Gazete Yolculuk’ta yayımlanan, 14 Mayıs seçimleri bağlamında seçim tavrı ve Meclis’i ele alma biçimine ilişkin merak edilenlerle ilgili röportajı yayımlıyoruz:
Devrimci Hareket dergisi Sorumlu Yazıişleri Müdürü Ahmet Ediz Kankur, resmi açıklamalarında yer alan ‘Erdoğan gitsin’ sandığı formülasyonunu ve stratejik oy verme davranışı çağrısını açıkladığı yanıtlarında seçimlere ilişkin tavrın ‘muğlak’ olduğu konusundaki görüşlere yanıt verdi. Ayrıca 14 Mayıs seçimlerinin neden önemli olduğu ve sosyalistlerin 14 Mayıs seçimlerine nasıl yaklaşması gerektiğine dair de sorularımızı yanıtlayan Kankur, seçim sonrasına işaret ederek “14 Mayıs sonrası için hem eyleme hem de örgütlenmeye bu açıdan odaklanmak; enerjiyi ve aklı bu yönde kullanmak gerekmektedir” dedi.
Yolculuk: 14 Mayıs seçimlerinde cumhurbaşkanlığı için ‘Erdoğan gitsin’ sandığına oy vereceğinizi; milletvekilliği için muhalefetin Meclis çoğunluğunu elde etmesi için stratejik oy verme davranışında bulunacağınızı açıkladı. ‘Erdoğan gitsin’ sandığı formülasyonunuzu ve stratejik oy verme davranışından kastınızı açıklayabilir misiniz?
Ahmet Ediz Kankur: AKP’nin son yirmi yılı, ülkenin son kırk yılının devamı niteliğinde. Sermaye açısından 40 yıla yayılan bu neoliberal sürecin temel nitelikleriyle ilerlemesi hayati önemde. Halka umut olarak pazarlansa da esasta bu göreve talip olan Altılı Masa bileşenleri ise geçmişlerinden ders çıkararak değil bagajlarıyla bu toplama katılmış durumdalar. Dolayısıyla ortada uyumlu veya halk için oluşturulmuş bir toplam yok. Babacan ve Davutoğlu, AKP’siz AKP amacını taşırken, Akşener HDP düşmanlığında Bahçeli’den geri kalmazken Saadet dincilikte AKP’den geri kalmıyor. Kılıçdaroğlu ise emperyalizme ve yerel sermayeye kendini göstermeye çalışıyor. Altılı Masa’da burjuva siyasetin, tercih ve değerlerin tüm nitelikleri var. Halk yalnızca “seçmen” olarak, seçmenler de pasif özneler olarak görülüyor, talepleri siyasal metinlere de programlara da yansımıyor. Propaganda bağlamında halkın kimi beklentilerine dokunulsa da bunun muhtemel hükümetin siyasal bileşiminde ve sınıfsal niteliğinde fiili karşılığı olmayacağı da belli.
“Halkımız sürece daha örgütlü ve bilinçli girmek gerektiğini bilerek sandığa gitmelidir”
Bu tablo ışığında Cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP/Erdoğan iktidarının 20 küsur yıllık kesintisizliğine son vermek ve Saray rejimini krize sokmak için sandığa gitme çağrısı yaptık. Toplumsal muhalefetin AKP ve Erdoğan’ın yenildiğini görmeye ve bunun getireceği motivasyona ihtiyacı var. Milletvekili seçimlerinde ise bulunulan il ve bölgeye göre Meclis aritmetiği dikkate alınarak, dolayısıyla da bu seçimlerin “stratejik” önemine bağlı kalınarak oy kullanması çağrısında bulunduk. Muradımız AKP ve MHP’nin olabildiğince az milletvekili çıkarmasını sağlamaktır.
Ancak halkımız, dostlarımız ve yoldaşlarımız; mücadelenin sürekliliğini unutmamalı ve bu seçimin temel önemdeki hemen hiçbir sorunu çözmeyeceğini, sürece daha örgütlü ve bilinçli girmek gerektiğini bilerek sandığa gitmelidir.
Yolculuk: 14 Mayıs seçimlerinin Türkiye siyaseti açısından hangi noktaları dolayısıyla önemli bir uğrak olarak görüyorsunuz? Bu seçimin diğer seçimlerden farkı nedir?
