Şeyh Bedrettin, ‘yarın yanağından gayrı’ her şeyin paylaşıldığı bir toplumu düşler. İdam sehpasında bile düşlerinden vazgeçmemesi, gelecek ideallerinin bugüne kadar uzanan bir gerçekliği kucaklamasındandır.
Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük, geleceğe olan inancını yok etmektir. Fiziki koşulların ağırlaştırılması, tarifsiz acılarla yüz yüze kalması derin izler bırakır insanda. Zamanın durduğu, mekânın üzerine çöktüğünü düşündüğü anlarda onu oradan çekip çıkaran tek bir güç vardır; o da umuttur. Umut gelecektir. İnsanı, görsün ya da göremesin yaşanacak güzel günlere olan inancı ayakta tutar.
Kürt halkının özgürlük talebi her seferinde katliamla yanıtlansa da gelecek düşü hiçbir zaman teslim alınamadı. Umuda kurşun işlemedi. Egemenlerin, tarih boyunca zulümle baş eğdiremedikleri Kürt halkının özgürlük hayali bugün kötürümleştirilmeye, açılım labirentlerinde tüketilmeye, teslim alınmaya çalışılıyor.
Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak” sözleriyle hükümetin başlattığı “Demokratik Açılım” sürecinin üzerinden bir yıl geçti. Geriye dönüp bakıldığında somut hiçbir adımın atılmadığı görülüyor. Hiçbir bağlayıcılığı olmayan söz ve davranışlar eşliğinde barış ve kardeşlik demagojisiyle toplumun algısı yönlendirilerek sisteme yedeklenmeye çalışıldı.
“Demokratik Açılım” kocaman bir yalandır. Bugüne kadar beklentileri sömürülmeye, yedeklenmeye çalışılan hangi toplum kesimi olursa olsun hükümetin diline sakız olmuş bu iki sihirli sözcük fısıldanarak toplumsal bir hipnoz hali yaşanması sağlandı.
“Alevi Açılımı” adı altında yürütülen çalıştaylarda Alevilerin, katilleriyle aynı masaya oturtularak onurundan vazgeçmesi, katilini sevmesi istenmiştir. Sivas katliamı için yapılan toplantılara da dönemin Refah Partili Belediye Başkanı davet edilerek aynı manzaraların yaşanması, bunun bir tesadüf olmadığını, tersine bir planın adım adım uygulandığını göstermektedir.
“Kentsel Dönüşüm” adı altında yoksul halkın evleri başlarına yıkılarak sermayeye peşkeş çekiliyor. Romanlar da bu durumdan en çok etkilenen kesimlerin içindedir. Yıllarca derme çatma barakalarda da olsa barınma sorununu çözmeye çalışan insanlar, evleri başlarına yıkılarak kış ortasında sokağa atıldı. İşte bu manzaralar eşliğinde “Roman Açılımı” yürütülüyor. Devlet’in Roman vatandaşlara şevkat elini nasıl uzattığını daha iyi anlamak için günlük haberlere göz atmak bile yerlidir. “Edirne Emniyet Müdürlüğü tarafından Roman Derneği’ne, derneğinde bir vatandaşa düğün hediyesi olarak verdiği televizyonun içinden dinleme ve görüntüleme cihazı (böcek) çıktı.” (Radikal Gazetesi, 07.07.2010).
“DEMOKRATİK AÇILIM”IN HEDEFLERİNDEN BİRİ DE
VAR OLAN ÖRGÜTLÜLÜKLERİ DAĞITMAKTIR
Bin bir emekle oluşturulan örgütlülükler halkın duyargalarıdır. Halk, çevresinde olup bitenleri ancak yaratmış olduğu örgütlülükler aracılığıyla bütünlüklü bir biçimde algılayıp doğru tepki verebilir.Örgütlülüklere saldırıp çalışmaları sekteye uğratıldığında, bilginin en küçük birimlerine dahi ulaşması engellenebilir ve böylece halk, egemenlerin dezenformasyon araçları karşısında korunmasız kalır.
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, TBMM’nde yapılan grup toplantısında son bir yıl içinde yapılan operasyonlara değinirken kürsüde “1530 BDP’li halen tutuklu” yazılı bir döviz asılıydı.
Hatırlanacağı gibi 14 Nisan 2009’da 13 ilde başlatılan operasyonlarda aralarında DTP yöneticileri ve Öcalan’ın avukatlarının da bulunduğu 51 kişi gözaltına alınmıştı. Mayıs ayında ise operasyon sendikalara kadar uzanıp içinde KESK yöneticilerinin de bulundu 52 kişi tutuklandı. Adeta her ay aralıksız devam eden operasyonlar sıkıyönetim dönemini aratmayacak yaygınlıkta sürdürüldü. Aralık ayı, operasyonların zirveye ulaştığı ay oldu. DTP’nin kapatılması ile Erdoğan’ın 7 Aralık’ta Obama ile görüşmesinin çakışması, sonraki gelişmeler için ipucu niteliğindeydi. 24 Aralık 2009’da 11 şehirde KCK’ya düzenlendiği söylenen operasyonda 10’u belediye başkanı 33 üst düzey DTP yöneticisi elleri kelepçeli tek sıra halinde dizilerek tutuklandı. Gözaltına alınış biçimleri ABD’nin Guantanamo’ya götürdüğü savaş esirlerine yapılan muameleyle tuhaf benzerlikler gösteriyor (sıraya dizme, plastik kelepçeler vb.). Tutuklananların neredeyse tamamı açık alan çalışması yürütenlerden oluştuğu halde neden 12 Eylül’ü aratmayacak bir atmosfer yaratıldı?
