Irak’taki savaşla ilgili yaptığımız değerlendirmeyi geniş tutmuş da olsak; bu konu çerçevesinde akla gelebilecek ve çeşitli çevrelerde karşılaşılan kimi soru işaretlerini gidermek açısından ayrıca soru-yanıt çalışması hazırladık. Zemini kaydırmak ve kafa karışıklığı yaratma amaçlı saldırıların yoğunlaştığı bu süreçte böyle çalışmaların öneminin arttığını düşünüyoruz.
Soru: Irak’taki direnişi bir halk savaşı olarak niteliyorsunuz. Buradaki ölçütünüz nedir? Mesela genel kabul gören hangi halk savaşı örneğiyle örtüşüyor?
Yanıt: İmkansızlıklar içinde imkan yaratan, geçmiş direniş modellerini ölçü alarak hazırlık yapan Irak halkı, kendilerine direnmeyi yakışık görmeyen ve işgalci sürülerine 48 saat süre tanıyan, adları gazeteci olan, gerçekte aldığı dolarları boynunda bir zincir gibi taşıyan şarlatanlar, Irak’a ilk ayak basılan yerde Umm el Kasr’da karşılaşılan direnişle gerçekte küçük dillerini yuttular. Tam dokuz kez bu küçük kasabayı ele geçiren(!) işgalci güçler, gerçekte hemen o an tüm teorileri, teknolojileri ve şakşakçıları ile beraber körfeze dökülmüş, yenilmişlerdir.
Bağdat’a girildikten sonra, işbirlikçi medyanın yağdanlık olarak memur edilmiş olan görevlilerinin kustukları kin ve yaptıkları histerik açıklamalar, geçirmiş oldukları o şoku atlatma gayretidir. “Halas ki halas, işte bitti! Topu topu üç haftalık barutu varmış, o da bitti! Ve kurusıkı attı ama aslında o barutunu dahi atamadan bitti. Neyse, önce, insanlığa hayırlı olsun. ” (Hadi Uluengin, Hürriyet) ” ‘Good good Bush’, ‘Goodbye Saddam’ ABD tankları Bağdat’ta ilerlerken halkın attığı bu sloganlar, savaş karşıtlığı kisvesi altında Saddam militanlığını yapan gözüdönmüşlere ders olsun. Yok hala akılları başlarına gelmemişse, Türk halkını aylarca terörize etmekten vicdanları sızlamıyorsa, onlara ‘iyi’ bir haber verelim. Pankartlarını atmasınlar, yeniden ihtiyaçları olacak. Çünkü Irak’tan sonra sırada Ortadoğu’nun diğer diktatörlükleri, öbür çağ dışı rejimler var. ” (Erdal Şafak, Sabah diyor ki)
Görünen o ki, Irak’taki direniş ve bu direnişin dünya halklarınca sahiplenilmesi onlara fazla dokunmuş. Bağdat’a girilmiş ve direnişin ivme kaybetmiş olması, şehirlerde yönlendirilen yağmalarla beraber, işgalciler tarafından bir zafer edasıyla açıklanınca ve sağlıksız bilgi kanalları, sağlıklı bilgi kanallarından daha fazla ses çıkarınca, ortalığa bir belirsizlik çöktü ve daha önemlisi, Irak halkının onurlu direnişinin gölgede kalma olasılığı doğdu. Buna izin vermemek gerekiyor.
Yakalayıp linç ettiği yağmacıların başında, elde silah “bunlar Bağdat’lı değil, Bağdatlılar onurlu olur. Bunlar Amerikalı!…” diye bağıran Iraklıları görmek istemeyenleri daha pek çok sürpriz bekliyor. Bir direnişin iradesi kırılabilir. Bir ülkede şu veya bu oranda işbirlikçi oluşturulabilir; Bağdat, 20 günde üzerine atılan 18 bin bombayla şimdilik sinmiş görülebilir, bir halk kimi konularda yanıltılabilir; ama bu, ruhunu satmış, kişiliğini dolara tahvil etmiş “tanka iliştirilmiş” gazetecilerin ve onlar gibi düşünüp yazanların dediği gibi işgalcilerin kazandığı anlamına gelmez. Onlar kaybetmeye mahkumdur.
Irak halkının verdiği haklı savaş, önderlik anlamında kimi zaaflar içermiş ve temenni edilen boyutlara taşınamamış da olsa; tarihe onurlu bir halkın emperyalizme karşı yürüttüğü bir halk savaşı olarak geçmiştir.