Ahmet Ediz Kankur: Bugün sermaye büyük ve sert oynuyor. Bu oyunu/savaşı seçim zemini ile sınırlı görmek veya sırf oradan bakmak deyim yerindeyse tuzağa düşürür. Süreç çok boyutlu ve ciddi bir değerlendirme gerektiriyor. Son 50 yıllık süreçte, sosyalizm tehdidini yok ettiğini, önündeki tüm engelleri kaldırdığını ve muhalif kesimleri silahsızlandırdığını düşünen/gören veya en azından konjonktürel fotoğrafı böyle okuyan egemen sınıflar, 200 yıllık kazanımları gasp etmek dahil emeğe karşı çok cüretkâr adımlar atıyor. Ancak süreci tanımlayan sertlik bundan ibaret değil. Giderek kapsam büyüten hegemonya ve emperyalist paylaşım savaşında, devletlerle büyük ölçüde iç içe geçmiş olan sermaye güçleri tüm kozlarını kullanıyor.
Bugün artık Rusya’nın kuşatılması kapsamında Japonya donanması Baltıklarda veya ABD donanması Kuzey Buz Denizi’nde konumlanıyorsa; Yunanistan, bir bütün halinde ABD üssüne dönüşmüşse, milyarlarca dolar harcanarak yapılan boru hattı faaliyete girmeden bombalanıyorsa ve bu işin tarafı Almanya duruma göz yumuyorsa; NATO, iç çelişmelerini aşıp yeniden paylaşımın askeri gücü haline gelmişse; nükleer savaş tehlikesi ortaya çıkmışsa bunun Türkiye’ye ve 2023 seçimlerine yansımaması düşünülemez.
Nitekim, durumdan vazife çıkaran ve kimlerden nasıl icazet alması gerektiğini bilen Kılıçdaroğlu, bugüne dek gerek Türkiye’de TÜSİAD ve çevresine gerekse NATO, ABD vb. odaklara kendini göstermek ve CHP’nin programını onların beklentilerine göre biçimlendirmek dahil çeşitli biçimlerde öne çıkmayı ihmal etmedi.
Erdoğan’a gelince, kaybetme ihtimali arttığı oranda, birden çok olguyu/sınırı aynı anda zorlamaktadır. Özellikle Ukrayna savaşıyla beraber bir taraftan Ukrayna’ya silah satarken diğer taraftan kuşatılmış Rusya’ya “ambargoyu delme kanalları” oluşturarak çıkar devşirme ve iktidarının ömrünü uzatma yollarını aramaya çalıştı. Buna BAE, Katar, Arabistan vb. noktalardan sıcak para arayışını da ekleyebiliriz. İşte tam da bu noktada; Avrasyacı olma veya eksen kayması vb. olarak değerlendirilemeyecek olsa da bu konjonktürel tercih, Rusya’ya ambargo koymuş olan güçleri rahatsız etti. Bu açıdan seçimlerin küresel ölçekte yaşanan emperyalist paylaşım mücadelesi içinde önemli bir yere oturduğunu söyleyebiliriz.
AKP’nin yaklaşık 20 yıllık sürecinin tüm dönemlerinde muhalif bir enerji birikmiş, kimi zaman sokağa taştığı da olmuştur. Ancak bugün gelinen aşamada, hiçbir döneme benzemeyecek boyutta bir birikme/gerilme söz konusu. Hayatın tüm kesitlerinde olağanüstü kareler görmek mümkün. Sokakta yatanların da açların da yoksul ve işsizlerin de mülk yitimine uğrayıp iflas edenlerin de sayısı görülmedik boyutta arttı. Muazzam bir enerji birikmiş durumda. Bu enerjinin nerede, nasıl, kimlerle hangi birleşik toplam içinde değerlendirilmesi gerektiğinden birlik ve ittifak meselesine kadar geniş yelpazede bir tartışma ve hatta toplam oluşturamama hali söz konusu. Bu tablo, mevcut iktidara, en güç koşullarda bile atraksiyon yapabilme şansı veriyor.
“Seçime dair duruşumuz sanıldığı kadar ‘muğlak’ değil”
Yolculuk: Seçim tutumunuzun cumhurbaşkanlığı seçiminde Kemal Kılıçdaroğlu’na; milletvekilliği seçiminde ise bölgelerin dinamikleri ışığında CHP ya da YSP adaylarına oy vermek şeklinde olduğunu görüyoruz. Bu, daha önceki seçim tutumlarınıza oranla çok daha net bir işaret etmeye tekabül ediyor. Bu hareketiniz açısından bir değişime mi işaret ediyor, daha net işaret etme ihtiyacı nereye dayanıyor?
