Tunus’ta ortaya çıkan ve çeşitli ülkelerde eş zamanlı bir hareketlenmeye sebep olan olaylar konusunda çok konuşulup yazıldı, ama az şey söylendi. Bu da sürecin niteliklerindendir. Heme n her konuda küreselleşen sistem, manipülasyon imkanlarını sanıldığından öte geliştirmiş durumda. Bunun araçlarından biri de bilgi kirliliğidir.
Kamuoyu henüz Wikileaks’ın niteliğini tartıştığı bir anda, ortalığı “siber devrim”, “facebook devrimi” tartışmaları kapladı. Gözler kör edilebilir, beyinler çelmelenebilirdi, ama sosyal siteler asla(!) Çağımız internet çağıydı ve artık bu gücün önünde kimse duramazdı; yaşananlar, yüzde yüz yerli malı “gerçek devrim”lerdi ve domino etkisi ile kısa sürede, Hindistan’a dek tüm diktatoryal rejimlere devrim dalgası yayılacaktı!…
Gelişmeler böyle dillendirildiyse de, farklı olduğu, en azından diktatör devrilse de diktatörlüğün yerinde durduğu kısa sürede görüldü. Ama, her fikrin/olasılığın kendi içinde bir mantık içermesi sebebiyle, ortalıkta uçuşan fikirler netleşip sadeleşeceğine, giderek daha çok çeşitlenip karmaşıklaştı.
Özellikle internette, aynı konuda taban taban zıt değerlendirmeler, kısa bir aramada yan yana düşebiliyor. Aslında bu durum, başlı başına bir sorundur. Ama konu bağlamında söylemek gerekirse, gerçekliğe ulaşmak için artık göz ve kulak yeterli değildir. Görüngüler aldattığı için mutlaka arka plan bilinmelidir. Ne var ki “arka plan”a giden fikri yollar da, azımsanmayacak boyutlarda tuzaklı sayılır. Bunun çeşitli nedenleri var. Ama en temel iki nedenden birincisi, Marksist-Leninist paradigmanın bizzat solun içinden aldığı yaralarla yıpratılmış, güven sarsılmasına uğramış olmasıdır. İkincisi, sistemin artık sadece ülkeleri değil, düşünsel zeminleri de fethetme konusunda sağlamış olduğu başarıdır.
Devrimcilerin, Marksist aydınlanmanın avantajlarıyla 150 yıllık bir zaman diliminde, olguları tüm toplum kesimlerinden daha isabetli okumalarının nedenlerinden biri de yöntemlerinin parça-bütün, zaman-mekân olgularını gözeten bir kapsayıcılıkta olmasıdır. Bugün bu konuda bir parçalanmışlık, “yenilenme” adı altında, temel argümanların ıskalandığı bir “fikri yetersizlik” hali yaşanıyor.
“GERÇEK DEVRİM” DİYENLER OLDU
Halbuki, mevcut çelişmeleri çözüme kavuşturacak, siyasal programa sahip toplumsal öznelerin olmadığı koşullarda, halk ayaklanmaları ne denli büyük olursa olsun, varacağı nokta, ya hükümet değişikliği, ya da rejimde revizyondur.
Devrimin objektif koşullarının (devrimci durumun) bir devrim doğurması, tarihsel bir zorunluluk değildir. Olağanüstü koşullarda sistemin farklı enstrümanlarını devreye sokarak kitleleri manipüle etmesi, sıkça rastlanan/bilinen bir durumdur. Hatta, öznelerin kimliğine bağlı olarak, kitlesel hareketlerin, sistemin, egemenlerin lehine tahkim edilmesini beraberinde getirdiğine dair de çeşitli örnekler mevcuttur . Marx, 18 Brumaire’de, kendiliğinden gelişen politik ayaklanmaların devleti mükemmelleştirmekten öte bir sonuç doğurmadığından söz eder. Kendiliğindenci hareketlerin eleştirisine dair ise, Lenin’in “Ne Yapmalı”sı başlı başına bir külliyattır.