Televizyon programlarına yorumcu olarak çıkan kimi emekli generallerin bile direnişin özgünlüğüne dikkat çektiği görüldü. Direnişte sanki başka bir ekolün olduğu, Stalingrad Savunması’ndan kaynaklanan, Vietnam savaşından etkilenen bir mirasın taşındığına dair verilere rastlandığı söylendi. Baas Partisi’nde önemli görevlerde bulunan generallerin bir kısmının Sovyetler Birliği’nde, Sovyet Askeri Akademi’lerinde öğrencilik yapmış ve orada öğrendiklerini bir direnişe taşımış olabilecekleri yorumu yapıldı. Diğer bir faktör olarak da Baas Partisi örgütlenmesinin bütünüyle, Sovyet tipi bir örgütlenmeden etkilenmiş, oradan aldığı sosyalist öğeleri şu veya bu oranda bağrında taşıyor olması gösterildi. Çünkü, bir siyasal partinin milis örgütlenmesi dışında doğrudan üyelerinin, militanlarının çatışmaya girmesi, kapitalist toplum teşkilatlanmalarında rastlanan bir olgu değildir. Dolayısıyla Irak’taki direniş; halkıyla, köylüsüyle, milisiyle, düzenli ordusu ve militanıyla bir halk savaşıdır. Bu tanımın; emperyalizmle bütünleşmiş bir siyasi iktidarı alaşağı etmek için, bir devrim stratejisi olarak hayata geçirilen uzun süreli halk savaşı stratejisi (PASS) ile farklı nitelikte bir direniş için kullanılmış olması, akla terminoloji sorununu da getirebilir. Ne var ki biz, yeni bir keşif peşinde değiliz; ayrıca, kavramları yerli yerinde kullanma hassasiyetimiz de bilinmektedir. Aksine amacımız, olguya doğru tanım getirilmesini, haksızlık edilmemesini ve doğru dersler çıkarılarak; karşı devrimci yönlendirmelerin önünün kesilmesini sağlamaktır. Stalin, 1941’de yaptığı radyo konuşmasında, halkı faşist Almanya’ya karşı savaşa çağırırken, ” Yurdun kurtuluşu uğruna, faşist istilacılara karşı halk savaşı “ndan söz eder. Önemli olan böyle bir süreçte halkın hangi kesimlerinin savaşa gerçekten katıldığıdır. Çünkü işgal, bütün halk kesimlerini etkileyen çok somut bir olgudur; açık işgal söz konusudur. Ayrıca Irak’ta, öyle bir güç farkı vardı ki, saldırgan düşmana karşı düzenli orduyla karşı koyabilme şansı yoktu. Nitekim, gerilla savaşı temelinde gelişen uzun süreli halk savaşı stratejisinin de özü buydu. Çok açık bir askeri üstünlük karşısında halk, elindeki olanaklarla, bulabildiği araçlarla direndi. İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma İngiliz beşlisi ile “helikopter düşürdüm” diyen köylünün öne çıkarılması (bu mizansen olsa dahi), böyle bir ihtiyacın hissedilmiş olması; yani halka bunun yapılabileceğinin gösterilmeye çalışılması, halk savaşı tarzında mücadelenin ölçütlerinden biridir.
Eğer bugün birileri Irak’taki direniş için halk savaşı tanımını fazla görüyorsa; bunda, Baas Partisi’ne yönelik koşullanmaların önemli oranda rolü vardır. Ülkemizde sol gelenekte, Baas Partisi’nin yeterince önemsenerek değerlendirilmediği/incelenmediği söylenebilir. Sovyetler’in çöküşü ile birlikte merkeziyetçi olan sol normları şu veya bu biçimde yaşatmaya çalışan bütün yapılar, biraz da ABD’nin şartlandırmasıyla terörist, despot, diktatör ilan edildi. Ancak burada bir şey ıskalanıyor. ABD’nin asıl istediği, bir ülkenin tepeden tırnağa her şeyiyle emperyalist pazarla entegrasyonudur. Dikkat edilirse Irak’ta girdikleri her yerde, ne üretildiğine bakılmaksızın fabrikaları tahrip ettiler.
Bilindiği gibi İtalyanlar, Türkiye’nin güney bölgesini işgal ettikleri zaman; Muğla, Fethiye, Aydın yöresinde zeytin ağaçlarını kesmişlerdi. Amaçları, ekonomik anlamda kendilerine bağımlı kılmaktı. Bu, emperyalizmin sıkça başvurduğu bir yöntemdir. Irak’ta yukarıdan aşağıya devlet eliyle geliştirilen sanayileşme modelinin, güçlü bir burjuvazinin oluşumuna izin vermemiş olması; aynı zamanda emperyalizmin işbirliği yapmasına uygun bir burjuvazinin oluşumuna da imkan tanımamış. Irak’ta kendine yeterli olacak düzeyde, oldukça gelişmiş bir sanayi üretimi var. Sınırlı gıda ve ilaç dışında hemen her şeyin ambargo ile engellendiği koşullarda bile, kapitalist pazarın dışında kendine yeten bir sanayi oluşturabildi.
Irak’ta, un fabrikaları gibi sadece temel önemde sayılmayan alanlarda özel sektörün olması, güçlü ve dolayısıyla siyasi iktidara ortak olabilecek bir burjuvazinin oluşumunu engellemiştir. Bu durum, ABD’nin operasyonunun ardında petrol dışında farklı nedenlerin de olduğunu gösteriyor. ABD’nin, özellikle Sovyetlerin yıkılması sonrasındaki en büyük hedefi, dünyayı bütünüyle emperyalist kapitalist pazarın bir parçası yapmak; buna şu veya bu şekilde engel olan ülkeleri de ortadan kaldırmaktı. Yani metanın dünyada tam ve özgür dolaşımını sağlamak gibi temel bir felsefesi vardı. Buna engel olarak; Küba, Irak, Sırbistan ve Kuzey Kore’yi görüyordu. Bunların “şer ekseni” olarak görülmesinin gerçek nedeni “terörizm” değildi.
Gerçekten de bunlar, pazarlarını emperyalist-kapitalist sistem dışında tutabilen ülkelerdi. İşte Irak halkının savundukları arasında, Baas Partisi’nin sağladığı kazanımlar da vardı. Baas Partsi’nin duruşundaki çarpıklık bu gerçeği yok etmiyor. Emperyalizmin açık ve net işgaline karşı, bu kazanımların yanında halk; vatanını, toprağını, değerlerini ve onurunu savunuyor. Bu başlı başına demokratik bir değerdir.
Halk savaşı kavramını Marksizm’e kazandıran Mao’nun Çin’de, çeşitli dönemlerde verdiği mücadele farklı nitelikler taşıyordu. Örneğin, Kuomintang gericiliğine karşı Mao’nun yönlendirdiği savaş ile Japon emperyalizminin açık işgaline karşı önderlik ettiği savaş aynı stratejik öğeleri barındıran savaşlar değildir. Birinde siyasi gericilik var; diğerinde ise açık işgal söz konusu. Çin’deki bu savaşlar veya Vietnam’daki açık işgale karşı savaş, birer halk savaşıdır. Burada temel ölçüt; savaşın, halkın geniş kesimlerini kapsaması ve demokratik talepler etrafında şekillenmesidir. Emperyalizmi kovma mücadelesi, başlı başına demokratik bir değerdir. Irak halkının mücadelesi de bu içeriktedir.