Emperyalizmin tam desteğini sağladığını düşünen egemenler artık kendi denetimleri dışında hiçbir oluşuma yaşam şansı tanımayacaklarını göstermek istiyor. Toplumda korku, dehşet yaratarak “açılım” sürecine ayak direndiğinde başına neler gelebileceğinin mesajı veriliyor.
Obama’nın Türkiye ziyaretinde üzerinde önemle durduğu üç başlıktan biri olan Kürt Sorunu’nun çözümünde egemenlerin “Kürt Açılımı” adıyla başlattığı süreçle Kürtlerin demokratik kurumlarına dönük operasyonların at başı gitmesi bir tesadüf değildir. Kürt ulusal hareketi bu operasyonların açılım sürecine ayak direyenlerce yapıldığını çeşitli açıklamalarda dile getirse de aslında bir devlet politikası olduğunu göremedi. “Demokratik Açılım”ın aynı zamanda PKK’nin tasfiyesi demek olduğu yeterince anlaşılamadı. Önlem almak, dost cepheyi genişletmek yerine “açılım”a karşı çıkan devrimciler hedef gösterildi. Ulusalcılarla devrimciler aynı kefeye konularak, dost-düşman farkı ıskalandı. Devrimciler çoğu zaman “barış istemeyenler”, “açılımın önüne taş koyanlar” biçiminde algılandı.
7 ARALIK’A GİDEN SÜRECİN BASAMAKLARI
19 Ekim 2009’da içinde Kandil ve Mahmur’dan gelenlerin olduğu 34 kişi Habur sınır kapısından girerek teslim oldu. Onlarca yıldır özgürlük için verilen mücadele sürecinin teslim olarak kapanması biçimde ortaya çıkacak bir görüntünün Kürt halkında yaratacağı tepkiler, PKK’nin Habur’dan girişleri siyasal kazanıma çevirmeye çalışmasına yol açtı. Ayrıca böyle bir sürece halkın ortak edilmesi, ileride daha büyük girişlerin sancısını azaltma amaçlıydı. Habur görüntüleri ardından süreci askıya alan devlet, kendisiyle savaşmış bir güçle masaya oturuyor, onunla anlaşma yapıyor intibaı vermekten kaçındı. Habur’dan giriş yapan herkes hakkında örgüt üyeliği, örgüt propagandası yapmaktan çeşitli davalar açılmış; 10 kişi ise tutuklanmış durumda. Daha önce Avrupa’dan gelenlerin başına ne geldiyse bugün de aynı süreç yaşanıyor. Egemenler açısından barış, teslim almakla eş anlamlıdır.
7 Aralık görüşmesine denk getirilen bir başka konu ise; DTP’nin kapatılma davasıdır. 6 Kasım 2007’de açılan dava, uzunca bir süre bekletilmesinin ardından “tesadüf” eseri aynı gün Anayasa Mahkemesi’nin önüne geldi. Hızlandırılmış bir seremoni eşliğinde 40 saatlik bir görüşmenin ardından, DTP’nin kapatıldığı açıklandı. AKP’nin kapatılma davasında demokrasi havarisi kesilen üyeler dahil oybirliğiyle kapatma yönünde hemfikir olunmuştu. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın “Mahkememiz Batasuna kararını da göz önünde tutmuştur.” açıklaması AB savunucularını ne kadar ilgilendirir bilemeyiz ama AİHM demokrasisinin emperyalizmin aynası olduğunu bir kez daha hatırlatmaktadır.
