Bir olgu değerlendirilirken, özünü yansıtmayan bir nitelik gürültülü bir şekilde öne çıkarılır ve altı kalın ve hatta renkli bir hatla çizilirse, yanılma ve yanıltma olasılığı büyür. Bugüne dek ölüm orucu için o kadar çok şey söylenip yazıldı ki, bakıldığında asıl halkayı görme şansı zayıflatıldı; üzerinde durulması gereken asıl öğeler gölgede kaldı.
Aynı şey, geçmişte yapılmış olan ve bugüne öğreticiliği ile yansıması gereken bazı ölüm oruçları için de geçerlidir. ’84 için de ’96 için de söylenenlere dikkat edildiğinde, “muhataplarını dize getiren müthiş bir direniş” olduğuna dair vurguların öne çıkarıldığı ve eylemin masaya yatırılıp irdelenmesinin önünü kesen bir tutumun tercih edildiği görülür.
Hafızalarda daha taze olması itibarıyla ’96 ölüm orucu için sorabiliriz; böyle bir eylem şart mıydı? IRA’lılarda, RAF militanlarında veya Diyarbakır Zindan’larında olduğu gibi, bedenini ölüme yatırmak kaçınılmaz bir zorunluluk halini mi almıştı? Ölüm orucunda sayıyı yüksek tutmanın doğru olmayabileceğine dair ’96’da hiç mi veri alınmadı da 2000 Ekiminde yoğun bir katılım tercih edildi? Kitle psikolojisi; eylemin çok fazla uzaması ve görüşmenin tıkanması ihtimali açısından ’96’daki belirtiler ışığında değerlendirildi mi? Hatırlanacağı gibi Eskişehir Cezaevi, boşaltılmadan önce, oradaki devrimci tutsaklar tarafından, devrimci iradenin etken olduğu bir konuma getirilmişti; aynı zamanda, başka “Eskişehir”lerin açılabileceği veya o cezaevinin yeniden doldurulabileceği biliniyordu; bu bağlam içinde, “ölüm orucu şart mıydı?” sorusu hiç değerlendirildi mi? CMK’nın, kuruluşundan hemen sonra böyle bir karar vermiş olması, eylemde öznelliğin nesnelliğe ağır basma ihtimalini beraberinde getirmiş olabilir mi? Bu türden soruları çoğaltmak mümkün. Önemli olan, böyle bir irdelemeyi hareketlerin kendi kendilerine de olsa yapması ve gerekli dersleri çıkarması idi. Bunu, hangi yapının ne denli yapmış (veya yapmamış) olduğunu, 2000 Ekiminde başlayan ve sonra çeşitli biçimlerde devam eden eylemde belirli oranlarda izlemek mümkün oldu.
Niteliği gereği bir saldırı eylemi olmayan ve bu nedenle sonucunda “diz çökertme”den söz edilemeyecek olan ölüm orucuna, bu türden işlevler yükleyerek yola çıkanların önündeki en büyük sorumluluk/görev, kimin ne kadar edilgen, pasif, hain, vs. olduğunu tayin etmek değil; an’a uygun doğru devrimci duruşun yakalanmasında ve uygulama imkanının oluşturulmasında rol almaktır. Böyle bir dönemde yaraları sarma, hareketler arasında ve hareketlerle devrimci-demokrat kamuoyu arasında oluşan rezonans bozukluğunu giderme ihtiyacı, kimin daha kararlı bir duruş sergilediğini ölçme ihtiyacından çok daha büyük, daha acil ve daha önemlidir.
Devletin amacının, umutları kırmak ve gönüllere karamsarlığın/çaresizliğin zifiri rengini yerleştirmek olduğu bilinmektedir. Bir direnişçinin bileklerini keserek serum yerleştirme yoluna gidecek denli zorlama yöntemlere başvurması, işinin devrimci irade karşısında hiç de kolay olmadığını gösteriyor. Ne var ki iradenin sınanması ve mücadeleden başarılı çıkmak, iradeleri bilek güreşinde olduğu gibi sürekli aynı noktada yoğunlaştırmayı gerektirmiyor. Ölüm orucunda veya bir başka eylemde devrimcilerin üstünlüğü, değerlerine ölümüne bağlılık olduğu kadar, süreci genel ve özel boyutları ile sürekli olarak canlı tutmak, insiyatifi elde bulundurmak ve yaratıcı bir üretkenlikle müdahaleci bir duruşun devamlılığını sağlamaktır. Bu müdahale, sürecin gidişatı üzerinde etkili olan ara kararlar (açıklayıcı mesajlar vermek, talepleri ileri veya geri çekmek, birlik çabasını yoğunlaştırmak, vb.) almak biçiminde olabileceği gibi; gerekmesi halinde süreci , niteliği farklı olan bir başka sürece bırakmak biçiminde de olabilir. Örneğin gelinen aşamada tutsakları sakat bırakmaktan veya öldürtmekten rahatsız görünmeyen ve hatta bunu, hem eylemi hem de cezaevlerindeki direnişçi kitleyi tasfiye yönünde geliştiren devletin iradesini/insiyatifini kırmak ve devrimci-demokrat gönüllere derin bir soluk aldırıp, umudu güçlendirici etki yapmak için mevcut gidişata müdahale edilebilir. Bu konuda kesin bir biçim önerecek değiliz. Ancak, ” Bizi açlığa, inançsızlığa, amaçsızlığa mahkum etmek isteyen İMF’ye karşı… açlığımızla, ölümlerimizle meydan okuyoruz.”