Burada, Lenin’in Kemalist hareket hakkındaki düşüncelerini anımsamakta yarar var. Kemalist hareket, sol bir hareket değildi; ama, Sovyetler’de Komünist Partisi, onun emperyalizmin açık işgaline karşı mücadelesini hem maddi hem moral anlamda destekleme kararı almıştı.
Sonuçta, Irak halkının emperyalizme karşı verdiği mücadele haklı bir savaştır ve terminolojik olarak halk savaşı tanımlamasını hak etmiştir. Askeri olarak yenilmiş olmak, halk savaşı tanımlamasına engel değildir. Ortada bir kayıp, bir feda varsa da bu, daha büyük kazanımlar için bir fedadır. Dünya ölçeğinde halkların önünü açma anlamında bir kazanımdır. Irak aslında, bütün dünya halkları için savaştı. ABD’nin bu kadar açık hegemonyasının olduğu koşullarda yaşanan direnişte insanlar kendini buldu; bütün halklar kendini buldu.
Soru: “Irak’taki savaşın birinci mağlupları silah tekelleridir” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Silah tekelleri hangi açılardan bir kayıpla karşı karşıyadır?
Yanıt: Silah tekelleri, yaptıkları propagandalarda, mallarını pazarlama gayretlerinde, teknolojiyi öylesine yüceltti ki; artık savaşlarda “sıfır temas”tan bahseder oldular. Buradaki yaklaşımın temelinde “savaş silahla kazanılır” önermesi yatıyor. Buna göre, eğer çok gelişmiş silahlar yaparsan, sana kimse karşı duramaz; hatta silahların bizzat kendisi savaşı kazanırdı.
Savaşlarda insan unsurunu yok sayan; insan bilincinin, insan iradesinin rolünü gözardı eden bu yaklaşım; silah tekellerinin kar hırsı kadar, burjuva değerler sisteminde insanın yerini de ele veriyor. Bencillik değirmeninde öğütüp bireyci bir karaktere soktukları insan tipinin ve dolayısıyla kendilerinin en ufak bir zor karşısında değerlerini satacağına inandıkları için; o müthiş silahlara karşı direnen insanları gördükçe daha çok vahşileşiyor ve bu kez, sahte zaferler peşinde koşuyor. Eğer o “müthiş” silahlar savaşı kazanmaya yetseydi; ne heykel yıkma seramonilerine, ne bir avuç çapulcunun yağmasına, ne de Arap’ı Kürt’e, Sünni’yi Şii’ye kırdırma hesabı yapmasına gerek kalırdı.
Savaşı önceleyen süreçte, Amerika basını, son teknoloji ürünü silahları tanıtıyor; savaşın 48 saat içinde nasıl kayıp vermeden kazanılacağını anlatıyordu. Ama, Irak’a adım atar atmaz bunun böyle olmadığı, silahın tek başına sonuç alamadığı; insanın bilinç ve iradesinin silahtan daha önemli olduğu; Umm el Kasr’da 160 kişilik sınır muhafızının direnişinin bir hafta boyunca kırılamaması ile görüldü. Denizden gemiler bombaladı, havadan uçaklar bombaladı,
Kuveyt’ten girmiş olan Kara Kuvvetleri bombaladı; her gün “düşürdük” deme ihtiyacı duydular. Bu, silah tekellerinin yıllardır yapmış olduğu ideolojik bombardımanın, bir sahil kasabasındaki sonuydu. Ortaya çıkan bir diğer sonuç, o çok yüceltilen teknolojinin, karşıt basit teknolojilerle kolaylıkla etkisizleştirilebileceğiydi. Hedefini şaşıran füzeler içinde bize yansıyanlar, çevre ülkelerin sınırları içine düşenlerdi. Bunun dışında hedefini bir kaç yüz metre şaşırıp sağa sola düşen kim bilir kaç füze olmuştur.
Uydu teknolojisine, uydu iletişimine, uyduyla yönlendirme imkanlarına rağmen, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma U-2 casus uçaklarına ihtiyaç duyması; BM’den bu uçakların uçmasına izin vermesini ısrarla istemesi, teknolojik imkanların abartıldığının bir başka göstergesidir.
’91 Körfez savaşının “şampiyon”u patriotlar; çok ciddi bir hava muhalefetiyle karşılaşmadan, karşıt güçlerin hava saldırısı olmadan, tek yanlı bir saldırı durumunda bile bol bol “dost ateşi” açmış, uçaklara kilitlenmiş, uçaklar düşürmüş ve uçaklarca vurulmuş olmakla fiyaskoya uğramıştır.
O çok gelişmiş teknolojileri sonuç vermeyince, akıllı davranmayınca ve etkisiz kılınabilince, Rusya’yı suçlamaya başlamış; GPRS sistemlerinin bozulabildiğini kabul etmişlerdir. Sonuçta, silah tekellerinin prestij kazandığı; patriot ve cruse füzelerinin reklamının yapıldığı Körfez savaşının aksine; bu kez silah tekelleri kaybetti.
Soru: Bu durumda, savaştan canlanmayla çıkması beklenen Amerikan ekonomisinde de beklentilerin gerçekleşmeyeceğini söyleyebilir miyiz?
Yanıt: Irak’taki savaş sonrasında ABD’nin beklentisi, silah tekellerinin siparişlerinin artması ve buna bağlı olarak ekonominin canlanmasıydı. Buna göre, yüzmilyarlarca dolarlık bir silah talebi olacak ve bu enflasyona yol açmadan ekonomide büyümeye sebep olacaktı. Gelişmeler gösteriyor ki bu beklenti büyük olasılıkla gerçekleşmeyecek. Hem savaşın çıplak biçimde açığa çıkan haksız niteliği hem de silah teknolojisinin abartıldığının anlaşılması, sadece Amerika’da değil diğer emperyalist ülkelerde de kamuoyunun direncini arttıracak ve egemen sınıfların silahlanma yarışı için atacakları adımlarda zorlanmasını beraberinde getirecektir.