Devrim, burjuva/faşist devletin ıslahı değil, ortadan kaldırılmasıdır. Devletin sınıf karakterini hesaba katmayan hareketlerin, eylemini devrime dek istikrarla sürdürme olasılığı yoktur. Bu bağlamda ABD (emperyalist güçler) ne şaşırmıştır, ne de alışmadığı bir durumla karşı karşıyadır. Ağızlarından düşürmedikleri demokrasi kelimesinin karşılığı, tepkili halkın “adil seçimler”le istedikleri adayları seçmesidir.
Yaşanan, gerçekten bir devrim olsaydı, Barack Obama’nın, “Tunus’ta görüşlerini barışçıl yollarla dile getiren yurttaşlara karşı şiddet kullanılmasını kınıyorum, bundan ötürü üzüntü duyuyorum ve Tunus halkının cesaretini ve onurlu duruşunu alkışlıyorum.” biçiminde destek vermesi mümkün olabilir miydi? Obama’nın Mısır’daki olaylar üzerine T.Erdoğan, Suudi Kralı Abdullah ve Benyamin Netanyahu ile yaptığı görüşmeleri özetleyen Beyaz Saray açıklaması da, gelişmelerin niteliğine dair önemli bir veridir:
“Görüşmelerde Başkan Obama, şiddete karşı çıkmak ve itidal çağrısında bulunmak; barışçıl toplantı hakkı ve ifade özgürlüğü de dahil evrensel hakları savunmak; ve Mısır halkının isteklerine yanıt vermeye hazır bir hükümete düzenli bir geçişi desteklemek üzerindeki hassasiyetini tekrarladı.” (Beyaz Saray açıklamasından)
Bir ülkede egemen sınıfların, güç ilişkilerinin ayakta kalabilmek için biçimlendirdiği siyasal yapılanmanın sahip olduğu dayanaklar ve içsel ağ, varlığını sürdürdüğü müddetçe, “değişim” adına atılan adımlar, biçimsel olmaktan öteye gitmez. Hatta, söz konusu yapılanmanın devamı için gerektiğinde kimi aktörler feda da edilir.
Tunus’un bir özelliği de muhalif seslerin yıllarca adım adım susturulduğu ve potansiyellerin eritildiği bir ülke olmasıdır. Bunun yanında 10 milyonluk bir ülkede, 300 bine varan (asker, polis, istihbaratçı, vb.) güvenlik teşkilatlarıyla devletin, Başkan’ın gitmesine rağmen varlığını sürdürme imkânlarının hafife alınmaması gerektiği bilinmelidir.
“Eğer halk birgün yaşamayı seçerse, kendi kaderi bile onun bu isteğine mutlaka yanıt verecektir.” demiş Tunuslu şair. Aslında ekmek yetmiyor, gül de istiyor insanlık. Ama bugüne dek Ortadoğu (ve Arap) coğrafyasında öyle dizilmiş ki taşlar, cop da para da ehlileştirme, potansiyel tepkiyi eritme amacıyla kullanılmış. Bu nedenle, “gerçek devrim” tanımları, hem erken hem de safça olmuştur.
ENTEGRASYON DİYENLER OLDU…
Aslında entegrasyon tanımı, yanlış değildir. Ne var ki, gerek BOP kapsamında, gerekse globalleşen kapitalizmin ihtiyaçları dahilinde dönem dönem gündeme gelen kimi ülkelerin dönüşümü ve sisteme entegrasyonu, farklı ülkeler için farklı süreçler gerektiren kapsamlı bir konudur. Türkiye’de bu süreç, AKP eliyle, “çetelerin tasfiyesi, vesayetten kurtulma, açılım, demokratikleşme, vb.” söylemler eşliğinde, “çatışmasız” biçimde gerçekleşti. Irak’ta ise, öngörülenden de öte çatışmalı/kanlı oldu ve halen varlığını sürdüren engeller aşılsa dahi, süreç yıllara yayılacaktır. Çünkü aşiret ekonomisinin yerini yaygın üretime dayalı (istihdamı, dolayısıyla da sömürü imkanlarını arttıran) kapitalist ekonomiye bırakması, uzun zaman alan bir dönüşümdür.
