Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde kıtaların sömürüsü büyük ölçüde limanlar, kentler ve merkezi yolların çevresiyle sınırlıydı. Emperyalist dönemin başlamasıyla birlikte tekelleşmiş burjuvazinin hammadde ve pazar arayışı muazzam şekilde artmaya başladı, kıtaların bütünü hızla sömürgeleştirildi ve dünya emperyalist güçler tarafından paylaşıldı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ise bu kez kıtaların derinlemesine sömürüsü anlamına gelen yeni sömürgecilik, klasik sömürgeciliğin yerini alıyordu. 1970’li yıllara gelindiğinde ise kapitalist dünyada neoliberal politikaların kamucu politikaların yerini alması tekellerin önündeki yasal ve toplumsal engellerin büyük ölçüde etkisizleşmesine sebep oldu. Doğa ve kentler hiçbir engel olmaksızın sömürüye açıldı. Ormanlar, ırmaklar, madenler, tarım arazileri, kıyılar ve sayısız doğal kaynak tarihte görülmemiş bir hız ve yoğunlukta yağmalanmaya başlandı.
İşte çevre krizi, tekellerin küresel ölçekte doğaya karşı sürdürdükleri bu yağmanın sonucunda ortaya çıkan bir olgudur. Doğal kaynakların tükenmesi, temiz içme suyunun giderek azalması, endemik türlerin ve genelde de tüm hayvan ve bitki türlerinin azalması, hava ve su sıcaklığının artması, yağmur ve kar yağışlarının azalması ve afetlerin artması; krizin bu somut sonuçları gezegendeki insan yaşamını ciddi olarak tehdit ediyor. Emperyalist güçler arasındaki yeniden paylaşım mücadelesinde ormanların, ırmakların, su kaynaklarının yağmasının da önemli bir başlık olduğu biliniyor; bu açıdan sorunun müsebbibleri sonuçlar üzerinden de yeni kavgalara tutuşup gezegenin tüketimi konusunda istikrar sergiliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2016 verilerine göre her yıl çevre kirliliği nedeniyle 12,6 milyon insanın ölmesi ve bu ölümlerin 7 milyonu hava kirliliği sebebiyle gerçekleşmesi bile tablonun vehametini anlatmaya yetiyor.
Bu derece bir saldırganlığın çeşitli biçimlerde direnişler ve alternatif arayışları doğurması doğaldır. Dünya uzun zamandır kent ve doğa hakkı ekseninde gelişen isyanlarla çalkalanıyor. Ezilenlerin öfkesinin patladığı ve bir süre sistem güçlerini geriletebildiği ancak alternatif bir politik güce döneşemediği coğrafyalarda direniş kalıcı bir sonuç doğuramıyor. Bu sebeple devrimcilerin insanlığın bu gezende güvenli ve mutlu bir gelecek sahibi olmasının önünde ciddi bir engel olarak bulunan çevre krizini küresel olarak kalıcı biçimde aşabilmenin üzerine düşünmesi, ufku sadece sınırlı bir zamana veya coğrafyaya sınırlamadan mücadeleye ve çözüme dair kafa yorması gerekiyor. Bunun için de insanın doğayla geçmişten bugüne kurduğu ilişkinin tarihini anlamak ve bu ilişkinin genel olarak nasıl bir karakter taşıdığını öğrenmek önem arz ediyor.
Emek süreci ve doğa
İnsanlığın gelişimini bir yönüyle zorunlulukların tarihi olarak okumak mümkündür. İnsan atalarının dik durmaya başlamaları dahi besin ararken rahatça hareket etmeleri açısından gerekliydi. Gözlerin potansiyel tehditleri rahatça fark edebilmek için olabilecek en yüksek konumda olması gerekiyordu. Sınırlı besin kaynakları toplama, taşıma ve depolama zorunluluğunu doğurdu. Bu zorunluluk da ellerin gelişmesini hızlandırdı. İki ayaklılığın en büyük avantajı da işte bu noktada ortaya çıktı: Gelişmeye başlayan eller serbest kaldı ve çok daha etkin şekilde kullanılmaya başlandı. Bu büyük gelişme insanlığın ortaya çıkışındaki sıçrama anıydı.