Halkların ikna edilmesi sorununu abarttığımızı düşünenler olabilir; ancak, sanıyoruz ki İngiltere, İspanya, İtalya gibi ülkelerde milyonlarla yürümeye başlayan kitlelere dikkat edilirse ve dünya ölçeğinde bunun neler vaadettiği görülebilirse; hiç de abartmadığımız anlaşılacaktır. Son
Yazılar’ında Stalin’e Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkıp çıkmayacağı sorulduğunda, bunu o ülke halklarının ikna edilebilmesine bağladığı anımsanmalıdır.
Irak’taki savaşta tüketilen silahların çoğu, 10-20 yıllık stoklardı. İster istemez, yerine yenileri konacak. Belki, cruse füzelerinin “daha akıllısı”nı üretmek için propaganda yapılacak; ama, artık kamuoyu eskisi gibi kolay aldatılamayacak.
Soru: Irak petrollerinin ve genelde ülke ekonomisinin sömürülmesiyle ABD, beklentilerini karşılayamaz mı?
Yanıt: Bir ekonominin sömürülmesi için öncelikle ona işlerlik kazandırmak gerekiyor. Savaşta altyapı büyük oranda tahrip edildi. Irak’ın yeniden yapılandırılması uzun bir zaman alacaktır.
Ortada bir açmaz var. ABD, Irak’ın yeniden yapılandırılmasını ya bizzat kendisi üstlenecek; ya da BM’yi devreye sokacak. BM’yi devreye sokmaktansa, oradaki altyapının kendi isteği doğrultusunda; ama, daha çok da kapitalizmin gelişimini hızlandıracak doğrultuda yeniden yapılanması için kendisinin yatırıma girişmesi zayıf bir olasılık değildir. Bu, kendi tekellerine iş alanı açılması anlamına da gelecektir. Şirketler altyapıyı oluştururken, petrol gelirleri ile de finanse edilmiş olacak. Bu belirli bir ekonomik rahatlama sağlayabilir. Tabii bu süreç, emperyalist ülkelerarası çelişme ve dengelere göre biçim alacaktır. Bir taraftan ABD’nin bir “kovboy” gibi, aklına eseni yaptığı görülüyor. Diğer taraftan BM içinde ve dışında diğer emperyalist ülkelerin baskılanması söz konusu. ABD bu süreçte, Vietnam savaşını da aşan boyutlarda teşhir oldu. Diğer emperyalist ülkelerin, ABD karşısında tavırsız kalmalarının nedeni sadece güçsüzlükleri değildi. ABD’nin sadece solcuların, devrimcilerin gözünde değil, tüm dünya kamuoyunda kaybetmiş olduğu prestijin daha da büyümesi için özellikle tavırsız kalmış görünüyorlar. BM’den bir kınama kararının dahi çıkmamış olması bunu düşündürüyor.
Soru: ABD’de mevcut yönetimin “karanlıklar prensi”, “Vietnam kasabı” gibi isimlerle anılan bir kadrodan oluşması sebebiyle, kimi çevrelerde savaşın nedeni bu kadroların niteliği ile açıklanmaktadır. Bu doğru bir yaklaşım mıdır; savaşın sebebi, yönetimdeki kadroların “şahin”liği midir?
Yanıt: ABD’de partilerin üst bürokratlarının, yönetici kadrolarının tekellerle, tekel gruplarıyla ne denli yakın ilişkiler içinde olduğu biliniyor. Bu, öyle bir karşılıklı ilişkidir ki, yöneticiler “açık oya dayalı seçim”le geliyor da olsa; tekel gruplarıyla bütünleşmesi olmadan seçilmeleri neredeyse olası değildir. Ayrıca bunların, çeşitli bakanlıklarda, kongrede, vb. kadrolaşabilmesi de güçlü dayanaklarla mümkündür. Bunlar, salt Bush’un yönetime gelmesiyle, ya da başkan olmasıyla açıklanacak şeyler değil. Dışişleri Bakanından bakan yardımcısına, Savunma Bakanına, Genelkurmay Başkanına kadar hepsi benzer düşüncede olan bu kadro; seçim mekanizmasından parti örgütlenmelerine kadar hemen her alanda etkili olan çok daha üst düzeydeki ekonomik ilişkilerin seçim sonuçlarına yansımasıdır. Örneğin Powell, “Vietnam kasabı” olduğu için değil; ama, gerek Vietnam’da, gerek Körfez savaşında, gerekse Irak savaşında ABD’nin silah tekellerinin beklentilerine uygun politika yapabildiği için oradadır.
Yani Powell’ın Vietnam’daki kasaplığının gerekçesi ne ise bugünkü varlığının da gerekçesi odur. Hatta o kişi savaşın çıkmasına şu veya bu oranda karşı çıktığı veya çelişme haline girdiği takdirde yerini kaybeder. Nitekim en “şahin”lerden Richard Perle, savaşın en kızgın anında devre dışı kaldı. Önemli olan operasyona, büyük tekellerin çıkarına uygun politikalar öneren kişi olmaktır. Burada tayin edici olan tekeller ve onlarla çıkar ve güç birliği halinde olan iktidarın etkili unsurlarıdır. Bu işin ekonomik temelini oluşturan tekellerdir. Silah tekellerinin, petrol tekellerinin, ilaç tekellerinin ve bu tür olağanüstü dönemlerde oluşabilecek devlet ihalelerinden pay kapabilecek olan mesela hızlı teknoloji geliştirme merkezlerinin, teknoşirketlerin rolü olmaktadır. Mesela bu savaşta pek çok teknolojik sorun çıktı. Bu konuda araştırmalar yapılacak, daha az hata yapan füzeler amaçlanacak. Bunun için milyarlarca dolar harcanacaktır. İşte “şahin”lik tanımlaması; bu olguları yok sayan, iktidar mekanizmasının işleyiş yasalarını gizleyen ve dolayısıyla emperyalizmin aklanmasına hizmet eden, sınıfsal perspektiften yoksun bir bakış açısının ürünüdür.
