Soru: Tüm o şaşaalı güç gösterileri ve kıstırdık, temizledik, yok ettik yaygaraları sonrasında, Afganistan’ı huzura kavuşturduklarını söyleyen emperyalistlerin kurumlaşma planlarının daha mürekkebi kurumadan; Taliban’ın yeniden toparlanıp saldırılara geçtiği, Afgan savaş ağalarının egemenlik mücadelesi başlattığı ve gerçekte Afganistan’da sürecin sonuna gelinmediği görüldü. Bunu politik ve askeri açıdan değerlendirmek gerekirse neler söylenebilir? Adı geçen dinamikler dışında süreçte tayin edici rol oynayabilecek bir başka dinamikten söz edilebilir mi?
Yanıt: O şaşaalı açıklamaların bir çeşit propaganda olduğu ve Afganistan’da sorunların devam ettiği doğru. Ancak diğer yandan ABD için, politikalarını uygulayabilmek açısından mevcut durum da önemli avantajlar sağlamaktadır. Aslında Afganistan sorunu, ABD’nin yeni dönemdeki politikaları açısından, Taliban ve El Kaide’nin ortadan kaldırılmasından çok daha fazla öneme sahip. Hazar havzası ve Orta Asya’daki, Batı Sibirya’daki doğal kaynakların en kısa ve güvenlikli yoldan pazara açılmasında Afganistan büyük öneme sahip. ABD, Afganistan’daki ağırlığını ve gücünü zamana yayarak ortaya koyacaktır. Ancak asıl sorun, çok parçalı etnik yapıların ve feodalizmin bu süreçteki olumsuz etkilerinin en az çatışmayla aşılmasıdır. ABD de şu an bunu yapmaya çalışıyor. Sınırlı çatışmalar, yeni Afgan yönetimi içindeki çelişmeler–çatışmalar çok fazla abartılmamalı. Bölgede bu çatışmaların tırmanmasından çıkarı olabilecek Çin dışında bir güç yok gibi. Hindistan ise, çok daha önemli başka sorunlarla başetmek zorunda. Afganistan’dan kaçan Taliban ve El Kaide militanlarının büyük bir kısmı Keşmir’de. Buradaki çatışmaların keskinleşmesinde dinci hareketin Afganistan’da kaybettiği prestiji Keşmir’de kazanma çabası önemli rol oynuyor.
Bütün bu güç dengelerinin ve çelişmelerinin dışında, gelecekte emperyalizmin oyunlarını bozma potansiyeli taşıyan temel güç, söz konusu ülke halklarıdır. Tabii bu son cümlemiz bir çeşit ajitasyon olarak algılanmamalı ve üzerinde, hakkı verilerek durulmalıdır. Mevcut durumda, kendine ve halkın gücüne güvensizlik duyan, gelecek umudunu yitiren kesimlerin çokluğu sebebi ile böyle bir uyarı yapma ihtiyacı duyduk. “Halk nerede, halkın bir şey yapacak hali mi kaldı?” gibi politik perspektiften ve derinlikten yoksun yaklaşımları bir tarafa bırakacak olursak; meselenin o denli karmaşık olmadığı da görülecektir.
Aslında ezenleri temsil eden gücün, ezilenler üzerinde abartılı vahşet denemeleri yaparak sonuç almaya çalışması, sınıflı toplumların ilk etaplarına dek uzanır. Bu konuda her insanın hafızasında – Vietnam gibi- çok bildik örnekler vardır. Ancak, yine bilinen bir gerçekliktir; askeri teçhizat üstünlüğü sebebiyle geçici başarılar elde edilse de, haksızlığın silah gücüyle kalıcı zaferler elde ettiği görülmemiştir. İsrail, bu konuda sıcak bir örnektir. “Tankımla–topumla girer, bu işi çözerim” diye düşünenler veya bu düşüncenin sonuç alacağını zannedenler, asıl yanıtı Filistin halkından almış ise de, İsrailli muhalifler dahil, dünyanın pek çok yerinden ayağa kalkan duyarlı kesimler, Filistin halkının sahipsiz olmadığını göstermiş ve tüm kayıplara rağmen, bir halkın silah zoruyla teslim alınamayacağı bir kez daha kanıtlanmıştır.
Sadece İsrail’de vicdani redçi yüzlerce insanın tutuklandığı, barış yanlısı kadın örgütlerinin Küdüs’te Filistinli kadınlarla beraber büyük bir yürüyüş yaptıkları, yürüyüşe Knesset’ten yedi milletvekilinin katıldığı, kimi memurların Filistin topraklarında görevlendirilmeyi reddettiklerine dair bir bildiri yayınladıkları, sekiz Filistinli ve onyedi İsrailli akademisyenin dünyaya seslenerek uluslararası kamuoyunu duyarlılığa çağırdığı, İsrail radyosunda yapılan bir araştırmaya göre, halkın yüzde otuzunun vicdani redçileri desteklediği, vb., vb. bilinmektedir.
Soru: “İki tane El–Kaide militanı görülmüş” iddiasıyla Yemen’e bile yerleşme hesapları yaparak; önündeki dünya haritasında adeta işaretlemedik yer bırakmayan ABD’nin bu yöneliminde, temel eksen nedir?
Yanıt: 11 Eylül sonrasında ABD’nin dünya genelinde egemenliğini doğrudan kendi gücüne dayanarak sağlama gibi bir eğilim ortaya çıktı. Bu nedenle, kendi açısından stratejik gördüğü her noktada askeri güçlerini konumlandırmak için en sıradan gerekçelere bile sığınıyor. “İki El Kaide militanının görülmesi”, Yemen’in ABD çıkarları açısından stratejik önemini vurgulamak olarak anlaşılmalıdır.