DTP’nin kapatılma davası ve ABD’de Obama-Erdoğan görüşmesiyle aynı zamanda Tokat Reşadiye’de düzenlenen baskında 7 asker öldü. Bu eylemin, bugüne kadar yapılmış eylemlerden tek farklılığı seçilen yer olmasına rağmen; zamanlaması, içerdiği mesaj ve sonrasında yaşanan karmaşa açısından siyaset gündemine bomba gibi düşmüştür. DTP’nin kapatılması ve sokaklarda süren gösterilere müdahale edilmesine tepki olduğu açıklanan eylemin yerinin Tokat olarak seçilmesi PKK’nin savaşı her yere yayabileceği mesajını içeriyordu. Eylemin uzun bir süre üstlenilmemesinin PKK açısından düşündürücü yanları olmasının yanında siyasetçiler arasında da kafa karışıklığına yol açtı. AKP Başkan Yardımcısı Bülent Arınç bile “…Türkiye’de daha çok ses getirecek, milliyetçi duyguları daha fazla körükleyecek özellikle bu söylem içerisinde siyaset yapan partilerin işini biraz daha kolaylaştıracak bir eylemi çok akıllıca planlamış olabilirler.” diyerek oluşan kafa karışıklığını yansıtıyordu. PKK’nin eylemi üstlenmemesi DTP eş başkanlarını da yanıltmıştı. Ahmet Türk “Askerlerimiz için yüreklerimiz parçalandı. Bu provokasyon bir an önce aydınlığa kavuşturulmalı, arkasında ne varsa ortaya çıkarılmalıdır.” diyerek yapılan eylemi mahkum etmişti. Konuşmasının devamında 1993 yılında Bingöl’de 33 erin öldürüldüğünü hatırlatarak Reşadiye baskını ile benzerlikler kurmuştu. Emine Ayna ise“…bunu çok ciddi söylüyorum, umarım yeni bir Ergenekon devreye girmemiştir.” biçiminde yaptığı açıklamayla belirsizliğin, kafa karışıklığın vardığı en uç noktayı sergiliyordu. PKK ile Kürt siyasetçileri arasında bu tür farklılıklar geçmişte de yaşanmıştı. Açıklamanın geç yapılması hem bu açı farkını büyütmüş hem de örgüt içinde neler oluyor sorusunu da gündeme taşımıştı. “Anakarargah Komutanlığı tarafından herhangi bir talimat verilmemesine rağmen, Dersim eyaletine bağlı bir birimin kendi inisiyatifiyle 7 Aralık günü Tokat iline bağlı Reşadiye’nin Sazak alanında saldırıyı gerçekleştirdiği belirtildi.”(Hürriyet Gazetesi, 10 Aralık 2009), biçiminde yapılan açıklama kafalardaki soruların dağılmasına değil daha da artmasına yol açmıştı. Ahmet Türk’ün üstlenmeden sonra yaptığı açıklama düşülen durumu özetliyordu. “Çok üzgünüz, önceki sözlerimin arkasındayım. Cana yönelik olayları tasvip etmiyoruz”.”(Hürriyet Gazetesi, 10 Aralık 2009)
7 ARALIK GÖRÜŞMESİ TAŞERONLUKTA YENİ BİR MİLATTIR
5 Kasım 2007’de Bush-Erdoğan görüşmesi sonrası yapılan açıklamalarda iki ülke arasında “Stratejik İşbirliği”ne gidildiği belirtilmiş, PKK’nin ortak düşman olarak tanımlandığı anlık istihbaratta dahil bir dizi anlaşmaya varıldığı açıklanmıştı. Gelinen aşamada bu konuda önemli mesafeler alındığına tanık olduk. Genelkurmay Başkanı’nın geçen yıl Haziran’da gerçekleştirdiği ABD ziyaretinde pek çok konunun ele alındığını biliyoruz. Bu dönemde askeri alanda projelerin gözden geçirilmesinin ardından 7 Aralık 2009’da Oval Ofis’te Obama-Erdoğan görüşmesi ilişkilerde yeni bir “milat” olarak tanımlanmış, “stratejik işbirliği”nden “model ortaklık” dönemine geçildiği belirtilmiştir. Kürt Sorunu’nda yaşananlar ve karşılıklı atılan adımlar tercihlerin netleşmesini sağladı. Basına yansıyan açıklamalarda Afganistan, İran, Irak, Suriye, Filistin, PKK dahil pek çok başlığın yer aldığı anlaşılıyor. Erdoğan yapılan görüşmeyi “milat” olarak tanımlıyor. “Model Ortaklık” biçiminde tarif edilen yeni sürecin ikili ilişkilerde yeni bir uşaklık/taşeronluk ilişkisi getireceği açıktır. Kürt Sorunu’nun çözümü konusunda vardıkları anlaşma iki tarafın da diline, üslubuna yansıyor. Obama, “ABD ve Türkiye teröre karşı ortak tavrını sürdürecek.” derken, Erdoğan PKK’nin tasfiyesi konusunda daha net cevap veriyor. “bu konuda çok önemli sürprizler olabilir, kimse şaşırmasın…” Son derece iddialı böyle bir açıklama nasıl bir arka plana dayanıyor bilemiyoruz, ancak PKK’yi yol ayrımına zorlayacak bir sürecin örülmekte olduğu görülüyordu.