Soru: ABD politikalarını değerlendirirken “Rumsfeld Doktrini”nden söz edenler oluyor. Savunma bakanı Rumsfeld’in kendine ait bir doktrini mi var?
Yanıt: Siyasi iktidarlar ya da onların arkasındaki ekonomik güç ve çıkar çevreleri, kimi dönem kendi sınıfsal çıkarlarını, sınıfsal taleplerini toplumun tümüne maletme ihtiyacı duyarlar.
Rumsfeld Doktrini’de bu bağlamda, ABD’nin saldırganlığına meşruiyet kazandırma amaçlı olarak ortaya atılmış bir kavramdır. Buna göre Amerika, çıkarları ile çelişme halinde bulunan ülkelere saldıracak ve o ülke halklarını, yöneticilerinden “kurtaracak”tı. Kısacası, Rumsfeld Doktrini, tekellerin (özellikle silah tekellerinin) kendi çıkarlarını bütün Amerikan toplumunun çıkarıymış gibi göstermesi çabasının programlaştırılmış biçiminden başka bir şey değildir. Bu da globalleşmenin, dünyanın barış sürecine girdiği iddiasının sert bir kayaya çarptığının göstergesidir. Emperyalizm, tüm gerçek nitelikleriyle, kamuflajsız biçimde yine sahnededir. 150 yıl boyunca kazanılmış tüm hakları yok sayarak saldırmaktadır. Süreç, çok köklü eleştirilere ve karşı duruşlara gebedir.
Soru: Emperyalizmin Irak’a yönelik olarak sürdürmekte olduğu saldırıya “savaş” denmesinin yanlış olacağını söyleyenler var. Sizce, böyle bir saldırı nasıl tanımlanmalı; “savaş” kavramını kullanmak yanlış mıdır?
Yanıt: Irak’taki saldırıyı çeşitli nedenlerle savaş olarak nitelemeyenler olmaktadır. Birincisi, ABD gibi düşünüp, Bağdat’ta halkı temsil etmeyen, halkla bütünleşmemiş halk tarafından sevilmeyen ve oraya hasbelkader oturmuş bir adam, oradan haklı olarak indirileceği ve bu operasyon halk tarafından sempatiyle karşılanacağı için buna savaş denemeyeceği düşüncesinde olan kesim. Bu yaklaşım, ABD’nin halklara yönelik saldırgan tutum ve hesaplarını gizlemeye ve hatta meşrulaştırmaya hizmet etmektedir. Bunun dışında, emperyalist saldırıyı savaş değil, katliam olarak niteleyenler var. Bu yaklaşımda insani bir boyut var ise de eksik bir tanımlamadır. Ve yukarıdaki gibi halkların karşı duruşunu, direnişi yok sayan bir yanı vardır. Ortadaki eşitsiz imkanlara rağmen, direnen, karşı koyan bir halk var. Bu, bir savaştır. Marksist terminolojide bu tür savaşların içeriğini tam olarak yansıtan tanımlamalar vardır. Irak’a yönelik saldırı için en uygun tanımlama emperyalist savaştır.
Ayrıca, emperyalist saldırganlığa haksız savaş; direnişe ise haklı savaş diyebiliriz. Irak’ın bu direnişi tamamen meşru ve haklı bir direniştir. Saddam’ın kimliği ne olursa olsun, bu gerçeklik değişmiyor, desteklenmesi gereken bir direniştir. Aynı perspektifle örneğin KDP gayrı meşru bir konumdadır ve haksız/ emperyalist savaşın bir bileşenidir.
Soru: Irak’taki saldırı ile beraber, Ortadoğu halklarında, giderek boyutlanan ve radikal biçimler alan eylemler gözleniyor. Bu eylemlerde dini motiflerin ağırlıkla yansıması, bütünüyle yadsımayı mı beraberinde getirmeli? Bu eylemlerin niteliği nedir?
Yanıt: Televizyon ekranlarına yansıyan görüntülerdeki kimi İslam motif-lerine bakarak, o ülkelerdeki dinamikleri veya evrilme olasılığını yok sayıp, genel bir dincilik damgası vurmak doğru değildir. Kaldıki dini motifin kendisi de abartılıyor. Saldırıya uğrayan ülkenin Müslüman bir ülke olması öncelikle bütün Müslüman ülkelerde bir tepkiye yol açtı. Ta Endonezya’dan Filipinler’den Malezya’dan başlayıp Ürdün’e, Filistin’e, Mısır’a kadar uzanan, bir boyutu Türkiye’ye kadar gelen dini temelde Irak halkıyla yakınlığı olan kesimlerde bir tepki gözlendi. Ne var ki bu tepki Hıristiyanlar’a değil, ABD’ye karşı; yani doğru hedefe karşı yönelmiş bir tepkiydi. ABD’nin de saldırısının dine karşı olmadığı, aksine dini yönden en tutucu rejimlerle yakın ilişkiler içinde olduğu biliniyor.
İşgalci Amerikan ve İngiliz emperyalizmine karşı, Müslüman ülkelerden yoğun bir tepki gelmiş olsa da bu, dini temelde değildi. Emperyalizmin yüzü, Müslüman ülkelerde de giderek daha iyi kavranıyor. Yani artık saldırının, bu ülkeler Müslüman olduğu için değil petrol ve kaynakların sömürülmesi amacıyla gerçekleştiği, daha çok vurgulanır/ ifade edilir hale gelmiştir. Dolayısıyla Irak’a yönelik bu saldırı; Mısır, Suriye, Suudi Arabistan gibi özellikle Irak’a yakın ülkelerde güçlü bir Arap milliyetçiliğinin gelişimine temel oluşturabilir. Bu, daha büyük bir olasılıktır.