Soru: 11 Eylül sonrasında ABD’nin ilk refleksleri Avrupa emperyalizmi tarafından önemli tepkilerle karşılaşmamış, Afganistan sürecinde Çin ve Rusya dahil, ayakbağı oluşturacak pek çok ülke ile çıkar örtüşmesi yaşanmıştır. Ne var ki, gelinen süreçte, görüntüdeki uyumun kalıcı/sağlam olgular üzerine oturmadığı görüldü. Ve kendini dayatan ABD’ye karşı sesler yükselmeye başladı. Örneğin, Kafkaslar’ın stratejik ülkesi Gürcistan’a ABD’nin özel kuvvetler yerleştirmeye başlaması, Rusya’nın tepkisine sebep olmuştur. ABD’nin Gürcistan’a asker göndermesinin gerçek sebebinin “terör” olmadığını, asıl hedefinin Kafkasya ve Orta Asya’nın devasa enerji kaynaklarına erişimini korumak için bölgede sağlam bir zemin yakalamak olduğunu açık biçimde ve yüksek sesle ifade etmiştir. AB’nin de ABD sancısı, daha somut biçimler almaya başladı. Örneğin Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in , ABD’nin kendilerine dayattığı planları kabul etmeyeceklerini ifade ederek, “Biz ABD’nin müttefikiyiz, uydusu değil.” demesi veya İsveç eski Başbakanı Carl Bildt’in “Makinist ABD, hızlı giden trenin kontrolünü kaybedebileceğini söyleyip tehdit ediyor. Aynı trende bulunan Avrupa ise, nereye gidildiğini dahi bilmiyor.” (Der Spigel, 18 Şubat) biçimindeki tepkisi, bunun belirtileridir. Bu çelişkinin niteliği nedir? ABD’nin planlarını bozacak düzeyde keskinleşebileceği söylenebilir mi?
Yanıt: Emperyalistler arası ilişki ve çelişkiler, sorunuzda da belirttiğiniz gibi çeşitli renkler alarak ve çeşitli tonlarda varlığını sürdürüyor. Ne var ki son süreçte Rusya’nın duruşundaki değişim, mevcut dengeyi ABD’nin lehine bozdu.
ABD-Rusya ittifakı, kısa ve orta vadede AB’ye karşı önemli bir stratejik üstünlük sağlamış durumda. Bundan en fazla zarar gören ülke, Rusya üzerine büyük hesaplar yapmış olan Almanya’dır. Gelinen noktada AB, Doğu Avrupa ile yetinmek zorunda. Bugünkü konumuyla AB’nin, ABD–Rusya ittifakının dünya ölçeğindeki çok radikal adımlarına ekonomik–askeri yönden ciddi bir tepki gösterebilme şansı yok. Rusya’nın NATO üyeliğine kabul edilmesi, Avrupa ülkelerinden daha çok ABD’nin talebidir. Rusya artık NATO içinde ABD’nin en güvenilir müttefiki durumundadır.
Soru: ABD’li askeri stratejistler, analistler ve savaş propagandacıları, şimdi Saddam’ı devirmenin 1991’deki Körfez Savaşı’ndan daha kolay olduğunu söylüyor. Buna göre, ABD en güçlü, Saddam ise en zayıf anını yaşıyor. Bu konuda neler söylenebilir? Avrupa, Çin, Rusya gibi ülkelerin ayak diremesi halinde Irak saldırısı olanaksız hale gelebilir mi?
Yanıt: Günümüzde “ABD’nin en güçlü, Saddam’ın en zayıf anını yaşadığı” tespiti doğru. ABD, çok net bir biçimde dünya egemenliğini hiçbir rakip tanımayacak biçimde ortaya koymuş durumda. Rusya gibi bir müttefiki yanına aldıktan sonra Avrupa, Çin ve dünya kamuoyunun tepkisini dikkate almayabilecektir. Bunun yanında, ABD’nin Ortadoğu petrollerine stratejik olarak bağımlılığı da eski düzeyde değil. Aynı şekilde gerçekte Saddam diye bir sorunları da yok; ABD kamuoyuna verilmiş sözlerin yerine getirilmesi gerekçesi dışında. Irak’a karşı yapılacak bir harekatın, bir işgal hareketinden çok tüm dünyaya bir güç gösterisi ve gözdağı oluşturacak şekilde çok yıkıcı etkileri olan kısa süreli (birkaç hafta) bir saldırı tarzında olacağı düşünülebilir.
Soru: 11 Eylül sonrasında, 11 Eylül öncesinden kalma planlarını hızla ve en geniş düzeyde uygulamak için harekete geçen ABD’nin, dünya ölçeğindeki askeri varlığında önemli bir değişim gözleniyor mu?
Yanıt: 11 Eylül sonrasında ABD’nin dünya ölçeğinde askeri varlığında nicelik ve nitelik olarak çok önemli bir değişim yok aslında. Ancak, dünyanın hemen hemen tüm stratejik noktalarına daha önceden konuşlandırılmış ya da alt yapısı oluşturulmuş ABD askeri güçlerinin daha etkin kullanımından bahsedilebilir. Global düzeyde siyasi dengelerin belirgin biçimde kendi lehine değişmesi ile ABD, mevcut askeri gücünün caydırıcılığını–etkinliğini daha sık hissettiriyor. Ama bu durum gelecekte askeri varlığını nicelik ve nitelik olarak daha fazla arttırmayacağı anlamına gelmez. Bu arada, Sovyetler’in çöküşü ile emperyalizmi tehdit eden büyük askeri gücün ortadan kalkması ve giderek Rusya’nın ABD’nin en önemli müttefiki haline gelmesi ile emperyalistlerin silahlanma stratejilerinde belirgin bir değişme yaşanmaya başladı. Kıtalar arası balistik füzelerle fırlatılan binlerce kilotonluk nükleer silahlara dayalı silahlanma stratejisi terkediliyor. Yerine küçük, hareketli askeri birlikler tarafından kullanılabilen çok etkili konvansiyonel silahlar ve giderek taktik nükleer silahların yaygın kullanımını öngören bir silahlanma stratejisi benimsenmiş gibi görünüyor. Bir süredir gizli olarak sürdürülen hazırlıklar, 11Eylül ile açıktan ve hızlı biçimde uygulamaya konuldu. Ve Ortadoğu’dan Asya’ya, Kızıldeniz’den Pasifik’e kadar pek çok ülkede varlığını hissettiren bir askeri etkinliğe tanık olundu.