Zamanla hangi aracın hangi iş için iyi olduğu deneme ve kıyas yoluyla öğrenildi. Araçlar konusunda nesilden nesile bilgi aktarımı ortaya çıkmaya başladı. İnsanlardan çok daha güçlü yırtıcıların olduğu alanlarda yaşamak oldukça tehlikeliydi. Hayatta kalmanın tek yolu kıt olan besin kaynaklarından yararlanmak için işbirliğine dayanan komüniteler oluşturmaktı. Bunun ilk adımı da insan eliyle yapılacak yaşam araçlarının kolektif olarak üretilmesiydi. Özetle; ellerin emek süreci için serbest kalmasına olanak sağlayan dik duruş ve özellikle başparmağı diğer parmaklarla karşı karşıya konumlandırarak çeşitli cisimleri sağlam şekilde kavramayı olanaklı kılan ellerin gelişimi, sonradan beynin gelişiminin (soyutlama yeteneğinin ortaya çıkmasının) tetikleyicisi olacak alet yapımının biyolojik önkoşuluydu. Düşünceden koparılması mümkün olmayan konuşma da kolektif üretimin ihtiyaçlarından, işbirliği yoluyla karmaşık işlerin gerçekleştirilmesi zorunluğundan doğmuştu.
Bilinç ve doğa
İnsanları en zeki hayvanlardan ayıran bazı önemli özelliklerin üzerinde durmak gerekiyor. Örneğin karınca yuvalarından besin elde etmek veya kendini savunmak için ağaç dalları kullanan ancak hiçbir şekilde bu aracı kendi üretemeyen şempanzelerin aksine insanlar ağaçtan yapılmış bir sopayı seri şekilde üretebilme ve faydalarını kendi topluluklarına aktarabilme yetisine sahiptir. Alet üretimi ve karmaşık işbölümünün başlaması, dilin gelişimi ve işbirliğine dayalı bir toplumsal yapı insanlığın ortaya çıkışını belirleyen unsurlardır. Yaşayabilmek için kendini dönüştüremeyen insan doğayı dönüştürme yoluna gitmiştir. Koşullar alet kullanmasını zorunlu kılınca ihtiyaçlarını üreterek hem kendisini korumayı başarmış hem de yiyecek ihtiyacını daha kolay karşılama olanağını kazanmıştır. En iyi aletleri üretenlerin hayatta kalma koşulları artmış, üretim tekniğinin gelişmesi zihinsel gelişime de katkı sunmuştur.
Bütün bu gelişmeleri insanın yüksek düzeydeki soyutlama yeteneği olanaklı kılmıştır. En basit taş aletleri yapma becerisi dahi çok yüksek bir zihinsel beceri ve soyut düşünce düzeyi gerektirir. Bunlar karmaşık zihinsel eylemlerdir ve en ileri primatlarda bile bulunmayan bir planlama ve öngörü seviyesini zorunlu kılar. Bu olgu, insanlara duyularımızla elde ettiğimizin çok daha ötesine geçme olanağını sağlayan soyut düşünce yeteneğine ayrılmaz biçimde bağlıdır. Bu sayede geçmişi ayrıntılı, süzülmüş ve işe yarar halleriyle hatırlayıp ders çıkarabiliyor, deneyim aktarabiliyor ve karmaşık gelecek planları yapabiliyoruz.
Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu isimli çalışmasında konuşma ve soyutlama konusunda şunları söylüyor:
“Muhakeme ve şempanzeninki de dahil düşünme dediğimiz her şeyin, psikologların imge dedikleri zihinsel işlemleri içermesi gerekir. Görsel bir imgenin, diyelim bir muzun zihinsel resminin, her zaman belirli bir yerdeki belirli bir muzun resmi olması riski vardır. Bir sözcük ise aksine, açıklandığı gibi, her gerçek muza bireyselliğini veren tam da o arızi özellikleri elediği için daha genel ve soyuttur. Sözcüklerin zihinsel imgeleri (sesin ya da o sesi çıkarırken zorunlu olan kas hareketlerinin resimleri) düşünmeye eşlik eden uygun karşılıklarını oluştururlar. Bunların yardımıyla düşünme zorunlu olarak, tam da hayvan düşünmesinin yoksun göründüğü soyutluk ve genellik niteliğine sahiptir. İnsanlar, “muz” denilen nesneler sınıfı hakkında düşünebilir ve konuşabilirken, şempanzeler “o borunun içindeki o muz”un ötesine asla geçmezler. Böylelikle, dil denen toplumsal araç, tumturaklı biçimde “insanın somuta tutsaklıktan kurtuluşu” diye tanımlanan şeye katkıda bulunmuştur.”