Çünkü, dini temelde hareket eden bütün yapılanmaların üzeri kazındığı zaman altından ABD’nin çıktığı biliniyor. Bir iki yapı dışında hemen her dinci örgütlenmenin kökeninde, ortaya çıkışında ABD parmağı söz konusudur. Bugün silahın ABD’ye dönmüş olması, bu örgütlerin hedef tahtasına oturtulmuş olması, elbette ki onları meşrulaştırmıyor. Ne var ki bugün artık dini ideolojinin inandırıcılığı ortadan kalkıyor. Çünkü bugüne kadar dinci ideoloji ABD ideolojisiyle beraber var oldu. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte İslami temelde bir gelişmenin özellikle Araplar nezdinde gerileyeceğini, din yerine Arap milliyetçiliğinin ön plana çıkacağını düşünüyoruz. Milliyetçilik gerektiğinde antiemperyalist temelde bir tavır alışa yol açabilir.
Çünkü ulus kavramının özü yurt kavramından geçer; toprak bütünlüğü olmadan, yurt olmadan ulus yoktur. Uluslaşma bilinci yurt bilinciyle beraber gelişir. Daha geri bir toplum olan ümmet kavramında toprak sorunu yoktur; ümmetin korunması vardır. Bu anlamda Kemalist dönemden de gördüğümüz biçimiyle milliyetçilik; özellikle yeni sömürgecilik ilişkilerinin gelişmediği, tam sınıf temeline oturmadığı koşullarda antiemperyalist bir tavır alışa yol açabilir; ama, bunun gücünün kapitalizmin bu kadar geliştiği koşullarda hiçbir zaman 20-30 yıl önceki Baas milliyetçiliğinin gücü kadar, ya da 1920’lerdeki Kemalist hareketin kapsama alanı kadar geniş dinamik bulabileceğini düşünmüyoruz. Fakat, en azından akabileceği alan itibariyle antiemperyalist temele daha kolay taşınabilecek bir dinamik olabilir; konjonktürel olarak ön plana çıkabilir.
Soru: Sözünü ettiğiniz milliyetçi tavır alış, bu ülkelerde sol ideolojinin önünü açabilir mi; Irak’taki direnişle beraber sol düşüncenin gelişme şansı artmış mıdır?
Yanıt: Sovyetler’in çözülmesiyle beraber solun yeşerebileceği ideolojik zeminde önemli kayıplar ve kaymalar yaşanmıştır. Bunda emperyalizmin geliştirdiği yeni ideolojik argümanların önemli bir rolü olmuştur. Buna göre artık emperyalizm eski emperyalizm değildi.
Savaşlar son bulmuş, sömürü ortadan kalkmış, dünya küresel bir kasabaya dönüşmüş, tek bir dünya, tek bir ulus oluşmuştu. Irak’taki savaş bunun böyle olmadığını gösterdi; küreselleşme iddialarını besleyen bu ideolojik tuğlaları yerle bir etti. Sonuçları bakımından savaşın birinci galibi, dünyadaki sol harekettir. Irak halkının direnişi, dünyada sol bir mayalanma için önemli kazanımlar sağlamıştır. Artık emperyalizm bildiğimiz emperyalizmdir. Emperyalizmin niteliğinde saldırganlığında öze ilişkin değişen bir şey yoktur. Sözü edilen değişim biçimseldir, dönemseldir; bu, fiilen kanıtlanmıştır. Gelişmeler, bu konudaki tartışmalarda bizlerin argümanlarını kuvvetlendiren yöndedir. Bu durum, Mısır’da bile milliyetçi temelde bir tavır alışa yol açabilir. Başlangıçta Arap milliyetçiliği güçlenip tırmanabilir. Fakat bu kısa sürede daha ileri düzeyde bir antiemperyalist tavır alışa doğru evrilebilir. Bunun önünü sol açacaktır; çünkü o zeminde sol düşüncenin çimlenme/ boy verme şansı çok daha yüksektir. Söz konusu ülkelerde daha önce sol düşüncenin güçlenebilmesi için uygun bir zemin yoktu. Ama bugün antiemperyalizm gündemdedir ve antiemperyalist politikayı sonuna kadar götürebilecek tek ideoloji soldur.
Amerikan emperyalizmi, yoğun biçimde teşhir olmuştur. Tabii bunu Irak halkının direnişi sağlamıştır. Irak halkı direnmeseydi ve onların beklediği gibi çiçeklerle karşılasaydı; böyle bir potansiyel oluşmazdı. Milliyetçiliğin gelişme olasılığı bir olumsuzluk olarak algılanabilir; ne var ki, solun milliyetçi eğilimleri eleştirme ve yerine sol ideolojinin yerleşmesini sağlama anlamında önemli deneyimleri var. O alanda sol hareket çok daha çabuk yeşerecektir.
Soru: “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” içinde veya bu çerçevede gelişen eylemlerde “dinci yapılar”la ittifak içinde olunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunu ilkesizlik olarak görenler var. Örneğin Mücadele Birliği dergisi 1979’da İran’da Şah diktatörlüğüne karşı dinci hareketle ittifak yapıldığı için sosyalist hareketin yenildiğini ve bunun bedelini ağır biçimde ödediğini yazıyor. Bu doğru mudur? İran’da sosyalistler bu nedenle mi yenildi?