The Guardian gazetesinde yapılan bir yoruma göre ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez bu kadar çok yayıldı. Bu yayılma “terör” bahanesiyle kamufle edilse de gerçekte, çok daha kapsamlı ve “ince” hesaplara dayanmaktadır. Örneğin Çin sınırına dek uzanıp Kırgızistan’ı bile bu hesaplarına katan ABD; Özbekistan, Tacikistan ve Pakistan’daki üsleri ile beraber Rusya, İran ve Çin’in muhtemel ortaklaşmasına karşı, tam ortalarına bir ABD varlığı yerleştirmiş oldu. Gerçi ABD–Rusya ittifakı bu dengeler üzerinde yeni etkilerde bulunacaktır.
ABD işgallerinin bir diğer özelliği, girilen yerlerde, küllenmiş de olsa, kimi çatışma potansiyellerini kaşıması veya tetikleyici bir sebep oluşturmasıdır.
11 Eylül sonrasında, ABD’nin asker gönderdiği ülkeler şöyle sıralanıyor: Afganistan (savaş kuvveti), Pakistan (askeri üsler), Özbekistan (askeri üs), Tacikistan (askeri üs), Kırgızistan (askeri üs), Gürcistan (askeri üs ve danışmanlar), Filipinler (askeri danışmanlar, ortak tatbikat), Kızıldeniz (sürekli devriye), Yemen (askeri danışmanlar), Sudan (Somali’ye karşı askeri danışmanlar), Suudi Arabistan (askeri üs), Kuveyt (askeri üs), Türkiye (Irak’a karşı; İncirlik’in yanısıra Konya ve Malatya’nın da kullanılması gündemde).
Soru: Önümüzdeki sürece damgasını vuracak gelişmeler nelerdir; özellikle emperyalizm ve ittifakları açısından ne tür gelişmeler beklenmelidir?
Yanıt: Son günlerdeki ve önümüzdeki birkaç on yılı etkileyebilecek en önemli güncel gelişme ABD ve Rusya arasında imzalanan stratejik işbirliği anlaşmasıdır. Bu anlaşma, geçmiş dönemlerde ortaya çıkan pek çok uluslararası dengeyi altüst edebilecek çok önemli bir gelişmedir. Bir yanda dünyanın en gelişmiş kapitalist üretim gücüne sahip fakat enerji ve hammadde kaynakları bakımından sorunlar yaşayan ABD, diğer yanda sınırsız enerji ve doğal kaynaklara sahip fakat teknolojik açıdan yetersiz Rusya. Bu ittifakın oluşturacağı potansiyel güç, önümüzdeki süreçte en fazla belirleyici olacak etken gibi görünüyor. Kısa bir dönem için küçük çaplı bölgesel çatışmalar azalabilir. Ancak, ABD-Rusya ittifakı karşısında dengeleyici bir ittifak olabilecek, AB-Hindistan-Ortadoğu ve Çin–Japon ittifaklarının oluşumunu engelleyici ya da geciktirici her türlü çatışma (büyük ya da küçük) beklenebilir.
Bu gelişme ABD’nin, Ortadoğu-Kafkaslar-Güney Asya gibi çatışma riski yüksek bölgelerde, yeni eğilim doğrultusunda yeni adımlar atmasına yol açabilir. Örneğin, radikal dinci hareketin Ortadoğu’daki gelişimi ABD açısından uzun dönemde ciddi bir tehdit değildir. Ancak AB-Hindistan ittifakını engelleyecek-geciktirecek önemli bir etmen olabilir.
Soru: 11 Eylül sonrasında daha da boyutlanan emperyalist saldırganlık, hemen her türlü hak gaspına gidiyor ve adeta vahşi kapitalizme geri dönüş söz konusu. Bu durumu, gerek sistem gerekse ezilenler açısından değerlendirir misiniz?
Yanıt: Günümüzdeki emperyalist saldırı, uluslararası düzeyde yeni mevziler kazanmak olduğu kadar ulusal sınırlar içinde emperyalist sömürünün artırılması, uzun dönemde güvenceye alınması, önündeki engellerin kaldırılması süreci ile birlikte yürüyor. İşte bu noktada emperyalist saldırıya ulusal sınırlar içinde de nasıl karşı durulacağının belirlenmesi önemli bir noktadır. Anti–küreselleşmeci zeminde dışavuran tavır alışlar, belirli bir öneme sahip olsa da halkların ulusal sınırlar içinde geliştireceği örgütlü direnç, emperyalist saldırganlığın ortaya çıktığı yerde ve doğrudan muhataplarınca yanıtlanması anlamında temel bir öneme sahip olacaktır. Ezen– ezilen çatışmasında ezenler, daha avantajlı gibi görünse de, bunun şiddeti kullanabilme güç ve imkanına dayandığı ve bir sınırının olduğu bilinmektedir. Potansiyel anlamda ise, ezilenlerin gücünde bir eksilme/zayıflama söz konusu değil. Önemli olan bu potansiyelin harekete geçirilebilmesidir ki bu kaçınılmazdır.
Soru: Yukarıdaki tanımlama bağlamında soracak olursak; bugün halkların gündeminde sosyalizm mi yoksa daha öncelikli talepler mi olmalıdır, bunlar nelerdir?