Adı geçen Arap ülkelerinde tarım, sanayi, hizmet sektörü zayıftır. Tersine ise, genç ve dinamik bir nüfus vardır. Egemen ilişkilerin, rant paylaşımı üzerinden biçimlendiği bu ülkelerde küresel aktörler, yabancı sermaye ve finans yatırımlarına imkan tanıyan bir dönüşüm istiyor. Bu, söz konusu ülkelerde üretim ve tüketim potansiyelini açığa çıkaracak, emperyalist odaklarca değerlendirilmesine imkan tanıyacaktır . Hatta Çin, Hindistan gibi yükselişi önlenemeyen ekonomilerin, bu şekilde kuşatılarak sınırlanabileceği de varsayılıyor.
Entegrasyon, bir çırpıda gerçekleşen bir olgu değildir. Diğer bir ifadeyle, salt ranta veya kapitalizm öncesi ilişki biçimlerine (aşiret, cemaat, vb.) dayalı sistemlerden, üretim ve istihdamın kapitalist sömürünün çapını arttıracak biçimde geliştirdiği sisteme geçiş, “ha” deyince olmaz. Ancak, Akdeniz’den Hindistan’a dek uzanan “Arap fay hattı”nda bir kırılmanın yaşandığı görülüyor.
Tabii adı geçen ülkeler, bir dama oyununun taşları gibi etkisiz/edilgen değildir. Bu konuda emperyalist aktörlerin belirli bir hazırlık içinde olduğu biliniyor. Yine de yapılacak (veya yapılmakta) olan, yerel/konjonktürel olanla emperyalist hesapların denk düşürülmesidir . Bunun her ülke için biçim ve ayrıntılarının aynı olması gerekmez. Halkın örgütlü bir hazırlık içinde olması, süreci zorlaştırabileceği gibi terse de çevirebilir. Ne var ki, şu ana dek yaşanalar, işin sistemin asli unsurlarına halel getirmeden yürütüldüğünü gösteriyor.
“DEVRİM YAPILMAZ DEVRİM OLUNUR.” DİYENLER OLDU. VE BUNU, İNTERNET İMKANLARIYLA GEREKÇELEYEREK DOMİNO ETKİSİNDEN SÖZ ETTİLER…
Örgütün yerine Facebook’u veya mail gruplarını geçiren, “Devrim yapılmaz devrim olunur.” diyen duruşu mu doğruluyor gelişmeler, yoksa tam tersine, “olmak”tan kasıt kendiliğindenlik ise, kendiliğindenliğin sınırına çoktan gelindiğini mi?
Bir yanılsamanın ürünü olarak, böyle anlarda iradi müdahale denince akla sadece devrimciler gelir. Halbuki çoktan başka iradeler devreye girmiş durumda.
Yani “Devrim yapmayın bırakın olsun.” diyenler, bilmek durumundadır ki, devrimcilerin olmadığı böylesi zeminlerde de bir şeyler yapılacak, ama o devrim olmayacaktır.
Giderek yaygınlaşan bu kendiliğindenlik övgüsü için, söyleyecek çok şey var. Hatta bugün bu, edilgenlikle özdeş olarak gelişiyor. Tersine, bilinir ki, devrimin objektif koşullarının olgunlaşması bile yer yer irade/müdahale gerektirir. Ve yine bilinir ki, koşullar tek başına devrim yapmaz, mutlaka sübjektif koşullar gerekir; bu da örgütlülüktür, iradedir, volantirizmdir; Marks’tan aktaran Mahir’in deyimiyle “Fransızca konuşma”dır.
Bunlar kimilerine tekrar veya dogmatik gelebilir. Bilişim imkanlarının arttığı, artık bu söylemi/tarzı değiştirmek gerektiği söylenebilir. Elbette, söylem sahiplerinin sevebileceği şekilde söylersek, “Değişmeyen tek şey değişimdir.” Ne var ki, fiziğin yasaları gibi değilse de sosyal bilimin, dolayısıyla da devrimin yasaları vardır. Koşullar ne denli uygun olursa olsun, örgütlü bir iradenin yol göstericiliği olmadan devrim olmaz. Bu, Leninizm’in evrensel tezidir. Nitekim karşı-devrimler de, karşı-devrimci bir irade tarafından gerçekleştirilmekte; turuncu devrimler de emperyalizmin, her aşaması planlanmış “hormonlu” üretimleridir. Yani renklisi dahil, hiçbir devrim kendiliğinden olmuyor, hepsi yapılıyor.