Mart ayında Kamu Güvenliği Müsteşarlığı (KGM) adıyla İçişleri Bakanlığı’na bağlı yeni bir birim kuruldu. Amaç, “terörle mücadeleye ilişkin politika ve stratejileri geliştirmek ve bu konuda ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak” (Hürriyet Gazetesi, 3 Mart 2010) olarak açıklandı. Kurumun başına ise “bilgi ve deneyimiyle” tanınan İstanbul Valisi Muammer Güler getirildi. Anlaşıldığı kadarıyla kurum perde arkasından yönetilecek. KGM’nın kurulmasının ardından profesyonel orduya geçişin startının verilmesi düşündürücüdür. Uzunca süredir PKK ile mücadelenin düzenli ordu yerine kontr-gerilla yöntemlerini kullanan paralı askerlerce yapılması gerektiği burjuva basında yazılıp çiziliyordu. Paralı askerlerin, Genelkurmay’a mı, KGM’ye mi ya da doğrudan Başbakanlık veya İçişleri Bakanlığı’na mı bağlanacağı ayrışılan noktadır. Burjuva siyaseti her şerden bir hayır çıkarmasını bilir. Profesyonel ordu tartışmaları egemenlerin kendi arasındaki mücadelede ellerini güçlendirmek için bir fırsat olarak görülüyor. AKP, oluşturulan bu paralı askerleri kendine bağlayabilirse bugüne kadar hayal bile edemediği bir güce ulaşmış olacak. İç siyasette elde edilebilecek gücün yanında sadece hükümete karşı sorumlu paralı askerlerden oluşan böyle bir ordu enerji hatlarının güvenliğinden Kuzey Irak’a vb. BOP kapsamında emperyalizmin ihtiyaç duyacağı sorunlu alanlara müdahale gücü olarak rahatlıkla devreye sokulabilir. ABD’nin Black Water şirketi bünyesinde çalışan katil sürüsünün Irak ve Afganistan’da insanlık dışı uygulamalarını bilmeyen yoktur.
Emperyalizmle işbirliği yapan hiçbir gücün bağımsız kalabilme şansı yoktur. Yapılan her anlaşma efendi uşak ilişkisinin pekişmesine hizmet eder. Emperyalizmin sözcülerinin yaptığı açıklamaların büyük resim ile ilişkisi doğru kurulamadığında çelişkili sonuçlar çıkar. Türkiye’de eksen kayması yaşandığına dair ilk açıklama ABD Savunma Bakanı Robert Gates’ten geldi. “Türkiye Doğu’ya kayıyorsa kendisine istediği organik bağı vermeyi reddeden Avrupa tarafından itildiğinden kayıyor.” diyerek başlattığı tartışmaya AB komisyonu başkanı Barroso, “Türkiye, Batı’dan uzaklaşmaya ABD’nin Irak işgaliyle birlikte başladı.”açıklamasıyla katıldı. Devamında ise konu adeta her kafadan bir ses çıkarcasına Türkiye’nin gündemine oturdu. İran ve İsrail sorunları üzerinden yaratılmaya çalışılan atmosfer de sanki Türkiye’nin bağımsız bir duruş ortaya koymaya başladığı, bölgede yükselen bir güç olarak sivrildiği ve emperyalist politikaların dışına çıktığı propaganda edilmekteydi. Aslında tam tersine, hükümetin emperyalizmin çıkarlarını en üst perdeden dillendirdiği bir sürecin yaşanmakta olduğu görülüyor. Toronto’da yapılan G20 zirvesinde makyajın aktığına, emperyalistlerin söyleyemediğini hükümetin dillendirdiğine tanık olduk. Gazetelere açıklama yapan Erdoğan; Obama ile yaptığı görüşmede “…Bizler de NATO ülkesi olarak aynı zamanda Afganistan’daki birlikteliğimiz neyse bu birlikteliklerimizi de farklı yerlerde de kararlılıkla sürdürmemiz lazım. Hele hele bu bölgede dayanışmamız çok daha farklı bir önem ifade ediyor ve üçlü mekanizma bütün bunlara dayalı olarak atılmış adımlardır. Bunun gereğini de arkadaşlarımız şu anda çalışıyor, yerine getireceğiz.”, (Hürriyet Gazetesi, 28.06.2010). Afganistan’da süren işbirliğinin Türkiye’ye ve Kuzey Irak’a da yansıması gerektiği söylenip NATO açıkça davet ediliyordu. O dönem hükümetle muhalefet arasında söz düellosuna dönüşen bu açıklamanın bir dil sürçmesi, gizli bir görüşmeyi acemice dışa vurma değil, tam tersine bilinçli bir tercih olduğu görülüyor. Erdoğan’ın 4 yıl önce tatilini geçirdiği Balıkesir’in Ekinlik Adası’nda gazetecilere ”Eğer teröre karşı dünyada bir ortak mücadele platformu oluşmuyorsa, NATO nasıl Afganistan’da teröre karşı bir ortak mücadele için devreye girdiyse, iki kez ISAF komutasını Türkiye orada ele alıp üstlendiyse, NATO burada da aynı görevi yerine getirmek durumundadır.” (Radikal,26.07.2006), açıklaması yıllardır bu konunun gündemlerinde olduğunu göstermiştir. Genelkurmay’ın mayınlı bölgenin temizlenmesine dönük tartışmalarda ihalenin NATO’ya verilmesini istemesi egemenler arasında dil birliği olduğunun göstergesidir. Başbakan Erdoğan BOP’un eş başkanı olduğunu her vesileyle söylediğine göre bu konuda görev almasına, çaba harcamasına da şaşırmamak gerekiyor.
