Alman İdeolojisi’nde Marks, “Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. “der.
Sömürücü sınıf egemenliğine dayalı sistemlerde insan, insanlaşmanın erdemine varmadan böyle bir tatla tanışma imkanı bulmadan “göçüp gitme kaderi” ile karşı karşıya bırakılır. Yaşam yolu, bu kaderi güçlendiren mıknatıslarla ve tuzaklarla doludur. İşte bu mıknatısların çekim gücünü kırmak ve bu tuzaklara düşmeden yürümek kolay değildir. Yani bunlar, “ben artık yanlış/hata yapmayacağım” demekle aşılabilen sorunlar değildir.
İnsanların bilincine yerleşen ve alışkanlıklarına sinen düzenden yana öğeler; düzeni koruyan silahlı kişi ve kurumlar gibi koruyucu etkide bulunur/rol oynar. Bir örgütsel yapı içindeki yoldaşları dahi rekabete sokan, birinin diğerini tamamladığı değil, aşındırdığı ve yer yer çelmelediği bir ilişki biçiminin oluşmasına yol açan; yine aynı düzenin bildik özellikleridir. Bir devrimci, bir işi kendisi de yapsa, bir başka yoldaşı da yapsa, bu çabanın aynı potaya akacağını bilir ve yoldaşındaki olumluluğa kendisi de olumlu adımlar ekleyerek, ortaya daha büyük ve daha renkli bir güzelliğin çıkması için çabalarsa; o artık, sadece biçimde değil özde de devrimcidir . Tersine, aldığı kimi görevleri yerine getirdiği halde; yoldaşlarındaki gelişmeyi hazmedemiyor, onları bir rakip gibi görüyorsa; hele ki, uyması gerektiğini bildiği kuralları (gizliliğe uymak, boşa vakit geçirmemek, vb.) çıkarının gerektirdiği durumlarda ihlal ediyorsa; o, biçimde devrimci görünse de özde hala devrimcileşememiştir.
Bu sorunların aşılması, bütün bir yaşamın, alternatif tuğlalarla örülmesini gerektirir.
“Kişi nasıl yaşarsa öyle düşünür” veya “Maddi yaşam koşulları insanın bilincini belirler”. Yani, ya sistemin yaydığı mikrobun daha çok solunduğu ortamlarda bulunulacak ve bu zehirlenmenin etkilerine maruz kalınacak; ya da ciğerlerine sadece oksijen doldurmanın çabasına girilecek; buna uygun yerlerde ve ilişkilerde soluk alınacak ve bunun yaşamı güzelleştiren sonuçları, bir meyve gibi toplanacaktır. Bu iki olasılığın yaşam içinde ayrıştırılması ve ciğerlerin temizlenmesinde ısrar ; kağıtta göründüğü denli sade ve kolay değildir. Eğer günümüzün sınırlı bir zamanını ve çoğu kez sırf bize görev verildiği için; devrimci uğraşlarla dolduruyor, sonrasında ise, alışkanlıklarımızın bizi sürüklediği yerlerde vakit geçiriyorsak; biz devrimcileşememişiz demektir.
Bize görev verildiğinde, bunu büyük bir cesaret örneği gösterip yerine getiriyor olsak dahi, bu tek başına bir ölçüt değildir. Çünkü, biliyoruz ki, bu tür görev anları günlük yaşamın küçük bir yerini kaplar. Önemli olan günlük yaşamı bütünüyle devrimcileştirebilmektir. Gerçekte zor olan (ve temel öneme sahip olan) budur.
Devrimcilik, boş zaman işi olarak görülüyor veya “eylem adamlığı“na indirgeniyorsa, kavrayışta bir problem var demektir. Örgüt demek; çok sayıda insanın enerjisini, üretkenliğini ve iş yapabilme kapasitesini ortaklaştırmak; özel çıkar ile ortak çıkarı örtüştürerek, gönüllere ve beyinlere birlikte hareketin önceliğini yerleştirmektir. Aslında, kuşaktan kuşağa aktarılan devrimci deneyimler, böyle bir kimliğin neyi gerektirdiğine; doğruyu yanlıştan ayırma ölçütüne dair zengin ve renkli bir birikim oluşturmuştur. Bu konuda eksik olan şey; ne yapmak gerektiğini bilmiyor olmaktan çok, doğru bildiğini uygulamamaktır.
İşte bu eksiklik gerçekte yaşamı devrimcileştirme eksikliğidir.
Biz ki, “devrimciliği bırakan onbinlerce insan yeterince devrimcileşememişti“ diyen ve bu bilinçle alternatif bir yaşamı örgütleyen bir hareketin özneleriyiz. Bu nedenle; bizlere tembellik, bizlere kaytarmak, bizlere bencillik; kısacası bizlere, devrimci yaşam ilkelerini çiğnemek hiç mi hiç yakışmaz.