Tunus’taki gibi kendiliğinden ağırlıklı başlasa da devrimci bir irade ile buluşamadığında “devrim”in olması da yapılması da engellenerek, farklı bir mecrada ya söndürülüyor, ya da durumdan vazife çıkarıp emperyalizmin ihtiyaçlarına göre fırsatın yarara tahvil edilmesi sağlanıyor.
Olmasını beklemek, devrimi hafife almaktır. Halbuki devrim, bir isyanla veya yıkma faaliyetiyle karşılaştırılamayacak kadar kapsamlı ve karmaşık bir süreçtir.
Örgütlü emeğin devrimci irade ile gerçekleştirdiği, planlı programlı bir doğumdur.
Devrimciler, ortak hareket refleksi içeren hiçbir oluşumu küçümsemez; dolayısıyla mail grupları da bu kapsamdadır. Ne var ki, “ortak hareket” her koşulda olumluluk doğurmayabileceği gibi, devrim için gerekenlerin içinde, bileşenlerden ancak biri olabilir.
Tunus’ta, polisin ateş açmak yerine, eylemcileri koruması gerektiğini savunan blog yazarları, “Polise yasemin verelim!” sloganıyla yola çıktı ve hareketlerini ülkelerinin sembolü olan “yasemin çiçekleriyle” özdeşleştirdi. “İlk Arap devrimi” “İlk siber devrim” olarak da adlandırılan hareketin bir özelliği de, taban tabana zıt değerlendirmelere konu olmasıdır.
Tunus’taki eylemleri siber devrim olarak tanımlayıp, internet üzerinden diğer ülkelerde domino etkisiyle yayılacağını söylemek, internet dahil hemen her alanda rol alan iradelerin etkisini yok saymaktır. Diğer bir ifadeyle bugün domino etkisiyle peş peşe devrim yapılabilecek örgütlü güç ve imkanlar yoksa; böyle bir zincirleme gelişme, internet üzerinden veya başka türlü gelişse de bu, emperyalizmin politikaları çerçevesinde konjonktürün değerlendirilmesi biçiminde olacaktır.
Wikileaks için yaptığımız değerlendirmede, iddia edildiği gibi bağımsız olsa dahi, ortaya çıkan bilgilerin gereğini yerine getirebilecek örgütlü bir güç olmadığı sürece, bir biçimde emperyalist değirmeni çeviren bir suya dönüşeceğini söylemiştik. Bugün gelinen aşamada, bir trenin vagonları gibi planlanarak birbirine eklenmiş olmasa da, ortalığa yayılan bilgilerin de, o bilgilerin sebep olduğu tepkilerin de, halkların baskıcı rejimlere karşı sokağa taşan öfkelerinin de, ABD’nin (emperyalist aktörlerin) dönemsel ihtiyaçları çerçevesinde yönlendirildiği görülüyor.
Bu süreç, “renkli devrimler”den farklı nitelikler taşısa da, Think Tank’ların hazırladığı ve güdümlü STK’ların uyguladığı o devrimler için vaktinde ABD Başkanı George Bush’un, ne dediğini anımsamak, bugün bu süreci ve ABD’nin muhtemel rolünü anlamak açısından önemlidir.
“Lale, Sedir devrimlerine tanıklık ettik ve bunlar sadece birer başlangıçtır. Bu devrimlerde STK’ların ve ABD hükümetinin önemli rolleri bulunmaktadır. Yeni dönem savaşları milletleri değil, rejimleri hedef alacaktır.”
Hatta o süreçte, söz konusu STK ağının arkasındaki en etkili isimlerden George Soros bile, sürecin belirli bir aşamasında Bush’a eleştirisini “Amerikan projelerinin usulca hayata geçirilmesi yerine, planı ortaya çıkaracak bir siyaset izlemesi” çerçevesinde ortaya koymuştu.
Irak’ta ve Afganistan’da yapılanlar, fiili bir ders için ABD’ye yeterince veri sunuyordu. Ve Obama vizyonu, BOP çerçevesinde Ortadoğu’ya (ve Kuzey Afrika’ya) “demokrasi’nin silah ve işgal dışında, farklı yol ve yöntemlerle getirilmesini gerektiriyordu. Bugün gelinen aşamada, ABD’nin Tunus, Mısır, vb. ülkelerde bu bağlamda rol almakta olduğunu söylemek için, azımsanmayacak veri ve nedenler olduğu görülüyor.