Ahmet Ediz Kankur: Bizlerin seçime dair duruşunun “muğlak” olduğunu zanneden dostlarımıza sizin aracılığınızla bir kez daha söyleme ihtiyacı duyuyoruz. Bizler, 2017 Anayasa referandumunda olduğu gibi “rejimsel önem taşıyan” değişimleri parlamento seçimlerinden farklı bir önemde ele alıyoruz. Nitekim o süreçte “HAYIR” diyeceğimizi net olarak söyledik. Bugün Kılıçdaroğlu eksenli muhtemel bir başkanlıktan nitelik anlamında fark ifade eden “rejimsel” değişim bekliyor olmasak da hedefimiz AKP/Erdoğan ile somutlanan “Saray rejimi”nin seçimi kaybetmesidir. Bu gelişme çeşitli açılardan muhalif kesimlerde moral etki yapacak ve örgütlü mücadele kesintisiz yürütülebildiği oranda süreci daha ileri taşımak mümkün olacaktır. Yaşanabilecek böyle bir değişimi önemsiyoruz.
Parlamento seçimlerine gelince; Millet İttifakı’ndan halk yararına bir beklentimizin olmadığını çok net olarak ifade etmiştik. Millet İttifakı iktidarının muhtemel icraatları için bugünden burada uzun bir değerlendirme yapmayacağız ama AKP’nin tahribatlarını gidereceğini, burjuva ölçüler içinde bile demokratik bir dönüşüm, bir alternatif gerçekleştireceğini beklemenin sınıfsal bir saflık olacağını düşünüyoruz. Derdimiz AKP’nin parlamentoda zayıflamasıdır.
Bu sebeplerle hareketimiz açısından geçmişe kıyasla yaşanan bir değişim veya daha fazla netleşme söz konusu değildir.
Ancak seçimler konusunda doğru tavır almak bugün başka açılardan da önem taşıyor. Örneğin kısa bir süre öncesine kadar yaptığımız değerlendirmede oy kullanırken HDP’nin mağduriyetini ve duruşunu gören bir yerden oy tercihi yapmak gerektiğini söylemiştik. Ancak gelinen aşamada içinde tek tek sosyalist dostlarımız olsa da HDP’nin bu sebeplerle tercih sebebi olma niteliğini büyük oranda yitirdiğini, bu türden hassasiyetler taşıyan dostlarına karşı HDP içindeki egemen iradenin benzer hassasiyetler taşımadığını, kim ne derse desin bildiğini okuduğunu (bu konuda söz bizden çok “Emek ve Özgürlük” bileşenlerine düşse de) bir kez daha oturduğu masalarda eşit davranmadığını gördük.
“Oy verme sebebimiz AKP’nin yenilgisine katkı sağlamak”
Özcesi şu: Özgürlük için mücadele eden HDP’yi CHP ile kıyaslayacak veya eşitlik kuracak değiliz. Ancak meseleyi adayların tek tek niteliği üzerinden tartışacak olursak ne CHP’ye ne de HDP/YSP’ye oy vermemek gerekeceği açıktır. Halklarımız ve bizler, hangi listede yer alırsa alsın Akşener’in, Davutoğlu’nun veya Babacan’ın yaptıklarını nasıl unutmadıysak, Cengiz Çandar’ın, Hasan Cemal vb.nin de yaptıklarını/niteliğini unutmadık. Oy verme sebebimiz oy verdiklerimize ilişkin beklenti veya onlara duyduğumuz güven değil, AKP’nin yenilgisine katkı sağlamaktır. Bu nedenle sadece verilen oy değil, oyun verilme sebebinin de önemli olduğunun altını çizmek isteriz.
Yolculuk: Sosyalistlerin Meclis’i nasıl kullanması gerektiğine dair bir tartışma sürüyor. Sizin Meclis’i bir kürsü olarak kullanmasına ilişkin değerlendirmeleriniz nasıl?
Ahmet Ediz Kankur: Solun, devrimcilerin Meclis’i bir “kürsü” olarak kullanması yeni bir olgu değil ancak gelinen aşama bunu çokça aştı. Kürt örgütlülüğünün bilinen özgünlükleri nedeniyle bu zemini bir kürsü olmanın ötesinde kullanması ile başlayan süreç, bugün artık kabulü zor tablo ve pratikleri ortaya çıkarmıştır.
Bir süredir solun önemli bir kesiminde pragmatizmin ve günü kurtarma eğilimlerinin atılacak her adımı belirlediğini görüyoruz. Özgüven yitiminden konjonktürel güçlere yedeklenmeye, seçime abartılı anlamlar yüklenmesinden, düzen içi muhalefetle sosyalist alternatifin karıştırılmasına kadar geniş bir yelpazede etkili olan bu sağlıksız eğilim solu adeta teslim almış, basiretini bağlamıştır. İttifaktan, güç birliğine veya cepheye kadar bu alandaki birikim ve tecrübelerin reel politiğe kurban edildiği, bu konuda en bilindik geleneklerin/kuralların çiğnendiği bu süreç korkarız ki hayal kırıklıklarını beraberinde getirecektir.