Yanıt: Burjuva demokratik toplumlar açısından günümüzdeki süreçte, var olanı koruma mücadelesi ön plana çıkarılabilir; ideolojik olarak sosyalizm bir alternatif anlamında gündeme getirilebilir. Ancak ülkemiz açısından, kaybedecek çok fazla şeyin olmadığı koşullarda, toplumun demokratikleştirilmesi önündeki engellerin kaldırılması mücadelesi ön plana alınabilir. (Bu konuda geniş bilgi için Devrimci Hareket’in 2002 Ocak sayısının orta sayfasına bakılabilir)
Soru: Sözünü ettiğimiz gelişmeler, emperyalizm-ulus devlet ilişkisinde ulus devletin aleyhine gelişiyor ise de buradan “artık ulusal çapta örgütlenmenin, devrim yapmanın, vs. olanaksızlaştığı” sonucu çıkarılabilir mi? Böyle bir sonuç herhangi bir ülke devrimcisini, görevlerini yapamaz duruma düşürmez mi?
Yanıt: Emperyalist saldırganlık ulus devletler bünyesinde çok farklı biçimlerde ortaya çıkabilir. Ortak yönler olduğu kadar farklılıklar da gözlenebilir. Emperyalizme karşı global düzeyde ortak tepkilerin ve mücadelenin örgütlenmesi kadar ulus-devlet sınırları içindeki tepkilerin örgütlenmesi, araçlarının yaratılması, hedeflerinin belirlenmesi de kaçınılmaz. Global mücadele araçlarının ve olanaklarının gelişmesi, zorunlu hale gelmesi ulusal çapta örgütlenmenin gerekçesini ortadan kaldırmaz. Sadece örgütlenme biçimleri ve mücadele araçlarında bir zenginliğe yol açar. Ne var ki, son yıllarda yaygın biçimde rastlamaya başladığımız bir eğilim söz konusu. Sorunuzla ilintili olduğunu düşündüğümüz için ayrıntılandırma ihtiyacı duyuyoruz.
Kapitalizmin artık alternatifsiz olduğu, küreselleşme ile beraber ulus–devletlerin miadını doldurduğu, yeni koşulların insan hakları gibi evrensel doğrular lehine geliştiği, farklılıklara özgürce yaşam koşullarının tanındığı, vb. yaklaşımlar/iddialar salt kapitalizmin sözcüleri tarafından değil yaşamsal duruşları gereği, sınıf çatışmasına mesafeli olan ve dolayısıyla öznellik ağırlıklı yaklaşımlar sunan çevreler tarafından da savunulmuştur.
İletişim teknolojisinin gelişimi ile demokrasi arasında dolaysız bağ kuran akademik-entelektüel çevreler de dahil, emperyalizmin sınıfsal karakterini yadsıyarak yaklaşım geliştiren herkes, İsrail saldırısı gibi her dalgalanmada, düşünceleri ile beraber boşluğa düşmektedir. Filistin’de işgal, soykırım, işkence ve yıkım sürerken hemen hiçbir bilgi alınamaması, görüntü kaydedememek, iletişim teknolojisi ile demokrasi arasında doğrudan bağ kuranlara yaşamın içinden bizzat yanıt olmuştur.
Şimdi artık, marksistlerle sınırlı olmayan geniş bir kesim, Filistin’deki sorunun 11 Eylülün yarattığı terör konseptinde değerlendirilmesi gerektiğini biliyor/kabul ediyor. Ne var ki, durulan yer, sözü edilen konsepte de Filistin’in işgaline de yaklaşımı ve yüklenen anlamı değiştiriyor. Emperyalizmi doğru tanımlayan ve 11 Eylül ile nitelik değiştirmeyeceğini bilen herkes, ABD tarafından yeniden kurulduğu söylenen konseptin, emperyalist amaçlara “terörle mücadele argümanlarından oluşan bir kılıf geçirmek”ten ibaret olduğunu ve yara almış olmayı, halkların kanını daha rahat dökebilmek için bir fırsat olarak kullandığını bilir. Aslında son on yıllık süreçte sistemin yönlendirdiği fikri anafora kapılanlar, 11 Eylül’ü de doğru değerlendirebilecek donanım ve derinlikten yoksun durumdadır. Reel sosyalist zeminde yaşanan çözülme sonrasında, tarihi sonlandırma ve ideolojileri bitirme söylemiyle geliştirilen ve post–modernizm adı altında oluşturulan zeminde hemen her kavram ve değer kırılmaya sokulurken, gerçekliğin yerini öznellik aldı. Ve sonuçta, tüm versiyonlarına rağmen bu çabanın, kapitalizmi kutsadığını söylemek yanlış olmayacaktır. İşin acı tarafı; fikri zeminde aklı öne çıkarması beklenen yazar-çizer, sanatçı, gazeteci, vb. çevrelerde öznellik, büyük bir ilgiye mazhar oldu.
Gerçekliğin öznelliğe kurban edildiği bu “post-modern” zeminde; bilinemezcilik, belirsizlik, kafa karışıklığı, fikri uçukluk rağbet gördü. Ve aynı duruşun doğal bir sonucu olarak; sorunların kaynağına yönelmek, biçimde özü görebilmek, iktidar perspektifini yitirmemek gibi, pusula sorunu olan temel ölçekler kaydırılmış oldu.
Bu bağlamda, bizler emperyalizme karşı dururken ve Filistin’de yaşanmakta olan İsrail vahşetinin, küreselleşmenin bir biçimi olduğunu söylerken; bizi fikri yenilenmeye kapalı olmakla ve değişimi görememekle suçlayanlara yanıt verme ihtiyacı duymayacağız.
Bizler; Şaron’da Bush’u, İsrail’de ABD’yi, Filistin’de ezilen halkları görmeye ve yaşasın ezilen halkların emperyalizme karşı direnişi demeye devam edeceğiz.
Soru: Enternasyonal adımların öneminin bilincindeyiz, aynı zamanda homojen olmasa da küreselleşme karşıtı tepkilerin giderek büyüdüğünü görüyoruz. Ne var ki bu, ulusal çapta örgütlenmeye, devrimin tek ülkede gerçekleşmesine engel değildir diye düşünüyoruz. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nedir?