Bizdeki hoşgörü, yanlışa bağrımızda barınma veya büyüme fırsatı vermek için değil; yoldaşlaşmaya aday öznelere, devrimcilik dışında kalmaları halinde neleri kaybetmiş olacaklarını ve devrimci bir yaşamın içerdiği güzellikleri bir kez daha hatırlatmak ve bir kez daha fırsat vermek içindir. Ancak, bilinmelidir ki bu, zaafa göz yummak veya devrimcilik dışı öğelerin içimizde kök salmasına fırsat vermek anlamına gelmeyecek; aksine, kişinin duruşu böyle bir renk almaya yöneldiğinde, hoşgörünün tam tersi bir tutumla karşılık verilecektir.
Bu süreci doğru kavrayanlar bilirler; güzellikte ısrar edenler, güzelliğin değerini bilir ve onu gözleri gibi korurlar; güzelliği çirkinliğe karşı korumak gerektiğinde, sertlik ve şiddet de güzeldir.
Önümüzdeki olasılıkların ne olduğunu bir kez daha hatırlatmakta yarar vardır:
“Kaynağını, yaratıcı bir üretkenlikten alan ve taşıyıcılarına yaşamın her an’ında önünü daha berrak görme şansı veren, hareketimizin ideolojik-politik hattı bizler için bir şanstır. Yeter ki onu doğru değerlendirebilelim. Bu, şafağın en güzel renkleri ile, yattığımız odanın camına düşmesine benzer. Ondan sonrası bize kalmıştır; ya her sabah ciğerlerimize ve gözbebeklerimize şarabî bir ufkun güzelliğini doldurup yola öylece koyulacak, ya da yanıbaşımızdaki avantajdan habersiz, akşamdan kalma bir loşlukla kendimizi sokağa bırakacağız. “(Devrimci Hareket, 1999)
YENİLENMEK, ALIŞKANLIKLARLA SAVAŞMAKTAN GEÇER
Hareketin, çok sayıda insanın enerjisini, aklını, üretkenliğini ve en önemlisi, bir arada hareket kabiliyetini barındırıyor olması, ona müthiş bir güç/avantaj verir. Ancak bu avantaj öğeleri, sanıldığı denli kolay bir araya gelen/getirilen olgular değildir. Bu nedenle de uyum , nasıl bir güç ve toplam oluşturuyorsa; uyumsuzluk da zayıflık oluşturur.
Bir hareketin çatısı altında toplanmış olan bireyler topluluğunu bir arada tutan tutkal, her bireyin çabasıyla ve sahiplenme refleksiyle daha da sağlamlaştırılabilir. Tersine ise, sorumsuzluk ve sahiplenmeme tavrı, tutkalın sulanmasına; dış etkilere karşı zayıf bir yapının oluşmasına sebep olur. Bilinir ki, yıkıcı darbeler, bir yapının en zayıf/yumuşak yerine yönelir. Bu nedenle, zayıf bırakacağımız bir nokta, bütünü riske sokacak bir “açık kapı”ya dönüşebilir.
Devrimcileşme sürecinde kişinin ayağına dolanan en güçlü bağ, alışkanlıklardır. Geçmişi aşma, kendini geliştirme sürecinde kişi, alışkanlıkları ile adeta bir savaşa girer. Bu savaşı kazanmak, devrimci kimlik için olmazsa olmaz koşuldur.
Dikkat edilirse, halka karşı teşkilatlanmış sistemlerde, kabulü zor kimi uygulamalar sonrasında, tepkinin zamana yayılarak yumuşatılması, en çok başvurulan yöntemlerden biridir. Bu yapılırken, insanın alışabilme niteliğinden sonuç beklenir. Tepkisini, utancını veya acısını sonuç alıcı adımlar için bir tetiklenme sebebi yapamayan, yaşamı iradi müdahalelerle değiştirebileceğine inanmayan insanlar için olağanüstü bir gelişme sonrasındaki her saat bir soğuma ve giderek alışma sebebidir. ” Önceleri utanır belki/ sonra vız gelir/ umurunda olmaz dünya ” (A. Damar) diye yazıyor şair. Rekabetin, çelişmenin, başkasına kaybettirerek kazanmanın bir yaşam ölçüsü olarak kabul edildiği; sevgisizliğin ve yalnızlığın yaygın olduğu; bencilliğin hüküm sürdüğü kapitalizm koşullarında “alışmak”, en büyük ve en tehlikeli zehirdir.