EGEMENLER EMPERYALİZMİN YARDIMIYLA PKK’NİN TASFİYESİ İÇİN GİRİŞİMLERİNİ SÜRDÜRÜYOR
Reel sosyalizmin çözülmesinin ardından emperyalizmin birebir kuruluşunda yer almadığı, doğrudan kendisinin denetlemediği hiçbir ilişkiye, oluşuma tahammülü yok. Bugün artık hiçbir bağı kalmadığını söylese de PKK gibi geçmişinde Marksizm harcı olan örgütlülükler hiç istenmiyor. PKK’nin uluslararası düzeyde halk desteğine sahip olması kolayca yok edilemeyeceğinin göstergesidir. Bu büyüklükte dünya üzerinde bir örgüt de kalmadı. Varolanlar da bitirilmeye çalışılıyor. Tamil Kaplanları’nın akıbeti bu duruma iyi bir örnektir. Dünden bugüne mücadeleyle oluşan değerleri halkın sahiplenmesi emperyalizmin tahammülünü iyice zorlaştırıyor. Emperyalistler, bir gerilla mücadelesini yok etmenin tek yolunun halk desteğini keserek yalnızlaştırmak olduğunu çok iyi bilirler. Bu durum denizin kurutulup balığın avlanması olarak tarif edilir. Halk desteğini kesmenin yollarından biri de halkla bağlantıyı sağlayan örgütlülüklerin gözden düşürülmesi ve yok edilmesidir. Habur görüntülerinin ardından PKK’yi tasfiye sürecinin hızlandırılması için düğmeye basıldığı gözüküyor. KCK operasyonu adı altında bir taraftan Türkiye’deki örgütlülüklere sürekli operasyonlar yapılırken yurtdışı ayağında da süreç hız kesmeden devam ediyor.
Hükümet’in Habur görüntüleri sonrası “Demokratik Açılım”da frene basılmasının hemen ardından ABD ağırlığını koydu. 21 Ekim’de, ABD Yabancılar Gayrimenkul Kontrol Dairesi, Murat Karayılan, Ali Rıza Altun ve Zübeyir Aydar’ı ‘uluslararası uyuşturucu kaçakçısı’ ilan etti ve arananlar listesine koydu. ABD’nin tavrının sadece kendisi açısından değil, AB üyesi ülkeler açısından da bağlayıcı sonuçları olacaktır. ABD bu hamleyle PKK’nin uluslararası desteğini kesip yalnızlaştırmanın yanı sıra, halkla olan bağlarını da hedef tahtasına koyuyordu. ABD artık PKK’yi, planlarını aksatan, ayak bağı olan bir güç olarak algılamaya başladı.
4 Mart 2010’da Avrupa’da KCK’ya dönük operasyonlar başlatıldı. İtalya, Fransa, Hollanda, Almanya ve Belçika’da eş zamanlı olarak yürütülen operasyonlarda yüzden fazla kişi gözaltına alındı. Aralarında Remzi Kartal, Zübeyir Aydar ve PJAK genel sorumlusu olduğu iddiasıyla Hacı Ahmedi’nin de bulunduğu pek çok kişi de tutuklandı. Operasyonlarda ABD’nin etkisi gizlenmiyor. ABD Dışişleri Bakanlığı Terörle Mücadele Koordinatör Yardımcısı Shari Villarosa, “2007’den sonra Türkiye ile PKK konusundaki işbirliğimiz belirgin bir şekilde arttı. PKK’yı terörist örgüt olarak tanıdık, kendimize yönelik tehdit saydık. Avrupalılarla çalışırken PKK’nın yarattığı tehdidi ve örgütün etkinliklerinin kriminal doğasını anlattık. Türkiye ile Avrupa kurumlarını, savcıları, güvenlik güçlerini işbirliğine teşvik edip, cesaretlendirdik. Avrupa’daki operasyonu biz yapmadık ama insanları bir araya getirme konusunda kendimize pay çıkarabiliriz…”, (Radikal Gazetesi, 20.03.2010). Emperyalizmin yekvücut Türkiye egemenlerinin yanında saf tutması 7 Aralık görüşmesinin ağırlıklı gündem maddelerinden birinin de PKK’nin tasfiyesinin hızlandırılması olduğunu gösteriyor.