Yanıt: Onca yaşananlardan sonra, sosyalist devrim ve sosyalizmin bizzat kendisi hakkında, daha kesin ve kalıcı şeyler söyleyebilmek için vakit çok erken; araştırılması, incelenmesi, çözülmesi gereken çok şey var. Hatta süreci hızlandırabilecek tarzda gelişmeler için, yerinden oynamış taşların yerine oturmasını bekleyerek, sonuçlarını görmek bile gerekebilir. Geleceğin umudu olarak sosyalizm için böyle bir durum söz konusu. Ancak mesele bununla sınırlı değil. Fenerimizi güncel boyut ve sorunlar üzerine tuttuğumuzda, “umut verici ve inandırıcı bir sosyalizm projesi” dışında üzerinde durulması gereken öncelikli pek çok şeyin olduğu görülür. Bugün artık, en köklü demokratik geleneklere sahip ülkeler de dahil ve hatta neredeyse burjuva demokrasileri bile büyük bir tehdit altında. Sosyalizmin bir tehdit olmaktan –en azından yakın dönem için– çıkması ile birlikte global düzeyde bir siyasi gericilik yaşanıyor. Burjuva demokrasileri dahil, bu saldırılardan çok yara alınacak. Ancak, asıl sorun bizim konumumuzda olan ülkeler içindir. Yeni sömürge bir ülke olarak zaten ciddi demokratik kurum, gelenek ve yapılara sahip olmayan, burjuva demokrasisi ile tanışmamış ülkelerde sorun daha da büyük.
Emperyalizmin saldırıları karşısında, küreselleşme karşıtları da “küreselleşiyor”. Dünya genelinde tepkilerin örgütlenmesinde oldukça önemli adımlar atılıyor. Ancak, görebildiğimiz kadarı ile bu tepkilerin temelinde; var olanı koruma, yeni saldırıları durdurma düşüncesi daha etkin. Yıllardır burjuva demokrasilerinin nimetlerinden –dünyanın geriye kalan dörtte üçünün talan edilmesi pahasına– yararlanan geniş halk yığınlarının konumlarındaki geriye gidiş, küreselleşme karşıtlarının temel çıkış noktası durumundadır.
Tüm ülkelerdeki devrimcilerin, kendisini, emperyalizmin yeni saldırılarına karşı oluşan bir geniş cephe içinde görmesi, onun bir parçası olması enternasyonalist bir tavır olarak doğru ve gereklidir. Ancak, asıl program, kendi halkının sorunları, beklentileri, talepleri doğrultusunda oluşacaktır. Buna uygun hedefler belirleyerek, gerekli örgüt ve mücadele biçimlerinin geliştirilmesi zorunludur.
Soru: Var olan değişim, bir devrimci hareketin temel teorik tezlerini sil-baştan değiştirmeyi mi yoksa, mücadelede ek görevler üstlenmeyi mi gerektiriyor? Marksizm-Leninizm ile bağı dahil olmak üzere hemen her şeyini değişime sokanların bu duruşunda öznellik gerçekliğin önünde gitmiş olmuyor mu?
Yanıt: Son yıllarda dünya genelinde yaşanan gelişmelerin pek çok kesim tarafından doğru algılanamadığı, kavranamadığı görülüyor. Sovyetler’de sosyalizmin inşaası sürecinde karşılaşılan ve 1960’lar sonrası giderek derinleşen ideolojik-siyasal-ekonomik sorunların, 1980’lerin sonunda sistemi nasıl çöküşe götürdüğü yeteri kadar kavranamıyor. Bazı kesimler, 1980’lere kadar çok iyi giden şeylerin, kötü bir yönetimle nasıl bir sonuca yol açtığından bahsederken, bazıları Sovyet deneyimindeki öznel sorunları ve bunların sonuçlarını görmezden gelerek, tüm sonuçları Marksizm– Leninizm’in temel tezlerinin doğal sonuçları olarak algılıyor. Bunun yanında kapitalizmin, emperyalizm ile girdiği sürekli bunalım sürecinde üretici güçlerin ve üretim teknolojilerinin gelişimi ile paralel olarak, gelişen yeni sömürü biçimlerinin ve yeni sömürgeciliğin günümüze kadar geçirdiği evrimleşme yeteri oranda kavranamamaktadır. Yaşanan gelişmeler, öncesi ve sonrası ile yeteri kadar kavranamadığında ise; her şey, bazen “muazzam bilimsel ve teknolojik devrimler”e, bazen “çöken Sosyalist sistem”e bazen de 11 Eylül’ün “istenen ve istenmeyen” doğal sonuçlarına bağlanıyor. Yeni sömürgecilik olgusunun 40-50 yıllık süreçteki neredeyse tüm sonuçları, daha önceden gözlenebilir doğal sonuçları tamamen yeni ve beklenmeyen bir durum gibi görülüyor. Bu beklenmeyen yeni duruma özgü, tamamen yeni teorik tezler ve formülasyonlar geliştirilmeye çalışılıyor.
Bu temel yanlışları vurguladıktan sonra, bugünü nasıl görmek gerektiğini kısaca açmakta yarar var. Her şeyde olduğu gibi kapitalizmde kapitalist üretim biçimi de sürekli gelişiyor, değişiyor. Marks’ın kapitalist üretim biçiminin bir noktadan sonra üretici güçlerin gelişimini engellediği tespiti; bazı kesimlerde, yanlış bir yorumla, kapitalizmin üretici güçleri hiç geliştirmeyeceği yanılgısına yol açmıştı. Gerçekte kapitalizm, üretici güçlerin toplumun gerçek ihtiyaçları kadargelişiminin önünde engeldir. Ama her dönemde kısmi bir gelişme vardır. Bu gelişme–değişme sürekli yaşanıyor. Buna bağımlı olarak kapitalist yaşam biçimi, kapitalist sömürü biçimleri, siyasal–sosyal üst yapı kurumları, uluslararası egemenlik ve sömürgecilik ilişkileri sürekli değişiyor. Ancak günümüzde her şeyin sil– baştan yeniden ele alınması gerektiğini iddia eden ve yüzelli yıllık devrimci deneyimden tamamen koparak yepyeni arayışları gündeme getiren çevreler; bu kopuşa sebep olan değişimlerin neler olduğunu tüm ayrıntıları ile açıklamak durumundadır. Çok yüzeysel bir değişim kavramının ardına sığınılmadan, bu değişimlerin neler olduğu, bu değişimlerden hangilerinin süreçte belirleyici, hangilerinin tali olduğu; hangilerinin stratejik değişimler, hangilerinin konjonktürel olduğu; bu değişimlerin uzun ve kısa vadede hangi biçimlere evrilebileceği ortaya konulmalıdır. Bunlar yapılmadan, çok basit ve yüzeysel gözlemlere dayalı “değişim” söylemleri ile uzun dönemli araştırmaların ürünü olarak ortaya çıkmış, onlarca yıllık mücadele ile sınanmış teorik tezleri ve formülasyonları yadsımak kabul edilemez.