Bugün, bir çeşit “sosyal demokratlaşma” diyebileceğimiz sınıf uzlaşmacı duruşun yaygınlaştığını, devrim ufuklu sınıflar mücadelesinin yerini aldığını söyleyebiliriz. Sınıflar mücadelesinin bu denli sertleştiği, çelişmelerin keskinleştiği, gelir dağılımı uçurumunun oluştuğu bir dönemde seçime dönük çözüm beklentisi oluşturmak, umudu sömürmek/ertelemek, milatlar oluşturmak her burjuva iktidarın veya partinin işidir. Bu, düzen siyaseti açısından anlaşılabilir. Çünkü adı üzerinde düzenin devamını sağlamak ve bunun için rıza oluşturmak amacıyla yapılan siyasettir; yalanı da aldatmayı da abartıyı da kaldırır. Ama sosyalist/devrimci siyasetin buraya sıkışması, tüm beklentileri seçim vaadiyle kitlemesi çok sorunlu bir duruştur. Emekçiler ve devrimci demokratik yapılanmalar ancak iş yerlerinden sokaklara, geniş bir zeminde örgütlendiği ve düzeni değiştirme yönünde yol aldığı müddetçe sandığın ve seçimin sonuçları üzerinde etki yaratabilir.
Tüm bu nedenlerle diyebiliriz ki kolaya kaçarak; sınıf karşıtını, düzen partilerini taklit ederek başarılı olduğunu sanmak, hatta onların taktik ve ritüellerini taklit etmek; günümüzün ihtiyacı olan devrimcilik veya mücadele biçimi olamaz. Gerçekte bu, devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzına dair temel önemde bir sorundur. Bugün devrimci yapılar dahil, örgütlü muhalif kesimleri büyük oranda “Tek Yol Devrim”den “Tek Yol Seçim”e getiren atmosfer budur. Bir çeşit seçim hipnozu yaşanmaktadır. Emekçilerin bir sonraki ayı nasıl geçireceğinin belirsiz olduğu, hemen her gün dikkate alınması ve mücadele konusu yapılması gereken gelişmelerin yaşandığı bu tarihsel kesitte seçim ittifaklarıyla, kimin kimlerden kaç vekil talep ettiği ile veya kurucularının dahi amacını tanımlayamayacağı sığlıktaki biçimsel ortaklaşmalarla vakit tüketiliyor olması, inanıyoruz ki tarihe ibret verici bir ufuksuzluk ve öngörüsüzlük olarak geçecektir.
Elbette seçimlerin mücadele içinde doğru değerlendirilmesi, Meclis’e vekil girse de girmese de olumlu sonuçlar doğurabilir. Bu doğru bakış ve yaklaşımın yanında siyasal yaratıcılığa da bağlıdır. Uzun zamandır halkın biriken öfkesinin cumhurbaşkanlığı koltuğundakini değiştirmekle sınırlı bir seçim tercihinde harcanması yerine halkın acil ve daha kapsamlı taleplerini de içeren bir mücadeleye/programa odaklanılması için çalışmak gerektiğini söylüyoruz. Bu nedenle bizler, seçim sürecini “Sandık yetmez faşizmi sokakta yeneceğiz” öngörüsüyle, sandık+sokak diyerek örgütleyeceğiz. Sandık meselesini uzunca açıkladığımızı düşünüyoruz. Bugün burjuva siyaset öznelerini de aşan geniş bir zeminde mücadelenin sandığa kadar daraltıldığı, insanların seçime kadar beklemeleri gerektiğinin, başka yol olmadığının telkin edildiği bu koşullarda, sandık-sokak diyalektiğine vurgu yapmak büyük önem taşıyor. Sokaktan kastımız da seçim dışındaki mücadele ufkudur; hem alan hem de yöntemdir; bir fabrikada grevdir, bir okulda boykottur, bir mahallede halk meclisidir, bir alanda miting ve bir sokakta fiili durumdur, kavganın uzun menzilli ufku ve diyalektiğidir, mücadelenin birleşikliğinin gereğidir.