Yani soyutlama yeteneği genellemeler yapma; örneğin ağaç derken şu veya bu ağaçtan değil belli ortak nitelikleri ifade eden bir ağaç kavramına referans vermeye, düşünce faaliyetini somutluğun “şimdi ve buradalığı”ndan sıyırmaya yarar. Düşünce ufkumuzu uzak geçmişe ve uzak geleceğe kadar genişletir. Dik duruşun, ellerin ve başparmağın; yani emek sürecinin sonucu gelişen bu niteliğimiz toplumsal örgütlenmeler, kültür, sanat, din gibi olguları üretebilmemizi sağlar.
Doğa karşısındaki konumumuzu nasıl düşündüğümüz konusuna gelirsek; insan kendi varlığını içinde bulunduğu çevreden kendini soyutlayarak tanır. Bebeklikten yetişkinliğe geçiş dahi öz farkındalığın ortaya çıktığı, çevreyle benliğin ayrıştığı bir zihinsel gelişme sürecidir. İnsanın kendi varlığı ve içine doğduğu çevre arasındaki ayrımı fark edebilmesi yüksek soyutlama yetisinin bir sonucudur ve bu yeti süreç içinde insanın doğa güçlerinden bağımsızlaşmasının önünü açmasına katkı sağlamıştır.
Yine de doğayı gerçek olarak tanımaya başlamamız, bilimsel olarak ele almamız son bir kaç yüzyılda başlamıştır. Daha öncesi ise büyüsel düşünceden bilimsel düşünceye uzanan bir tarihsel süreci oluşturmaktadır. İnsanın doğanın farkına varıp kendi varlığının ayırdına varmasının ardından doğaya dair yaptığı ilk soyutlamalar bilgiye dayanmayan çıkarımlardı. Büyüsel düşünce biçimi, doğa güçlerinin birer ruh gibi ele alınıp onlarla çeşitli ritüeller aracılığıyla iletişim kurma yolları ve genel olarak ilkel animist inançlar doğanın bu biçimde düşünülmesi sonucu ortaya çıkmış olgulardı. Bu aşamada din, sanat ve bilim ayrışmış durumda değildi. Kendi çevreleri üzerinde gerçek hakimiyet kurma araçlarından yoksun olan ilk insanlar, doğayla büyüye dayalı bir ilişki kurarak ve böylece onu kontrol altına almaya çalışarak ilişki kurdular. Dinsel açıklamalar, doğaya dair bilgi eksikliğinin bıraktığı boşluğu dolduruyordu.
Kapitalizm ve doğa
Toplum biçimleri ilerledikçe insanın doğaya dair bilgisi de, doğa güçleri üzerindeki kontrolü de artmaya başladı. İnsan varlığını doğayla mücadele ederek korudu. Doğayı değiştirebilme, kontrol altına alabilme ve doğa egemenliğinden bağımsızlaşabilme kapasitesi arttıkça kendi yaşam koşulları da iyileşiyor, daha geniş insan toplulukları daha uzun yaşamlar sürüyordu. Ancak sınıflı toplum yapısı sebebiyle bu gücün avantajlarından egemen sınıflar azami şekilde yararlanırken ezilen sınıflar asgari şekilde yararlanıyor, çoğu zaman ilerlemenin hayat kalitelerinde yarattığı somut değişimler egemen sınıflara göre oldukça sınırlı düzeylerde kalıyordu. Doğa güçleri üzerindeki kontrol bütün dünyaya yayılmış tek üretim biçimi olan kapitalizmin ortaya çıkmasıyla en yüksek düzeye vardı ve bu durumun somut anlamı da doğanın burjuvazinin insafına bırakılması demekti. Kapitalizmle beraber sömürücü sınıfların doğa üzerindeki kontrolünü arttırması çevre krizinin ortaya çıkıp derinleşmesini sağlayan temel etmendi.
Çözüm üzerine konuşursak; insanlığın doğaya müdahale etmeden yaşaması imkansız olduğu kadar doğayla bütünleşmesi gibi doğalcı ütopyaların önerdiği şekilde yaşaması da biyolojik yapısı-türsel doğası nedeniyle mümkün değildir. İnsan kendi yaşam koşullarını üreterek yaşar, bu sebeple doğayla ilişkimizde daima bir dışsallık mevcut olacaktır. Mesele doğaya müdahale etmemek, doğaya dönmek veya onunla bütünleşmek gibi imkansız yolların peşinden koşmak değil, doğa-insan ilişkisini yeniden kurmaktır. Fakat öncelikle çevre krizi olarak tarif edilen ancak doğanın sermaye tarafından küresel olarak yağmalanması olarak ifade edilmesi daha doğru olan olguyla mücadele edebilmek için doğa ve insan ilişkisinin günümüzde nasıl kurulduğunu anlamak gerekiyor.