Şimdi Arap sokaklarında atıyor dünyanın direniş nabzı.
Tunus’un eli Mısır’ın omzunda,
Aynı şarkılarla çekiyor kardeşlik halayını. Ama “Kırmızı Başlıklı Kurt”
Öyle geniş kurmuş ki tuzağını
Devrimin gerçek rengi boyamadıkça sokakları Ne yazık ki, bir kez daha boşa çıkarılacak halkların umutları.
NEDENLERİN İÇ İÇE GEÇTİĞİ ORTADOĞU KARAKTERLİ ZOR VE ÇOK BİLEŞENLİ BİR SÜREÇ YAŞANIYOR
Tunus, Mısır, Ürdün dahil, olayların patlak verdiği ülkelerin ortak özelliği, ABD’nin BOP kapsamlı projelerinde yeniden şekillendirilecek ülkeler listesinde yer almalarıdır. Bunlar aynı zamanda, ABD tarafından desteklenen, büyük çoğunluğu petrol zengini olmayan, halklar nezdinde yıpranmış baskıcı iktidarlardır.
ABD’nin BOP kapsamında yeniden şekillendirmekten kastı, muhalefet eğilimlerine sınırlı biçimde cevap verip tepkilerini sisteme yedekleyebilecek ve Ortadoğu’da ılımlı İslam’ın devlet eliyle örüldüğü (Türkiye gibi) bir sistemin oturtulmasıdır. Böylece hem radikal eğilimlerin önü alınmış, hem de ülkelerin emperyalizme bağımlılığı devam etmiş olacak.
Son yıllarda Ortadoğu’da, öncelikleri değiştiren ve gerilme oranını arttıran gelişmeler yaşanıyor.
İsrail’in kurulduğu dönemden bugüne Lübnan-Filistin sorunu Ortadoğu’nun kalbinde yer almıştır. Son dönemde Hizbullah-Suriye-İran ilişkileri bağlamında Lübnan sorunu ön plana çıkmıştır. Süreci tetikleyip hızlandıran, Hariri suikastıyla ilgili soruşturma olmuştur. Önce Suriye sorumlu tutulup, Batı’yla görüşmelere başlamak zorunda bırakıldı. Sonra da Hizbullah hedefe kondu. Büyük olasılıkla, Hizbullah’la beraber, yakın ilişkiler içinde olduğu Suriye ve İran suçlanarak gündemleştirilecek.
Hariri iddianamesi Hizbullah’ın silahlı gücünün zayıflatılması yönünde baskı oluşturmak için gündeme getirilince Hizbullah, Canpolat’ın da desteğini alarak, kendisine yakın bir işadamını başbakan olarak atadı. Hariri yandaşları buna karşı çıktı, sokaklara dökülüp çeşitli yağma eylemleri yaptı; ama bir süre sonra süreç sakinleşecek. Çünkü ABD de Hariri de sürecin içinde. Yeni başbakanın kabineyi, dengeleri gözeterek oluşturması bekleniyor.
İşte tam da bu bağlamda İran, Suriye ve Hizbullah’ın elinin uzanabileceği ülkelerde çelişmeleri kaşıyıp, kendilerine yönelen baskıyı göğüslemek için muhalefeti harekete geçirme, yönlendirme olasılığını, ABD son gelişmelerle önlemiş oluyor. Ne denli planlandığı tartışmalı olsa da bu olasılık, ABD’nin gelişmeler içindeki rolünün başından beri iradi olduğuna işaret ediyor.
Geniş kitleler tarafından benimsenebilecek bütünlüklü siyasal hedefler etrafında örgütlenmiş bir muhalefet olmadığı için, devrim iddialarının aksine, gelişmelerin yakın vadede önemli dönüşümlere sebep olması beklenmemelidir. Büyük olasılıkla, yönetimlerde yıpranmış olan kişilerin tasfiye edilerek, iktidarların restorasyonuyla muhalefetin engellendiği bir süreç yaşanacak. Ve Obama seçildiğinde nasıl taze kan ve yeni görünüm oluşturduysa, bu ülkeler için de benzer bir durum gerçekleşecek.