Bir yandan Kürt örgütlülükler dağıtılmaya çalışılırken aynı dönemde hükümet “Demokratik Açılım”ın sürdüğünü söyleyip bir dizi adım attı. Süreci Kürt örgütlülüklerle yürütmek yerine suya sabuna dokunmayan kesimleri tercih etmesi de yine nasıl bir açılım sorusuna cevap niteliğindeydi. Erdoğan, 20 Şubat 2010’da şarkıcıları yanına alıp “açılım” sürecinin ölmediğini, devam ettiğini göstermek istedi. Aralarında İbrahim Tatlıses, Arif Sağ, Seda Sayan, Yavuz Bingöl, Bülent Forta, Onur Akın vb. 70 civarında kişi toplantıya katıldı. Hükümet yapılan müdahaleyle yeni bir popülarite kazanmanın, halkı oyalamanın, yedeklemenin hesaplarını yapıyordu. Erdoğan, sürece “sanatçı” müdahalesinin tuttuğunu düşünmüş olmalı ki 20 Mart 2010’da bu kez de sinemacı ve tiyatrocularla bir araya geldi. Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Tomris Giritlioğlu, Metin Akpınar, Şahan Gökbakar vb. 62 kişi katılırken davetli 24 kişi ise toplantıya katılmadı. Sanatçı desteğinin prim yapması yazarlarla devam edilmesini sağladı.18 Nisan 2009’da yazarlarla toplantı ayarlandı. Öncekiler kadar katılım olmasa da yine “açılım”ın sürdüğü mesajı verildi.
ÇATIŞMALARIN TIRMANMASI
ABD’NİN ÇEKİLME HESAPLARINI BOZUYOR
ABD bu yılın sonuna kadar Irak’tan asker çekeceğini açıklamıştı. 2009’da Türkiye egemenleriyle süren görüşmelerde çekilme işleminin ne şekilde yapılacağı da dahil pek çok görüşme yapılmıştı. Bu sürecin en son 7 Aralık görüşmelerinde somutlandığı biliniyor. ABD’nin, Irak’tan çekeceği asker ve malzemeler için güneyde Kuveyt ve Suudi Arabistan’ı üs olarak kullanacağı görülüyor. Kuzeyde ise Bölgesel Kürt Yönetimi ile Türkiye düşünülüyor. ABD tarafından bütün hesapların yapıldığı böyle bir dönemde PKK’nin eylemsizlik kararını sona erdirmesi çekilme takvimini riske attı. ABD’nin; PKK’yi hesaba katmayarak planlarında ağırlık noktasını Türkiye egemenleri üzerine vermesi bir hesap hatası olarak görülmelidir. PKK’nin tasfiyesi için açıktan devreye giren ABD, uluslararası alanda Türkiye egemenlerinin taleplerine göre adımlar atarak Kürt hareketinin manevra kabiliyetini sınırlayabileceğini ve kendi kabuğuna hapsedeceğini hesaplamıştı. Ancak PKK’nin askeri seçeneği devreye sokması hesapları altüst etti.
Devletin “Kürt Açılımını” muhatapsız bir biçimde sürdürme ısrarı PKK’yi fiili ateşkesi bitirmeye zorlamıştır. PKK’nin son yaptığı eylemlerde daha çok askeri hedefleri öne çıkarması egemenlerin kör terör söyleminin boşa çıkmasına yol açarak etkili sonuçlar vermiştir. Askeri eylemlerin kuzeyden güneye adeta Türkiye’nin her yanına yayılması egemenleri telaşa sürüklemiştir. Savaşın ülkenin her yanına yayılması devletin imkan ve olanaklarını dağıtacağı, güçlerini yayarak yeni saldırılara daha açık hale geleceği için önemlidir. Bugüne kadar belirli bir coğrafyada süren savaş emekçileri seyirci durumuna düşürmüş böylece egemenler açısından kitleleri manipüle etmek daha kolay hale geliyordu.Çatışmaların yayılma olasılığı, krizin de etkisiyle savaşın yeni aşamaya sıçrama ihtimalini büyütüyor. İşte bu ihtimal egemenlerin telaşlanmasına yol açıyor.
ABD’NİN TEKNOLOJİK DESTEĞİNİN ARKASINDA
ORTADOĞU’DA TÜRKİYE’DEN BEKLENTİLERİ YATMAKTADIR
Türkiye egemenlerinin son bir yıldır yürüttüğü “komşularla sıfır problem” politikasının hedeflerinden biri de PKK’nin tasfiyesidir. İran, Irak ve Suriye ile vizeleri kaldırmanın dışında ortak sorun olarak gördükleri PKK’nin çembere alınmasının hesapları yapılıyor. Türkiye egemenleri Suriye’den bir yandan genel af çıkarmasını isterken diğer yandan PKK’ye darbe vurmasını istiyor. Irak’ta süren görüşmelerde Talabani-Barzani üzerinden girişimler sürüyor. ABD-Irak-Türkiye üçlü görüşmeleri tüm hızıyla sürüyor. İran, Haziran ayında Kuzey Irak’a kara harekatı başlatarak uzun bir süre bombardıman yaptı. PJAK ise temmuz başında silahlı faaliyetlerine son verdiğini, artık siyasal mücadele yapacağını açıkladı. PKK görüldüğü kadarıyla düşman cephesini daraltıp dost cephesini genişletmek istiyor. PKK gibi İran’ın da bölgede yalıtılmaya/kuşatılmaya karşı çatışmaları sonlandırmaya ihtiyacı var. Bölge ülkelerinin hepsiyle aynı anda yaşanabilecek bir çatışma süreci PKK’nin çembere alınmasına, yalıtılmasına yol açabilir. Suriye’nin operasyonlarının ölçülü ve soğukkanlı karşılanmasının arkasında da böyle bir tarz olduğu görülüyor. PKK, dikkatini tamamen Türkiye’ye odaklayacak gibi gözüküyor.