Yolculuk: Açıklamanızda, demokratik halk iktidarını kurmak için siyasetin tüm alanlarında buna uygun tüm araçları kullanacağınıza vurgu yapıyorsunuz. Devrimci Hareket’in beklenen farklı seçim sonuçlarına göre önümüzdeki dönemde siyasi rotası nasıl olacak?
Ahmet Ediz Kankur: Dünya ve ülke çok özel bir süreçten geçiyor. Sınıflar mücadelesi tarihinde darbelerle, paylaşım savaşlarıyla vb. anılan dönemlere benzer tablolar söz konusu. İnsanların en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamadığı bu süreçte tablo giderek ağırlaşıyor. Gerçekte ne deprem ne kriz ne de paylaşım savaşı yeni değil. İnsanlık, bu duraklardan çeşitli zamanlarda geçti. Ancak bu kez, son 40-50 yıllık operasyonun toplum üzerindeki etkileri daha kalıcı ve sonuç alıcı hale geldi. Neoliberalizmin umut kıran, parçalayıp dağıtan, içselleşip bozan niteliği, başka dönemlerle kıyaslanamayacak bir etki yaratmıştır.
Bu koşullarda ihtiyaç gelen şey halkın örgütlenmesi, kendi hakkını kendi savunacak niteliğe ulaşması ve düzen karşısına alternatif bir siyasal güç olarak çıkmasıdır. Siyasetin bir elitin işi olması, halkın yönetmeye değil yönetilmeye layık görülmesi, burjuva siyaset tarzıdır. Bugün yöneten ile yönetilen arasındaki mesafe ve yabancılaşma sürdürülemez bir noktaya gelmiştir. Araçlar günü kurtaramıyor. Seçilenler kısa sürede deşifre oluyor.
“Devrimciler mucize arayışlarına, kestirme yollara ihtiyaç duymaz”
Bu koşullarda alternatif yöntemler, alternatifin soyuttan somuta taşınması çok önemlidir. Bu açıdan devrimci halk muhalefetini büyütmek, burjuva demokrasisinin sınırlarında kalmadan halkın örgütlenmesine katkı sağlamak özel bir önem taşıyor. Uzun zamandır bu yönde attığımız adımları yeni dönemde daha nitelikli ve kapsayıcı biçimde hayata geçireceğiz. Halkın halktan başka dostunun olmadığını göstermek zorundayız. Halk hareketinin devrimci mücadele ile olan ilişkisine gelirsek; azami programlar asgari programları, stratejiler taktikleri yadsımaz; aksine arada tamamlayıcı, geliştirici bir bağ vardır. Bundan dolayı halk örgütlenmesinin devrimci örgütlenmeyi de büyütmek için temel önemde olduğunu unutmamak gerekiyor.
Peki ne yapacağız? Devrimciler mucize arayışlarına, kestirme yollara ihtiyaç duymaz. Bizi geliştiren ideolojimiz, emeğimiz, sabrımız ve siyasal yaratıcılığımızdır. AKP iktidarında büyüyen ve çeşitlenen muhalif potansiyelin gerek kısa vadede gerekse seçim sonrasında sonuç alabilmesi için, öncelikle acil ve görünür durumdaki sorunlar etrafında buluşmak gerekiyor. Bunun için karmaşık yöntemlere de paket programlara ihtiyaç yoktur; stratejik hedefler üzerinden çizilmiş kalın farklar da engel değildir. En temel hak ve özgürlüklerin yok sayıldığı, kazanılmış hakların gasp edildiği, insanca yaşamın olmazsa olmazı niteliğindeki ihtiyaçların karşılanamaz hale geldiği bu koşullarda programı zaten hayat yapıyor. Geriye acılar, sorunlar üzerinden birleşip yol almak kalıyor.
Seçim sonrasında Kılıçdaroğlu’nun iktidarına gelmesi durumunda ise sürecin bir çeşit IMF programını beraberinde getireceği; kemer sıkma adı altında zamların, iflasların ve işsizliğin artacağını söylemek mümkündür. Bu açıdan yukarıda tanımladığımız gibi sokağı örgütlemenin önemi artacaktır. Milyonlarca insan açlık, yoksulluk, işsizlik ve zamlarla boğuşurken, binlerce esnaf kepenk kapatmışken, tarım emekçileri bütünüyle emperyalist tekellerin insafına bırakılmışken bu potansiyeli örgütleyip henüz muktedir olamamış bir iktidar üzerinde toplumsal basınç yaratmanın imkanları oluşacaktır.
Bu açıdan 14 Mayıs sonrası için hem eyleme hem de örgütlenmeye bu açıdan odaklanmak; enerjiyi ve aklı bu yönde kullanmak gerekmektedir.