Günümüzdeki gelişmeler bilimsel tarzda incelenerek elde edilecek sonuçlara göre, Devrimci Hareketin ideolojik-politik-örgütsel olarak buna uygun açılımları geliştirmeye ve yolgöstericilik rolünü oynamaya devam etmesi bir ihtiyaçtır/zorunluluktur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, yaşanmakta olan gelişmeler, yeni sömürgecilik ilişkisinin kendi içinde evriminin bir sonucu olarak görülmelidir. Bu bağlamda Devrimci Yol’un yeni sömürgecilik olgusuna getirmiş olduğu açılım, bugünü açıklamaya yardımcı olmaktadır. Direniş Komiteleri tartışmalarından ve deneyimlerinden de bugüne taşınacak pek çok şey vardır. Diğer temel teorik tezler de bugünün sorunlarına çözüm arayanlar için bir temel, bir hareket noktası olma anlamında büyük önem taşıyor. Önemli olan, bugünün ihtiyaçlarını dikkate alarak, bu temelin üzerine yeniyi bina edebilmektir. Eskiyen bir aracı, günün koşullarına göre yenilemek, devrimcilerin en yatkın olmaları gereken özelliklerden biridir. Böyle bir çabada iddialı ve samimi olanlar için Devrimci Yol, eşine az rastlanır zenginlikte bir mirastır. Bugün için sürece “değişim” penceresinden bakarken, geçmişle tüm bağlarını koparanlarda ise subjektif değişimlerin, kendi dışlarındaki dünyada var olan objektif değişmelerden çok daha fazla olduğu görülüyor.
Soru: Kimi gelişmelere bağlı olarak milat tanımı yapmak ve değişim/yenilenme startları vermek, yaygın bir durumdur. Aynı şey, 11 Eylül için de yapıldı. Biz, bundan bağımsız olarak soruyoruz; Filistin’de ne oluyor? Gelişmeler, emperyalist politikalarla ve küreselleşen zorbalıkla ne denli ilintilidir?
Yanıt: Sık sık milatlar ilan etmek, egemen bir kavramsal çerçeve dayatıp, fikri yönlendirme yapmak, son yıllarda sıkça başvurulan bir yöntem haline geldi. Kafa karışıklığı, diktatörlükler için tercih edilen bir durumdur. Egemenler, ideolojik aygıtlar vasıtasıyla kendi kavramlarını halkın beynine işleyebildikleri oranda kendilerini güvencede sayarlar.
11 Eylül’ün milat olduğu, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, “terör”e ve özellikle “İslami terör”e karşı büyük ve haklı bir saldırının başlatıldığı biçimindeki çerçeve, kavramları ile beraber kafalara işlendi. Ve sonuçta Filistin meselesi de, Afganistan’la aynılaştırılarak, bir terör ortak paydasında boğulmak istendi. Böyle durumlarda egemen duruşa alet olmamak ve gelişmeleri doğru yorumlayabilmek için, içerikten kavramlara kadar etki alanının dışına bütünüyle çıkabilmek ve alternatif bir yaklaşım geliştirebilmek gerekiyor.
Taliban ile Filistin arasında benzerlik kurmak ne denli yanlışsa, Filistin’i İslami yapılardan ibaret görmek de o denli yanlıştır. Hatta, bedenini bir bombaya çevirerek İsrail’e saldıranların da salt Hamas ve İslami Cihad üyesi olmadığı, Halk Cephesi’nin de bu tür eylemler organize ettiği bilinmektedir. Halk Cephesi’nin eylemleri, hedef seçimindeki isabet ve hassasiyet nedeniyle nitelik olarak bir farklılık arzetmektedir.
Emperyalist politikalara ve küreselleşen zorbalığa gelince; küreselleşmede insan hiçtir, sermaye ve kâr her şeydir. Bugün emperyalist tekeller tarafından maddi ve manevi tüm değerlerimize ipotek konurken; bu dizginsiz istila, şiddete ihtiyaç duyduğunda, sonuç Filistin’deki katliam oluyor.
Filistin’deki, emperyalizm yapımı bir depremdir. Bu, ezilen halkların kan ve barut ile uslandırılmasının provasıdır. Mesele, Şaron’un hastalıklı kişiliğine indirgenecek olursa, gerçek suçlu ve gerçek tehlike görülmemiş olur.
İnsanlığın bugüne dek yarattığı bütün değerlere ve güzelliklere kasteden, emeğin rolünü yok etmeye çalışan emperyalist güçler; halkların hafızasında silinmez izler bırakırken öfkeyi ve hesap sorma isteğini büyütüyor.
Filistin, akıllarda da gönüllerde de meşru olan bir güçtür. Orada 54 yıldır süren bir işgal söz konusu. Bu işgale karşı mücadelede ise Filistin, haklı ve mağdur konumdadır. Dünyanın tüm Yahudilerini Filistin topraklarında bir araya getirme fikri olan siyonizm; işgali, yayılmayı, soykırımı koşulluyor.