İnsanın özünü değiştirme isteği, insanın özünden ne anlaşılması gerektiğine dair çabaya hız ve önem katar. Bu özün “her tekil bireyin bir parçası olmuş bir soyutlama” olmadığını bilmek, var olan toplumsal ilişkilere rağmen insandaki bireycilik ve bencillik eğilimiyle başedebilmenin neden zor olduğunu kavramayı kolaylaştırır. Gerçekte “kendini gerçekliğinde toplumsal ilişkilerin toplam sonucu” olan insan özünün değiştirilmesi, sosyalizmin işi ise de, bugünün koşullarında, dayatılan normları reddederek devrimci bir duruşu/kimliği gerçek kılmak mümkündür. Bu çaba, var olan toplumsal ilişkiler toplamına karşı bir direnme niteliği taşıyacağı için zordur. Bu öyle bir zorluktur ki devrimcileri, barışık olmadıkları araçlara geçici de olsa baş vurmak zorunda bırakır. Yasakları sevmeyen ve kendilerine dayatılan engelleri, özgürlüklerine müdahale olarak kabul eden devrimciler; yasağa kendileri başvururken, gelecekte yasaksız bir insan ilişkisi amaçlıyo r olmanın yapıcılığına dayanır.
DEVRİMCİLİK;BOŞ ZAMANIMIZI AYIRMAMIZ GEREKEN BİR HOBİ DEĞİL, DOLU ZAMANIMIZI AYIRMAMIZ GEREKEN BİR KİMLİKTİR
Marksist-Leninist öğretinin gerekleri yaşamın her anına izdüşürülebildiğinde, sistemle sürekli olarak bir çelişme haline girilmiş olur. Devrimciliği bir yaşam biçimi olarak kavramak, yaşamın bütününde bir yeniden üretim halinde olmayı ve sürekli bir mücadeleyi gerektirir. Sadece “boş zamanlarda” yapılan devrimcilik, “dolu zamanlarda” yapılmakta olan işlerin gölgesini üzerinde taşır. Boş zamanlar, genellikle günlük yaşamdaki ciddi işler veya zorunluluklar tamamlandıktan sonra arta kalan süredir; bir haftalık ölçek için bu, yorgun geçen beş günlük bir sürenin sonundaki iki günlük tatildir. Bu sürenin, daha bol uyuyarak, boş oturarak, gezerek veya eğlence sınıfına giren işler yapılarak doldurulması bir çeşit toplumsal alışkanlık halini almıştır. İşte devrimcilik; “boş” kabul edip, keyfi olarak doldurduğumuz zamanların değil, kendimizi en verimli hissettiğimiz zamanların, yani “dolu” zamanların işi olmalıdır . Elde olmayan nedenlerle zamanın farklı türde doldurulmak zorunda kalındığı durumlarda ise, koşullar zorlanmalı ve gönülde yatan yaşam tercihinin gereklerini ihmal etmemek için, her fırsat değerlendirilmelidir.
Her birimiz bugün hala dolu zaman olarak bilinen en verimli zamanlarımızda ne yaptığımızı, bunu ne denli istediğimizi, bunun bize ne kazandırdığını devrimci bir bakışın seçiciliği ile incelemeli ve yaşamına müdahale etmelidir. Zorunlulukmuş gibi görünen pek çok şeyin zorunlu olmadığı ve bütün bir yaşamın çok daha anlamlı tercihlerle düzenlenebileceği görüldüğünde, belki de en çok, yitirilmiş zamana hayıflanılacaktır. Ne var ki hiçbir şey için fırsat kaçırılmış değildir. Hakketmediğimiz kısırlıkların, renksizliğin, kaba ve hantal duruşların yaşamımızı işgal etmeyi sürdürmesine bir saat bile izin vermeden, gerekli kılıç darbesiyle işe başlayabiliriz.
Henüz devrimcilik tercihi yapmamış olanlar, bu iş için elini çabuk tutmalı; yapanlar ise, yetenek ve imkanlarını gemlemeye devam etmekte olan düzenin, görünür ve görünmez tüm bağlarını bir an önce söküp atmanın gayretini göstermelidir. İşportaya düşmüş mallar gibi hemen her değerin ucuzlatıldığı ve hatta değersizliğin yaygın kılındığı bir atmosferden, devrimci zemine geçildiğinde; ucuzluğun, kolaycılığın, tembellik ve tahammülsüzlüğün hızla aşılması ve insanlık duruşunu aşağı çeken kapitalizmin aksine, niyetin hep yukarda olduğu bir duruş ve ısrarın öne çıkarılması gerekir.
Yaptığımız hiçbir tanımlama, abartılı değildir. İnsanlık, görünür güzelliklerden ötesini de hakketmek ve ona ulaşmak için gerekli potansiyeli taşımaktadır; yeter ki, ayakbağları sökülsün ve yeter ki, engelleri aşabilme inancı içselleşsin. Bugün bizler, “yaşamın her anında güzeli yakalamak mümkündür” derken veya “en karanlık an, şafak sökmeden önceki andır” sözüne vurgu yaparken, kanaatkarlığı öne çıkarmış olmuyoruz. Aksine, devrimcilikte içkin olan seçiciliğe ve yapabilme kabiliyetine işaret etmiş oluyoruz.