Bu gelişmeleri başından beri planlamış olmasa da ABD’nin yönlendirmesi zor değildir. Ortadoğu bölgesinden ABD ile çelişmeleri olan ülkeler, büyük oranda çekilmiş durumda. ABD ise, süreçten faydalanarak gelişmeleri lehine biçimlendirebilmek için gerekli ilişkilere, güç ve örgütlülüğe sahiptir.
Önümüzdeki haftalarda İran, Suriye ve Hizbullah’a, büyük olasılıkla dünya gazetelerinin eşliğinde yoğun tepkiler başlatılacak. İşte ABD, yeni yüzlere sahip yönetimlerle, bu bağlamda gelişebilecek gerilimleri de önleyebilir. Kısacası, Mübarek gibi deşifre olmuş kesimlerin değişmesi, kimi reformların yapılması, ABD’nin aleyhine değil, lehine olacaktır. Bu değişimler, BOP kapsamında ABD’ye yarayacaktır.
YA DEVRİMCİ İRADE YA EMPERYALİST TAHAKKÜM
Tunus Başkanı Bin Ali’nin halk nezdinde istenmez adam ilan edilmesinde 23 yıldır uygulamakta olduğu ABD ve AB eksenli IMF politikalarının önemli bir rolü vardır. Gerçekte bu politikalar, Bin Ali’nin 23 yıllık iktidarının da süreklilik güvencesi olmuştur. Bu bağlamda halkın tepkisini çeken, gıda ve enerjide sübvansiyonların kaldırılması, emeklilik sisteminin özelleştirilmesi gibi uygulamaların IMF tarafından dayatıldığı ve kriz koşullarında bundan kolay kolay vazgeçmeyeceği düşünülürse, Bin Ali sonrasında rejimin nasıl ve hangi yönde yönlendirilebileceğine dair de ipuçları belirmiş olur.
Krizle birlikte saldırısı da sömürüsü de, krizi yönetme arayışları da küreselleşen emperyalist sistemde kendiliğindenlik; direnmemenin, süreci emperyalist “insaf”a terk etmenin diğer adıdır. Bu, mail grubu için de, sokağa dökülmüş öfkeli kitleler için de geçerlidir. Kastettiğimiz, yıllar önce aşılmış olan “irade mi, kendiliğindenlik mi?” tartışmalarına feda edilemeyecek denli önemli ve netleşmiş bir konudur: Ya devrimci irade ya emperyalist tahakküm ve tuzaklardan tuzak beğenmek. Üçüncü bir olasılığın ancak geçiş süreçlerinde geçici anlamda şansı olabilir.
Lübnanlı yazar Halil Cibran’ın “Ne yazık o ulus ki, yeni yöneticisini borazanlarla karşılar ve yalnızca bir diğerini yine borazanlarla karşılamak için yuhalarla uğurlar.” dizelerinde de ifade edildiği gibi mesele bir uğurlama veya karşılama meselesi değildir. Doğru değerlendirme ve eylem tercihleri, mutlaka devrimci bir örgütlülük ve birikim gerektirir.
Görünen o ki, yüzyıllara yayılan devrimci birikimin evrenselleşmiş tezlerine karşı da bir hafıza veya sahiplenme sorunu yaşanıyor. Devrimlerde moment çok önemlidir. “Yarın çok geç olabilir.”, “Duraksamak ölümdür.” gibi saptamalar anımsanmalıdır. Ortaya çıkan fırsat ve üstünlükler vaktinde değerlendirilmediğinde, her gecikme sistemin lehinedir. Bu bağlamda, bugün yaşanmakta olan örneklerde görüldüğü gibi halkların devrimci bir alternatifle sürece hazırlıklı girememesi nasıl bir eksiklikse, bu konudaki her gecikme, eksikliği büyütmekte ve emperyalizmin, sürecin enerjisini kendi politik yataklarına akıtma ihtimalini arttırmaktadır.
Emperyalizm için, söz konusu ülkelerin sistemin içinde kalması en öncelikli amaçtır. Kimin gidip yerine kimin geçtiği de, eylem halindeki kitlelerin geçici olarak rahatlatılması amacıyla atılan sınırlı geri adımlar da, asıl amacın yanında tali önemdedir.