Filistin halkı, tüm kayıplarına rağmen İsrail’in belirli ölçülerde kalan varlığına razı olmuşken; dağdan gelip bağdakini kovan, kendi durumuna razı değil, Filistinliler’i bütünüyle yok etmek istiyor. Ancak tarih, yediden yetmişe bütünüyle direnen bir halkın yenilmezliğine tanıklık ediyor.
Aynı süreç, demirin tersine bükülmesi sonrasında, hesap sormayı da meşrulaştırıyor. O kadar çok suç işlendi, o kadar çok yara açıldı ki, dünya halklarının hafızasında ve gönlünde birikenler, ezilenler için bir potansiyel güç haline gelmiştir. Bu yöndeki bir hareket, meşru görülecek ve desteklenecektir. Halkların kaderini tayin edecek boyuttaki gelişmeler, anlık çatışmalarla tanımlanamaz. İsrail’in görüntüdeki üstünlüğüne aldanmamak gerekiyor. Dünya halkları nezdinde yaşadığı kayıp, mutlaka maddi verilerle izlenebilir hale gelecektir.
Soru 18: Gelişmeler, ABD’nin teşhirini hızlandırdı, bu durum Irak’a yönelik saldırı hesaplarını bozabilir mi?
Yanıt: ABD’nin Irak saldırısı, başlangıçta tamamen ekonomik gerekçelere dayalı idi ve petrol kaynaklarının uzun dönemde güvenceye alınmasını amaçlıyordu. Ancak şimdi ABD’nin görünür vadede buna ihtiyacı yok. Önümüzdeki 10–20 yıl için de Irak dışındaki kaynaklar yeterli görünüyor. Sonrasında da Sibirya’daki sınırsız kaynaklar göz önünde bulunduruluyor. Saddam’a saldırı, sadece ABD kamuoyuna verilen bir sözün gereği olacaktır. Aynı zamanda tüm dünyaya da bir gözdağı anlamı taşıyacaktır. Bu veriler dışında, ABD’nin Irak’a saldırısını mümkün veya imkansız kılacak olan diğer verilere gelince;
11 Eylül’den sonra ilk kez geçtiğimiz günlerde Avrupa turuna çıkan George W. Bush’a karşı Almanya, Fransa ve Rusya sokaklarından yükselen yüzbinlerin öfkesi; anti-emperyalist ruhun bırakalım öldürülmeyi, aksine bir canlanma ve atılım içinde olduğunu; devasa imkanlarla yapılan yalan kampanyalarının, aldatma ve yönlendirmenin sonuç vermediğini gösterdi.
15-18 Nisan tarihleri arasında, yapılan ve Der Spiegel dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre; Almanların yüzde 65’i ABD’nin kendi çıkarları için dünyada krizler yarattığına inanıyor. Yüzde 50’si, ABD’nin dünya barışını ve güvenliğini tehdit ettiği görüşünde. Almanlar, İngilizler, Fransızlar ve İspanyolların büyük bir kısmı Bush’a olumsuz bakıyor. Yine aynı araştırmaya göre, söz konusu halkların yüzde 65’ten fazlası, 11 Eylül saldırısının asıl kaynağının ABD’nin kendisi olduğuna inanıyor.
Bu ve benzeri veriler halkların, emperyalistlerin savaş arabasına bindirilmesinin kolay olmadığını, anti-emperyalist bilincin yok edilemediğini ve doğru bir önderlik altında pek çok hesabı ters-yüz etme potansiyeli taşıdığını gösteriyor.
ABD’nin Irak’a veya bir başka ülkeye saldırısını, emperyalist ülkeler arası denge ve çelişkiler etkileyecek ise de asıl önleyici dinamik dünya halklarının kendisi olacaktır.
Soru: Filistin’de yaşananların sebep olduğu duygusal reaksiyonların yanında biraz da perspektif sorunu sebebiyle, mesele İsrail’in veya Şaron’un kötülüğü ile açıklanabilmekte ve emperyalizm ile bağı perdelenmektedir. Bu konuda devrimcilerin yaklaşımları ve yol göstericiliği için neler söylenebilir?
Yanıt: Noam Chomsky, Amerikan politikalarını “soyma, sömürme ve hüküm altına alma ve sonuç alabilmek için her türlü güce başvurma özgürlüğü” olarak tanımlıyor. İşte İsrail’in yaptıkları bu çerçevede düşünülür ve bir maşa olduğu unutulmazsa; gelişmeler daha doğru kavranacak ve Amerika’nın İsrail işgaline ve uyguladığı teröre neden karşı olmadığı görülecektir. Zaten Bush’un, Filistin’deki katliamlar iyice açığa çıkıp dünya kamuoyuna yayılması sonrasında bile, Şaron’u “barış adamı” ilan etmesi, ABD’nin duruşunu özetliyor.
İsrail ordusu, bir işgalci ordunun yapabileceklerinin fazlasını yapıyor. Yakıyor, yıkıyor, talan ediyor, tecavüz ediyor, katlediyor ve sonra da inkar ediyor. Bunlar doğru; ancak bunları, Şaron’un ve de İsrail devletinin kendine has nitelikleri ile açıklamak ve emperyalizm ile ilişkisini görememek, gelişmeyi yanlış kavramaya ve çözüm üretmede kısırlığa sebep olacaktır.
Devrimcilerin özelliği, televizyonlarda boy boy görüntüleri yayınlanmamış da olsa, Filistin benzeri katliamları, zulüm ve işkenceyi görebilmektir. Bir hastaneye giren İsrail ordusu, içerde sağlam hiçbir eşya bırakmıyor; bu, dünya televizyonlarına, haklı olarak bir vahşet örneği diye taşınıyor. Ancak, bilinmektedir ki dünyanın pek çok köşesinde ve çok sık olarak bu görüntülere rastlanmaktadır.