Yanıt: Aslında bizlerin en çok üzerinde durduğu konulardan biri “sol içi birlik ve ittifaklar” olmuştur. Çünkü bu konuda solda bir kavram karmaşası yaşandığını ve yer yer sapla samanın karıştırıldığını biliyoruz. Bilindiği gibi farklı sınıf ve katmanlar arasındaki birliktelikler, ittifak olarak tanımlanır. İttifakların geniş tutulması keyfi bir seçenek değil bir zorunluluktur. Irak’ta mücadele edenlerin “işçi sınıfı ve komünistler” olduğunu düşünen, “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu”nun dışında duracak denli müttefiklik zeminini dar bir alan olarak gören bu arkadaşlarımız, bildiğimiz kadarıyla devrimi de yakın görüyorlar. Yaşamı kağıt üzerindeki tanımlamalardan ibaret görenlerin yakalarını kurtaramayacakları çelişkilerdir bunlar.
İttifakların geniş tutulması gerektiği, çeşitli devrim örneklerinde ve Marksist klasiklerde yanlış anlamaya mahal vermeyecek bir açıklığa kavuşturulmuştur. Bunlardan, Lenin’in köylülüğe dair yaklaşımını anımsayalım. “Yerli yersiz mızmızlık etmek, her şeye karşı çıkmak illetinin kurbanı olmak istemeyen her kimse, Lenin’in yoksul köylülüğe dayanmayı, orta köylüyle anlaşmayı ve kulaklara karşı mücadeleyi öğreten sloganının anlamının derinliğine inmek isteyen her kişi,
orta köylü ile anlaşma politikasının, onunla sağlam ittifak politikası demek olduğunu anlamaktan geri kalamaz. ” (J. Stalin, Leninizmin Sorunları, s: 253) İran’da sosyalist hareketin yenilmesinin sebebi dinci hareketle ittifak yapmış olması değil, zamanında ve yeterli oranda insiyatif geliştirememiş olmasıdır. Pek çok devrimde bu böyledir; ortak düşmanın yenilmesi için onunla çelişme halinde bulunan sınıf ve tabakaların siyasal temsilcileri ittifak yapar. Bu ittifak bileşenlerinin katılım sırası da çözülme sırası da sahip olduğu sınıfsal duruşla ilintilidir. Amaca ulaşıldıktan sonra çatışma ve çözülmeler de mümkündür; ama bu ittifak olgusunun yanlışlığı anlamına gelmez. Mücadele Birliği’nden arkadaşlara kalsa dinci hareketle İran’da ittifak yapmayarak yenilgiye ve katliama uğramazdı; ama, belki şu anda hala Şah yönetimi altında olurdu.
Gelelim Koordinasyona: 1 Aralık Çağlayan mitingi sonrasında yaptığımız değerlendirme hatırlanacak olursa; bizim asıl düşüncemiz bu mücadelenin bir saman alevi gibi parlayıp sönen değil, taşıdığı savaş karşıtı kimlikten giderek antiemperyalist kimliğe doğru dönüşmesiydi.
Savaş güncelliğini yitirip de mücadele bütünüyle antiemperyalist temel üzerine oturduğunda, ayakta duran yapılar içerisinde belki dinci yapılar da olacaktır. Ölçütümüz, sorunu antiemperyalist tutarlı bir tavır alış zeminine çekebilmek olmalıdır.
Savaş özgülünde ve bu konjonktürde dinci kesimler antiemperyalist tutum almaya yatkındır. Bu bağlamda onlarla ittifaka gitmek yanlış değildir. Bu alanda insiyatifi dinci harekete kaptırmamak önemli ve gereklidir. Ancak bu da bir mücadele sorunudur. Devrimciler süreçte belirleyici olamadıklarında insiyatifi kaptırmak da mümkündür. Bunu Ortadoğu’da gördük.
Örneğin Ürdün parlamentosunda komünistler en büyük grup oldukları halde o toplumdaki en radikal tavır alışı dinci hareketler gösteriyordu.
Siyasallaşmış din özünde bir küçük burjuva ideolojisidir. Belli katmanların/ belli kesimlerin kendilerini ifade edecek bir biçim bulmasıdır. Ama bunun bağımsız bir ekonomik siyasi altyapısı yok. Ve özünde burjuva ideolojisinin bir biçimdir. Dolayısıyla bunların egemen olduğu yerde son tahlilde gelişecek güçlenecek olan burjuvazidir. Ama, küçük burjuvazinin kaypak ikili yapısı olduğu ve konumları sürekli bozulduğu için işçi sınıfına da yanaşabilirler; bir kısmı palazlandığı için, burjuva yaşama adaptasyon sağlayabilirler; bu tür ara ideolojilerin zemini kaypaktır. Biz isteriz ki onlar da antiemperyalist tavır alışın içinde olsunlar. Fakat sınıfsal bir çıkış noktası olmadan sürekli ve istikrarlı antiemperyalist tavır almak mümkün değildir. Kısaca şöyle diyebiliriz. Bunlarla ittifak her konu özgülünde yeniden değerlendirilir; devrimcilerin onlarla ittifak etmesi çok somut talepler içindir. Bu durum onların ideolojik motiflerinin kabul edildiği anlamına gelmiyor. Bizim düşüncemizde meşrulaştıkları anlamına da gelmez. İşbirliği yapılan düzeyde tavır alışlarıdır bizi ilgilendiren; bu, onların önünü açtığımız anlamına da gelmez. Ayrıca her durumda ideolojik mücadele sürdürülmelidir.
Soru: Mitinglerde bazı devrimci yapılar, Irak bayrağı taşıyor; bunu nasıl değerlendiriyorsunuz; Filistin bayrağı taşımaktan farklı bir yanı var mıdır?