Egemenler için en büyük tehlike, başkaldırının sınıfsal bir nitelik kazanmasıdır. Mülkiyete yönelik saldırılar bu bağlamda bir işarettir. Ama, sistemin yıllara dayalı olarak ürettiği siyasal yapılanmalar, kişileri de niyetleri de aşan boyutta güvenceler taşır. Bu nedenle, kimi geri adımları ve “günah keçileri”nin feda edilmesini, devrim yönünde bir kazanım olarak görmek için acele edilmemelidir. Sistemin karşı hamleleri, her zaman katı bir disiplin ve çıplak şiddet değildir. Dışavuran toplumsal dalganın yapısal tahribata sebep olmadan geri çekilmesi önemlidir. Egemenler bazen bunu, zamana yayarak yönetir.
Şu ana kadar ki veriler, sokak eylemlerinin, bir devrimi gerçekleştirecek olan iradeyi ve örgütlülüğü yansıtmadığını gösteriyor.
Bütüne dikkatle bakıldığında, örneğin “yasemin” tanımına bile bir işlev yüklendiği, “liberal demokrasi”nin sınırlarının dışına taşmayı önleyecek şekilde, ufuk daraltma operasyonlarının/yönlendirmelerinin yapıldığı da söylenebilir.
Tunus’ta halkın isyanı turuncu başlamadı; ama, giderek ona turuncu bir renk katılmak istendiği veya daha “koyu” renklere evrilmesine karşı önlemlerin alınmakta olduğu söylenebilir. Bu, adı geçen tüm ülkeler için geçerlidir.
Süreç hala birden çok seçeneğe açıktır. Ancak bu seçenekler içerisinde, ABD’nin halk tepkisine irade koyup, değişimi BOP kapsamlı yeniden şekillenmenin ayaklarından biri haline getirmesi, zayıf bir olasılık değildir.
Devrimler koşullar üstü bir iradenin ısmarlama projeleri değildir. Ne var ki hazırlıklı olunmadığında, gün gelip koşullar çağırsa da gerekil rolü üstlenmek zordur. Bugün hareket halindeki sokakların en büyük eksiği, devrimci bir iradenin örgütlü gücüdür. Bu olgunun öneminin ayırdına varabilmek, sahip olunan mücadele ve devrim perspektifi ile doğrudan ilintilidir.
Örneğin Tunus’taki isyanla beraber anılan blog yazarlarının “Polise yasemin verelim!” sloganıyla yola çıkması ve Tunus İşçileri Komünist Partisi’nin “Tamamı halktan oluşan ordu güçlerimizi bizim ve ülkemizin güvenliğini sağlamaya davet ediyoruz.” biçiminde açıklama yapması; gelişmelere “gerçek devrim” atfında bulunanlara ters gelmiyor olabilir. Ama bu, diktatörlük koşullarında devletin nasıl tahkim edildiğini, polis ve askerin nasıl yapılandırıldığını bilmeden, devrimden ne anlaşılması gerektiğinin de bilinemeyeceği gerçekliğini değiştirmez.
Büyük oranda yönlendirilmiş de olsa, bu tür fikirlerin/yaklaşımların yaygınlığı, devrim fikrine dair bir dönem klasikleşmiş genel doğrulardan (gerçekte teorik ve pratik birikimden) ne denli uzaklaşıldığının, bu alanda yaşanan yabancılaşmanın göstergesidir. Halbuki, yıkmanın da yapmanın da bir diyalektiği vardır ve bu, niyetten de koşullardan da öte bir zorunluluktur.
YIKMANIN DA YAPMANIN DA DİYALEKTİĞİ VARDIR
Bugün yaşananlar elbette önemlidir. Menziline özgürlüğü koymadan kırılmaya uğrasa da, boşa tüketilmiş bir enerji (veya nefes) değildir. Anımsanacak olursa, 1917’de 1905’in “yenilgi dersi” etkili olmuştur. Ne var ki, o dersin öneminin yeterince algılanması bile 1917 sonrasında gerçekleşmiştir. Bu nedenle vaktinde görmek, gecikmeden ders çıkarabilmek, alınacak dersin önemini de arttırır.
Bugün, Leninist bilincin toplumsal hareketlerde içkin hale geldiği dönemden beri belki de ilk kez toplumsal olgulara bu denli kişisel gözlüğün penceresinden bakılır oldu.