Türkiye ise pek çok koldan çalışmalarını sürdürüyor. Askeri anlamda hazırlık çalışmaları iyice hızlanmış gözüküyor. İsrail ile 2005 yılında 10 adet Heron (İnsansız Hava Aracı) için anlaşma imzalanmış ancak teslimatı yıllarca sürüncemede kalmıştı. 6 tanesi Mart ayı başında teslim edildi, kalanların ise bu yıl içinde teslim edilmesi planlanıyor. Heronların dışında TİHA projesi kapsamında Türk yapımı casus uçakların testlerine başlandı. Yıl sonuna kadar 150 adet TİHA ve 10 adet Heron casus uçağı olacak.
İHA’nın pek çok kullanım alanı bulunmakla birlikte son dönemlerde gerilla savaşlarına karşı da sıkça kullanıldığı görülmektedir. İstihbarat toplama, suikast vb. amaçla sıklıkla başvurulan İHA’ların bazı özelliklerini bilmek, egemenlerin bu alana neden önem verdiklerini anlamamıza yardımcı olacaktır. İHA’lar, gece gündüz, kötü hava şartları da dahil olmak üzere keşif, gözetleme, sabit ya da hareketli hedef tespiti, teşhis, tanımlama ve takip imkanı sağlıyor. Aynı anda 10 hedefi saptayıp rapor gönderebilmekte. Eloktronik cihazları bozma, karıştırma gibi işler de yapabilmektedir. Heron casus uçaklarının havada kalma süresi 52 saat olup 35 bin feet’e kadar çıkabilmektedir. Entengre GPS (coğrafi konum belirleme) alıcısıyla yönlendirilebilme, aldığı görüntüyü eşzamanlı olarak başka alıcılarla paylaşabilme vb. birçok gelişmiş özelliğe sahiptir. TİHA üzerinde ise, elektro optik gündüz kamerası, kızılötesi, lazer mesafe bulucu, lazer işaretleyici ve SAR cihazları bulunuyor. Ayrıca Vestel gibi özel firmalar da bu alanda yatırım yapıp ürettikleri casus uçaklarla test uçuşlarına geçti. ABD, halen kullandığı insansız casus uçaklarla Afganistan, Pakistan, Irak vb. ülkelerde suikastlar gerçekleştirmektedir.
Türkiye egemenlerinin son dönemlerde ABD’den Predator istediği ancak Obama’nın “Kongre’de şu anda Türkiye’ye karşı bir tepki var. Böyle bir satışın bu ortamda onaylanacağını sanmıyorum.” (KanalD,05 Temmuz 2010) diyerek, reddettiği söyleniyor. Predator ABD’nin özellikle Afganistan’da suikast için kullandığı İHA türüdür. Predatorun üzerinde SAR radarı ve çeşitli elektro-optik ve kızıl ötesi kameralar bulunmaktadır. ABD’nin teknolojik imkânlardan Türkiye’yi daha çok yararlandırmaya başladığını Bağdat’a gönderilen Büyükelçi James Jeffrey şöyle ifade ediyor: “…Aynı zamanda operasyonların daha sık yapılmasını mümkün kılacak bir çalışma içindeyiz. Bütün bunları Türk hükümetinin başvurusu üzerine yapıyoruz. Aynı zamanda Türkiye’nin Kuzey Irak’ta değişik platformlar (harekât sistemleri/araçları) kullanması konusuna bakıyoruz. Platform meselesinin ayrıntılarına giremem. Çünkü bu düşmanın kullanabileceği taktik bir bilgidir.”(14 Temmuz 2010)
Emperyalizmin elinde bulunan bu teknolojik imkânları bir süreliğine de olsa kullandırması ya da hizmetine vermesi Türkiye egemenlerinin olanaklarını daha da büyütecektir. Gerilla mücadelesinin salt askeri başarılarla bitirilemeyeceği geçmiş deneyimlerden biliniyor. Böyle bir hayal her zaman olsa da, egemenler gerçekçi düşünüp dönemsel olarak yakalanabilecek bir başarıyı siyasal zafere (Demokratik açılım) çevirmenin peşindeler. Bundan sonra “Demokratik Açılım” ile askeri operasyonların birlikte sürdürüleceği anlaşılıyor. Ayrıca ABD’nin ihtiyaç duyması halinde Türkiye egemenleri PKK’yi bahane ederek Kuzey Irak’ta uzun süre kalmayı isteyebilir. Talabani-Barzani üzerinden bölgedeki denetimi güçlendirmek, yıl sonuna doğru ABD birliklerinin geri çekilişini koordine etmek gibi uzun vadeli ve dolaylı amaçlar da olabilir. Ancak ABD’nin rızası dışında Türkiye’nin sınır ötesi operasyona kalkışmayı düşünemeyeceği akıldan çıkarılmamalıdır.