Yanıt: Filistin’in durumu Irak’tan farklıdır. Filistin’de egemenlik ilişkisi yok. Devlet olarak örgütlenme hakkı elinden alınmış bir halkın, bu demokratik hakkını savunmasını sembolize eden bir simgedir Filistin bayrağı. Bu anlamda o demokratik düşünceye yandaş olan herkesin bir sembol olarak Filistin direniş bayrağını taşıması doğrudur. Ama Irak’ın bir dönem örgütlenmesinde sol düşünceye şu veya bu oranda yakınlık olmasına rağmen, savunabileceğimiz türde bir yapılanmanın olduğu söylenemez. Ayrıca bayrağın aslında bir ulusu simgelediği; ama, ulus kavramının da özünde egemen sınıf ilişkisi içerisinde bakıldığında daha çok da egemen sınıfı tanımladığı, onun egemenlik ilişkisini, sınırlarını belirlediği bilinir. Bu bağlamda Irak bayrağının bir Filistin bayrağına denk tutularak taşınması, halkın değil, ama egemen sınıfın meşrulaşması anlamına gelir. Devrimcilerin bunu yapmaması gerekir. Açık işgal koşullarının bütün bir toplumu bir arada direnişe yönelttiği koşullarda o direnişle dayanışma amacıyla taşıyan çevreler olabilir. Ancak bu bağlamda da olsa bizler, doğru bulmuyoruz. Devrimciler seçici olmalıdır. Özensizlik, değerlerde kayganlığın önünü açar. Yaratıcı olunduğunda, Irak bayrağını taşımaya ihtiyaç duymayacak zenginlikte motiflerle donanmış bir zeminimizin olduğu görülecektir.
Soru: Savaş karşıtı dalgada bir evrilme, gelişme gözleniyor mu?
Yanıt: Başlangıçtaki hali düşünülecek olursa, ciddi bir evrim geçirdiği söylenebilir. Antiemperyalist tavır alış başlangıçta slogansal düzeydeydi. Giderek Büyükelçiliklere tepkiye ve saldırılara dönüştü. Kaldı ki bu daha da boyutlanacaktır. Çünkü bazı tepkiler birdenbire tavır alışa dönüşmez. Süreç içinde emperyalizme karşı tavır alışın daha da güçleneceğini, daha radikal bir tonla ifade edilir hale geleceğini söyleyebiliriz.
Bütün Avrupa düzleminde egemen sınıfların 100-150 yıllık hakları gaspetme saldırıları ile ABD’nin dünya genelindeki saldırganlığı aynı dönemde ortaya çıktı. Bu örtüşme çok daha radikal bir tavır alışa dönüşebilir. Mesela burjuva devletin daha ilk ortaya çıkışında tartışarak oluşturduğu, burjuvazinin aydınlanma döneminde ortaya çıkardığı, eşitlik, özgürlük, bağımsızlık gibi kavramlar, artık neredeyse ortaçağ düşüncesinin gerisine götürülüyor. Bu mutlaka bir tepki yaratacaktır.
Geçmişte bizler, gelişmiş ülkelerdeki devrimci mücadelenin cephe gerisi anlamında misyonunun olabileceğini, bunun dışında bu ülkelerin işçi sınıfından yakın süreçte pek fazla bir şey beklenmemesi gerektiğini, çünkü onların artık tekel karından nemalandıklarını düşünürdük. Gerçekten de bu, son 40-50 yıllık süreyi açıklamakta yeterliydi. Ama söz konusu ülkelerde 5-6 yıldır farklı bir süreç yaşanıyor. Çünkü oralarda da 100-150 yıldır işçi sınıfının
kazanılmış bütün hakları geri alınıyor. Örneğin, İngiltere’de eğer bir işçinin yaşama koşulları 10 yılda yüzde 60 gerilemişse bu çok ciddi bir saldırının göstergesidir. Ve var olan reformist eğilimlere, insanları siyasal kulvarın dışına iten depolitizasyona rağmen orada artık hiç olmazsa hakların korunması yönünde refleksler, tavır alışlar, eylemler beklenmelidir. Bu ülkelerde işçi sınıfının geçmiş mücadele geleneklerinin olması, örgütlenme güç ve imkanlarının olması, giderek radikal sol oluşumları doğuracaktır.
Türkiye, Arjantin, Brezilya, Şili, Nikaragua, Bolivya gibi; yani geçmişlerinde güçlü sınıf hareketleri olan; özellikle son dönemlerde, 70’lerde ’80’lerde devrimci atılım yaşanmış olan ülkelerde daha hızlı bir sol toparlanma beklenmelidir.
Soru: ABD için çeşitli çevrelerce sıkça kullanılan imparatorluk tanımlaması sizce uygun düşmekte midir?
Yanıt: ABD için kullanılan imparatorluk terimi edebi bir tercihtir. ABD’nin dünyada ekonomik, ideolojik, askeri, parasal anlamda (yani doların egemenliğine dayalı olarak) bir hegemonyası var. Bunu Roma İmparatorluğuna benzetenler oluyor. Tabii bu arada biraz da globalleşmeyi çağrıştıracak tarzda bir kavramı kullanmamak için imparatorluk kavramı kullanılıyor. Halbuki onun yerine “ABD emperyalizmi”ni kullanmak daha doğrudur. Devrimciler, kullanacakları kavramların bir sınıfsal temelinin olmasına özen gösterir. Bu durumda imparatorluk kavramı sınıfsal temeli gizleyen bir işlev de görmüş oluyor. Bizim kullandığımız her kavram onun arkasındaki sınıfsal perspektifi yansıtmalıdır. Marksizm bu yönüyle çok zengindir. Ama Türkiye solu ve hatta dünya solu son zamanlarda kavramların sınıfsal temeli ortaya çıkaran biçimlerini kullanmak yerine onların üzerini örten biçimleri tercih ediyor. Bu liberal çevrelerle yaşanan etkileşimin de bir sonucudur. Yani “artık sınıflar ortadan kalkmıştır daha global kavramlar kullanalım” deyip sınıf olgusunu gizleyen kavramlar kullanmak yaygınlaşmış, moda haline gelmiştir.
Sayı 9 (Mayıs-Temmuz 2003)