Eğer neoliberalizmi kısaca tüm kaynakların özelleştirilmesi, sadece üretim bandının değil hizmet alımının da parçalanması, iş yaşamında esnekleştirme ve güvencesizliğin yaygınlaştırılması, uluslararası sermayenin hareketinin önündeki tüm engellerin kaldırılması olarak özetleyecek olursak bunun doğa için ne anlama geldiğini de kavrayabiliriz. Kapitalizm doğayı kâra tahvil eder. Doğayla yeniden üreterek değil tüketerek ilişki kurar. Doğa üzerindeki çağlar boyunca elde edilen güç egemen sınıfların kontrolündedir. Bu da ezilenlerin muazzam teknik gelişmelere rağmen hala insanlığın şafağında olduğu gibi yangınlarda ölmesi, depremlerde enkaz altında kalması, sellerde boğulması, soğuktan donması, salgın hastalıklardan ve açlıktan ölmesi anlamına gelmektedir.
İklim krizi olarak tarif edilen olgu aslında daha kapsamlı bir çevre krizinin bir parçasıdır. Sadece küresel ısınma ve diğer aşırı hava durumları değil, biyoçeşitliliğin azalması ve bazı canlı türlerin yok olması, su, toprak ve havanın aşırı kirlenmesi, ormansızlaşma, doğal kaynakların aşırı tüketimi gibi nedenler bu krizin birbiriyle bağlantılı aşamalarıdır. Her şeyden önce somut bir çevre felaketi yaşadığımız unutulmamalıdır. Sanayi, ısınma, taşıtlar, orman yangınları ve savaşlar nedeniyle her geçen gün daha kirli bir hava soluyoruz. Hava kirliliği sınır tanımıyor, göreceli olarak ‘temiz’ olan bölgeler diyebileceğimiz alanlardan söz etmek artık mümkün değil. Sanayisiz bir coğrafya bölgesi sanayi kirliliğinden, tarım zehiri kullanılmayan bir bölge tarım zehirinden etkilenebiliyor. Hava, su ve toprak aracılığıyla yayılan kirlilik yerel olarak kalmıyor.
Öte yandan çare olarak ekolojik sorunları bireysel sorumluluk alarak ya da dünyayı kirleten şirketlerin finanse ettiği sosyal sorumluluk projeleriyle çözebileceğimiz yalanı sürekli pompalansa da kapitalist sistem artık tahrip ettiklerini düzeltebilecek durumda değil. Bazı gelişmiş kapitalist devletler, çöplerini almaya hevesli Türkiye gibi ülkelere göndererek geçici çözümler bulmaya çalışıyorlar. Kendi ülkelerinde “yeşil sanayi” programları uygulayan tekeller sanayilerini neredeyse hiçbir kuralın olmadığı az gelişmiş yeni sömürge ülkelere kaydırarak sorunu bir cepten başka bir cebe aktarmanın ötesinde bir şey yapmıyorlar. İklim krizine karşı sistem tarafından geliştirilen karşı yeni yöntemler geliştirilirken ve yatırımlar yapılırken tabloyu bütünsel değerlendirme gerekliliği ikinci planda kalıyor. Örneğin temiz denilen ve kendi başına dahi doğaya zarar verme potansiyeli taşıyan rüzgar enerjisi santralleri; toprağı kirleten bir sanayi tesisine güç verdiği zaman ‘temiz’ kalmıyor, sadece tekelleri zengin ediyor.
Bu açıdan güncel olarak doğa üzerindeki insan gücünden çok kimin bu gücü elinde bulundurduğu ve nasıl kullandığı sorusu önem taşımaktadır. Bu yüzden iklim krizine karşı mücadele etmek aynı zamanda doğanın kapitalizmden kurtuluşu mücadelesi de olmalıdır. Sömürücü sınıflar ortadan kalktığı zaman görülecektir ki hem doğayı yok eden güçlerden kurtulmuş olacağız hem de doğayla tüketime değil yeniden üretime dayanan yeni bir bilinçle ilişki kurma şansı elde etmiş olacağız.