O, Che’nin evrenselliğini Mahirce güncelleyen kuşaktandı.
Giderken ardında bıraktıklarıyla,
Kendi yerini kendisi doldurdu.
Dönemin özelliğinden midir, söylenecek sözün azalmasından mı, yoksa mücadelenin şiirini yitirmesinden mi bilemiyorum; son zamanlarda ölümsüz devrimcilerin ardından konuşurken genellikle, ya magazinleştirme/şahsileştirme yoluna gidildiğini ya da tekrara düşüldüğünü görüyorum.
Aslında böylesi özgün anlatımlar için en uygun araçlardan biri şiirdir. Çünkü şiir, çıplak gözün, günlük aklın gördüğünün ötesini, menzil dışını anlatan bir derinliktir; gerektiğinde ıssızlıkta çoğalmanın, karanlıkta tutunup aydınlığa çıkmanın aracıdır. Anlatımda derinliğe inmek veya ufka tırmanmaktır. Ancak bence mesele edebiyat yetersizliğinden çok, olguyu/özneyi doğru yere oturtma ve uygun bir bakış açısıyla ele alma konusundaki eksikliktir.
Eğer bir devrimciyi, uğrunda bedel ödediği değerler eşliğinde, ona o kimliği kazandıran hareketin ve niteliklerin içinde ele alırsak, göreceğiz ki bırakalım tekrarı, onu mücadeleyle beraber güncellemek, dolayısıyla da yaşatmak mümkün olacaktır.
Ölümü Olmayan Devrimcilerden
Alaybey Yılmaz, doğumu 1956 olan ama ölümü olmayan devrimcilerden biridir. Hastalık/kanser görünümlü katlinin üzerinden 33 yıl geçmesine rağmen hâlâ sadece yaptığımız anmalara değil, mücadelenin güncellenerek devamına konu oluyorsa; şiirsel yanımızda dizeleşiyor, öfkemizi biliyor, yoldaşlık yürüyüşünde omzu omzumuza değiyorsa; ona kim ölü diyebilir ki?
Alaybey, mücadelenin coğrafi sahasında Karabüklü, Kastamonulu, Ankaralıydı; ideolojik-politik sahada Devrimci Yolcuydu; Jose Marti’nin “Söylemenin en iyi biçimi yapmaktır” sözlerini doğrularcasına emeğiyle kimlik oluşturanlardandı.
Devrimcilik, onun için bir yaşam biçimiydi. Yaşamdan kavgaya, sorgudan tutsaklığa uzanan tüm sınavlardaki tutarlılığı bunun ifadesiydi. Çeşitli illerde ve aylarca süren işkencelere direnebilmesinin şifresi, hapishaneyi bir son, bir mutsuzluk durağı değil, mücadelenin bir kesiti olarak gören duruşunun ardındaki netlikte yatıyordu. Tıpkı Terzi Fikri’de, Mustafa Özenç’te, Hıdır ve İlyas’ta olduğu gibi.
Anmak Yaşatmaktır
Bir devrimci düştüğünde
Onlarca dize mayalanır
Hareketin şiirsel menzilinde.
Törenler, semboller, anma etkinlikleri elbette önemlidir. Ancak yoldaşlara karşı sorumluluk, bununla bitmez. Onlar, ihtiyaçları güncellenen mücadelenin her karesinde, alternatif yaşamın her hücresinde var olmalı; bırakalım unutulmayı, her gün yeniden doğmaları sağlanmalıdır.
2013 Haziran’ında nasıl taçlandıysa dünün birikimi, miras ve değerleri; bir yöntem haline getirmeli, dün-bugün diyalektiğini. Ethem’le, Berkin’le yan yana anmalı Alaybey’i ve tüm ölümsüzleri. Bu, yeni sürece nasıl müdahale edilmesi gerektiğinin şifresidir. Çünkü Berkin; sarayla, gericilikle, faşizm ve yağmayla ifadesini bulan sisteme üstün gelecek perspektifin ufkundaki kutup yıldızıdır; Haziran’ın bedenleşmiş ifadesi, anafikridir.
Berkin, 15 yıla 15 ömür sığdırmış gibi bize ölümü mücadele içinde öldürmenin, katili çaresiz kılmanın en doğru yolunu gösterdi. Komadayken de ölümsüzlük yolculuğundan sonra da bizi hiç yanız bırakmadı. “Ben” duvarlarını kalınlaştırıp hiçliği kimlik edinenleri, “gerekçe” kelepçesiyle ufkunu hapsedenleri, moralsizliği yaşam biçimi haline getirenleri utandıran bir grafik çizdi. Onun şahsında, direnç de vardır gelecek tasarımı da; Haziranlaşan o mirasta, Fikri’nin Fatsa’sı gibi yıkma ve yapma diyalektiği aynı kareye sığmış durumda.
İşte bu bilinçle anmalı, Alaybey’i ve devrim yolunda tüm düşenleri; yolgösterici bir yıldız kabul etmeli sözsüz vasiyetlerini; Direniş Komiteleri’nde olduğu gibi hem direnişi hem alternatifi içermeli eylemimizin niteliği.
Sen rahat uyu, soykütüğü Spartaküs’e uzanan Karadenizli yoldaşım; senden kalan siyah-beyaz ama eskimeyen karelerdeki samimiyetle, gereğini yerine getirmek üzere, Mustafa Özenç’in “O büyük gün geldiğinde” diyen şiirinin yanına not ettik mirasını…
Mehmet Yeşiltepe (25 Haziran 2015 – Birgün)