(Yaşadığımız Vatan, s:100) biçimindeki yaklaşımın söz konusu yöntemin kapsayıcılığı için yeterli olmadığını belirtmeliyiz. Ölüm orucunun elbette ki İMF ile de kriz ile de açlık vb. ile de ilintisi var; ancak, adeta “her sorunu ölüm orucu ile çözeceğiz” dercesine sergilenen duruş, ölüm orucuna bu ilintiden öte anlamlar yüklemiş ve yöntemi zenginlik açısından sınırlamış oluyor.
Bugün halkın beklentilerinin, “siyasal vicdan”ın, devrimci yapıların, vb. nin gerektirdiği duruş; ölüm orucunda gösterilen iradeyi yaşamın diğer alanlarına taşımak ve “nasıl olsa bu direnişin bir sonu olacak” diye düşünüp, ellerini ovuşturan yirmibirinci yüzyıl zebanilerine anladıkları dilden yanıt vermektir. Devrimciler, diğer toplum kesimlerinden farklı olarak; işkencehanede işkenceciyi, hapishanede zindancıyı yenebileceklerini bilirler. Ne var ki bu, sokağın devrimcilerden yana niteliğini unutmayı değil; daha çok hatırlamayı beraberinde getirmelidir.
Sürecin gidişatına iradi müdahale yapacak ve yeni kararlar alacak olan devrimcilerin, bu kararları zamanında alması ve birbirine karşı üstünlüğü değil, cellatlara karşı üstünlüğü gözetmesi, isabet oranını arttıracaktır. Devletin manevraları, tahliye olup direnişe son veren tutsakları ihanetle suçlayarak bozulmaz. Türkiye devrimcileri çok özel bir süreçten geçiyor. İhanet ve kahramanlık kavramlarının öznellik yoğunluklu tanımları arasında gerçeklerin bulanması, devleti değil, devrimcileri zor duruma sokar.
Donanım eksikliği, hazırlıksızlık, kadro sınırlılığı vb. nedenlerle süreci ilk günkü performansta sürdüremeyen hareketleri “günahkâr” ilan etmek veya bunların etken özne olmaktan çıkması hiçbir devrimci yapıya bir şey kazandırmaz.
Süreç, pek çok açıdan tartışmaya açık yanlar içeriyor. Ama, acil ve önemli olan, yenilgi mi zafer mi olduğu belirsiz olan duraklara doğru ısrarla yol alıp, hiçbir öneri ve tartışmaya açık olmamak değil; gerekirse gidişata, nitelik belirleyici müdahaleler yapıp, devletin kontrol edemeyeceği yöntem ve araçları öne çıkarmaktır.
Devrimcilerin her zamankinden çok daha fazla mütevaziliğe, açıklığa, karar alma cüretine ve birbirini -farklılıklarına rağmen- gözetmeye ihtiyacı var. Duruştaki en ufak bir değişikliği, öneri farklılığını “saldırgan” yanıtlarla karşılamak, ortaklaşmayı değil farklılığı öne çıkarmak; dostlarına olumsuz atıflarda bulunmak için adeta fırsat kollamak; çoktan terkedilmiş olması gereken ve mevcut direnişe sadece zarar verecek olan “eskimiş, kötü” bir tarzdır.
Zulüm devam ettikçe direniş bitmez. Önemli olan “ya ölüm orucu ya hiç” ikilemine düşmeden, kapsayıcı bir yaklaşımla süreci ele alabilmektir. Devrimciler için çözümsüzlük yoktur.
Devrimciler, güzelliklerin servis tabağı içinde, zahmetsiz ve kendiliğinden gelmeyeceğini bilirler. Hiçbir maçı tek devrelik, hiçbir hamleyi selefi olduğu diğer hamlelerden kopuk değerlendirmeyenler için yaşanmakta olan hiçbir şey sürpriz değildir; hiçbir sorun çözülmez değildir. F tipi saldırının gerektirdiği karşılıktaki uzun solukluluk ve çeşitlilik üzerinde dikkatle durulmalı; örneğin, dayatmalar karşısında aynı anda yüzlerce hücreden yükselecek olan ve bedel ödettirici nitelik de taşıyan yanıtlar, işkence örgütleyicilerini şimdikinden daha iyi bir duruma getirmeyecek; çözüm arar duruma düşen onlar olacaktır. Devrimciler için bu yöntemler yeni değildir. Tutsak kitlesinde, işkenceyi her gün karşılamak ve gerekli yanıtı vermek için yeterli birikim ve kararlılık vardır. Yeter ki siyasal irade (yönverici mekanizma) rolünü doğru oynasın.
Yeter ki, devrimciliğin ustalık gerektirdiği, bir an olsun akıldan çıkarılmasın. Bu ustalık, aynı zamanda hangi enstrümanların ne zaman, nasıl ve hangi biçimde devreye girmesi gerektiğinin tayinini içerir. Devrimci enstrümanları doğru zaman ve biçimde kullanabilen bir iradenin baş edemeyeceği hiçbir sorun yoktur.