Gelişmeler; hükümetlerle, bakanlar ve başbakanlarla değerlendirilmekte, “domino etkisi”nden Bin Ali’den sonra Mübarek, vb. diktatörlerin yönetimi bırakması (hatta bir benzeri ile yer değiştirmesi) anlaşılmaktadır. İşin acı tarafı Leninizm’in öğreticiliğine en çok ihtiyaç duyulan bir anda, Leninizm’i yanlış yorumlayanların veya muarızlarının sesi, olması gereken seslerden daha fazla çıkıyor.
Bu, aynı zamanda, niyetten bağımsız olarak, bilimin devrimler konusundaki birikimini, yöntemsizlikle veya karşıtlarının iradesine açık bir yöntemle ikame etmektir. Halbuki, aceleye getirilmiş bir domino etkisi bile, alternatifin benzeri ile ikame edilebilmesi olasılığını arttırır.
Sözü geçen Mısır, Ürdün, Cezayir, vb. ülkelerde diktatörlüğün tarihte hak ettiği çöplüğe gönderilmesi için, objektif koşullar çoktan oluşmuştur ve süreç devrimci iradeyi, rolünü oynamaya çağırıyor. Ne var ki bir devrim için çok önemli olsa da iradeden “halk öfkesi”ni anlamak ve hangi biçimde olursa olsun sokağa dökülmeyi yeterli saymak, hafife alınamayacak bir yanılgıdır. Bırakalım diktatörlük kalelerinin peş peşe düşmesini, emperyalizm açısından stratejik bir önemi olmasa da, salt Tunus’ta bile halkın kendi özgücüyle diktatörlüğü devirip yerine özgür bir toplum inşa etmesi, pek çok açıdan önemli ve gereklidir.
Kendiliğindenlik vurgusunu çok seven duruşların göremediği olgulardan biri de “demokrasi bilinci”nin hiç olmadığı denli bulanmış olduğudur. Bu durum, yıpranan “denek”i sahneden alıp, halkın karşısına konan sandıklardan “özgür iradeyle”(!), gidenin muadilini seçmesini sağlama olasılığını hemen her ülke için güçlü tutmaktadır.
Emperyalizmin demokratik veya meşru yönetimden anladığı (şeyh, emir, modern firavun fark etmez) halkları azla yetinmeye razı ederek, küreselleşen sömürü çarkının o dişlisinde düzenin ömrünü uzatmaktır. Dikkat edilirse (renkli veya renksiz) 1990’dan bugüne “devrim” adıyla anılan tüm toplumsal hareketlenmeler, “demokrasiye geçiş”le gerekçelendi ve “demokrasi”den ya kapitalizmin seçime imkan veren faşizmi ya da (o da bir diktatörlük olan) burjuva demokrasisi anlaşıldı. Yaygınlaştırılan bir diğer algı, emperyalist sistem dışında kalan tüm ülkelerin anti-demokratik olduğudur. Bu kapsamda, Sovyetlerin çözülmesi ve kapitalizme dönüş, demokratikleşme sayıldı.
Yugoslavya’da yıllarca bir arada sorunsuz olarak yaşayan halkların birbirine boğazlattırılması ve yaşanan parçalanmadan AB’ye, NATO’ya dahil olmuş ülkelerin çıkması, demokrasiyle açıklandı.
Irak’a da Afganistan’a da yapılan saldırı ve işgal, “demokrasi götürmek”le gerekçelendi.
İşte bu koşullarda en büyük tuzak, diktatörlüğü diktatöre indirgemek ve antitezini sistem içi revizyonlar da aramaktır. Tam da bu nedenle, internet üzerinden yayılan “Polise yasemin verelim.” sloganı ve
Tunus’taki Komünist Parti’nin orduya yönelik “Güvenliğimizi al.” çağrısının nasıl bir duruş ve eksikliği işaret ettiğinin üzerinde durulması, büyük önem taşıyor. Ancak böyle sorgulayıcı bir bilinç, sistemin enstrümanlarına bir kurtarıcı gibi sarılmayı önler ve çözümün nerede, nasıl aranacağına dair sağlıklı ipuçları verir.
16 ŞUBAT 2011
DEVRİMCİ HAREKET
Sayı 32 ( Mart – Mayıs 2011)