SİLAHLI MÜCADELE DÜŞMANI MASAYA OTURTMAK İÇİN DEĞİL;
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ, ÖZGÜRLÜĞÜ İÇİN VERİLDİĞİNDE
KALICI BAŞARILAR SAĞLANABİLİR
Gerilla mücadelesini salt askeri olarak anlamamak gerekir. Halkla gerilla arasında irtibatı sağlayan pek çok kanal bulunur. Halk desteğini yitiren hiçbir gerilla mücadelesinin başarı şansı yoktur. Egemenler bu halk desteğini bitirmek ya da azaltmak için sürekli kanalları yok etmeye çalışır. Siyasi, ekonomik, moral, lojistik, askeri ve yarı-askeri pek çok kanalda süren bu bağ zaman zaman zayıflasa da ideolojik-politik netlik yapının devamlılığı için güvencedir.
Uluslararası desteği arkasına aldığını düşünen Türkiye egemenlerinin PKK’yi yalıtarak varmak isteği nokta teslimiyettir. Egemenler bir gerilla hareketinin halkla kurduğu iletişim kanallarına darbeler vurarak dönemsel başarılar elde edebilirler. ABD, Vietnam savaşında “stratejik köyler” oluşturarak milyonlarca köylüyü açık hava cezaevlerine hapsetmişti. Haksız savaş yürütmesinin yanında gerillanın vurduğu darbeler kısa sürede bu projenin çökmesini sağladı. Gerillaya olan halk desteği görülmemiş boyutlara sıçradı.
PKK’nin pragmatist duruşu zayıf yanını oluştursa da gerilla savaşında dünden bugüne biriktirdikleriyle oluşacak basıncı yönetebilecek donanıma sahiptir. PKK kuşatılmışlığı aşıp bölgede etkin bir özne olduğunu göstermek istiyor. Aksi takdirde çembere alınıp, yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını görüyor. PKK’nin Reşadiye, Ladik, İskenderun ve metropollerde askeri eylemler gerçekleştirmesini böyle bir sürece hazırlık olarak okumak gerekir. Önümüzdeki süreçte askeri eylemlerin ekonomik hedefleri de kapsaması halinde çatışmaların şiddetinin ve etki gücünün egemenleri daha fazla telaşlandıracağı açıktır. Silahlı mücadeleyi devrim yapmak için değil faşizmi masaya oturtmak, onu ikna etmek için yürütmek, kazanımların hızla tüketilmesine yol açacaktır. Marksizm’den uzaklaşmış bir önderlik halkı yanlış hedeflere yönlendirmekle birlikte zaman içinde inanç ve kararlılığın erimesine yol açacaktır. Krizin sonuçlarının işçi ve emekçileri çok derinden etkilemesi, bir çıkış için uygun atmosfer yaratıyor. Ancak sınıfsal bir duruşa sahip olmayan PKK’nin bu potansiyelle buluşabilme olasılığı çok zayıf gözüküyor. Bugüne kadar mücadelenin ulusal temelde yürütülmesi; egemenlerin, Karadeniz, İç Anadolu gibi bölgelerde milliyetçilik temelinde karşıt refleksi büyütme imkân ve olanaklarını artırıyor.
“Demokratik Açılım”ın PKK’nin tasfiyesi olduğu açıktır. Kürt Sorunu’na emperyalist çözüm; halkı teslim almaktır. Bunun dışında hiçbir çözüm egemenleri ikna etmez. Bir yandan Kürt halkının “açılım” aldatmacasıyla sisteme yedeklenmesi hedeflenmekteyken diğer yandan Kürt kurumları operasyonlar yoluyla tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Kürt Ulusal önderliği karar aşamasına gelmiştir. Ya emperyalist projelere evet deyip ilmiği kendi boynuna geçirecek ya da yüzünü halkların kardeşliği temelinde işçi sınıfı ve emekçilere dönerek mücadelesini sınıfsal bir zeminde sürdürecektir. İkisinin arası pragmatizmdir. Emperyalistler arası çelişkilere abartılı anlamlar yükleyerek faydalanmaya çalışmak biçiminde özetleyebileceğimiz siyaset tarzının bedelini Kürt halkı bugüne kadar yaşadığı acılarla fazlasıyla ödedi. Kürt halkının özgürlük talebinin karşılanabileceği tek seçeneğin, faşizme karşı işçi ve emekçilerle omuz omuza yürüteceği Demokratik Devrim mücadelesi olduğu görülüp tüm imkân ve olanaklar bu yönde seferber edilmelidir.
24 Temmuz 2010
DEVRİMCİ HAREKET