Polis, arama yapmak için girdiği evde, Filistin’deki evlere benzer görüntü yaratıyor. Asker, Metris’te arama bahanesi ile girdiği koğuşları, siyonistlere ilham kaynağı oluşturacak yöntemlerle cehenneme çevirir, tüm tutsakları işkenceden geçirip külotlarını dahi parçalayarak çıkartmadan çekip gitmezdi. Bu görüntülere TV ekranları yer verebilseydi, tabii ki kamuoyundan, Filistin’le ilgili olana benzer bir tepki gelirdi. İşte devrimciler, görüntülerini izlemedikleri gelişmelere dair de değerlendirme yapabilmeli ve gördüğü örneklerle aynı şiddette tepki gösterebilmelidir. Şaron’a veya Bush’a tepki göstermek doğru ve gereklidir; ama, yaşamın pek çok kesitinde karşımıza çıkan yerli Bush ve Şaron’ları da görebilmek ve bütünlüklü bir yaklaşımla tepkiyi çözümün ateşleyeni kılabilmek gerekiyor.
Soru: Bu bağlamda ABD’nin rolünü biraz daha açar mısınız? İsrail’in başarısız olması ABD’nin de başarısızlığı anlamına gelecek midir?
Yanıt: İsrail ile ABD arasındaki stratejik ilişkiyi göremeyip, ABD’den vahşeti durdurmasını beklemek, asıl suçluyu gizlemeye hizmet eder. İsrail, ABD’den en çok maddi yardım alan ülkedir. Bu yardım, İsrail’in bir saldırı için hazırlık yaptığı dönemlerde artmaktadır. Örneğin 1973’te Mısır ve Suriye ile girilen savaştan hemen önce, ABD yardım grafiğinin hızla yükseldiği görüldü. Aynı şekilde 1978’de Camp David “barışı”ndan hemen sonra ABD yardımı ikiye katlandı. 2000 yılı itibarıyla dört milyar yüzotuz milyon dolar yardım alan İsrail; aynı zamanda, milyarlarca dolarlık askeri aracın hibe edilmesi ile de beslenmektedir.
İsrail saldırısı boyunca, ABD’nin rolü çok özel gayretlerle gizlenmeye çalışıldı ise de, halkların gözünde bir kez daha teşhir olması ve yüzünün açığa çıkması önlenememiştir. Meseleyi “Yahudilik”le açıklayan ve yaptığı mitingde İsrailli futbolcu Revivo’nun aleyhine, Hitler’in ise lehine dövizler taşıyan akıl özürlüleri bir kenarda tutacak olursak, halkların ABD’yi tanıma konusunda başarılı bir sınav verdiği söylenebilir.
Filistin halkı boyun eğmez tutumuyla, hem ABD’nin 11 Eylül sonrasında ardına gizlendiği mağduriyet perdesini yırttı hem de Şaron gibi diktatörlerin salt kan içerek emellerine ulaşamayacağını, bu konuda kuşkusu olanlara bir kez daha kanıtladı. Eş zamanlı olarak gündeme gelen Venezüella’daki gelişmeler, ABD’ye halkın ikinci tokadı olmuştur. Teknolojik gelişme ve emperyalizmin kendini yenileme manevralarına abartılı anlamlar yükleme meraklılarına da yanıt sayılan gelişmeler; kendi özgücüne güvenmeyen ve kulluğu seçenlerin duruşlarının ölçü alınamayacağını; halkların halen diktatörlüklerden daha güçlü olduğunu ve bu gerçeği değiştirecek bir gücün bulunmadığını göstermiştir.
Kan döktükçe, daha çok batan ve kendi sonunu hazırlayan Şaron, aynı zamanda Afganistan’daki gibi sahte gerekçelerle örtülemeyecek gerçekler sebebiyle, ABD’nin de teşhirinde hızlandırıcı bir rol oynamıştır.
Venezüella’da darbe yapan generallerin kırksekiz saat içinde halk tarafından yenilgiye uğratılması ve Amerika’da eğitim görmüş olan darbecilere, Bush’un darbeden hemen sonra destek verdiğini açıklaması, ABD’nin zaten kirli olan siciline, bir karanlık sayfa daha eklemiştir.
Soru: Ortadoğu’daki Arap rejimleri dahil, süreç dengeler üzerinde nasıl bir etki yapmıştır? Muhtemel gelişmeleri nasıl değerlendirebiliriz?
Yanıt: Rusya’nın Ortadoğu’daki geleneksel müttefiklerini dışlaması ve ABD ile açık bir işbirliğine girmesinden Arap ülkeleri tedirgin. İsrail saldırganlığına karşı şimdilik dengeleyici bir güç yok. ABD, İsrail aracılığı ile Filistinlileri önce önerdiği her çözümü kabul edecekleri hale gelinceye kadar baskı altında tutmak, sonra da kısmi özerkliği olan kukla bir Filistin yönetimini dayatmak istiyor. Bu arada radikal grupların denetim altına alınması için Suriye’ye baskı-tehdit gündeme gelebilir.
Soru: Siyonizm tam olarak neyi ifade ediyor? “Kahrolsun Siyonizm” sloganı, İsrail’in yaptıklarına denk düşen bir slogan mıdır? Bu sloganı, İslamcıların ve kimi burjuva çevrelerin kullanması, devrimcilerin kullanmasına engel midir?
Yanıt: Siyonizm, en genel tanımıyla, çeşitli ülkelerde yaşayan Yahudiler tarafından Filistin’de bağımsız bir devlet kurmayı amaçlayan akım demektir.
Siyonizmin dinsel bir içerikten devletleşmeye evrilişini, Fransız gazeteci Dominique Lapierre ile Amerikalı gazeteci Larry Collins’in ortak çalışmaları olan “Kudüs ey Kudüs” adlı kitaptan izlemek mümkün.
“Yahudi ulusu için, bir devlet kurup Hazreti Davut’un şehrini başkent yapmamak ‘etinin’ dirilişi demekti, ‘ruhunun’ değil. İkibin yıl boyunca ‘seni unutursam ey Kudüs, sağ elim hünerini unutsun!’ yakarışı dağınıklık içindeki bağlılığın yankısı olmuştu.” (s:22)
Kudüs’te buluşma temennilerinin her vesileyle gündeme getirilmesi dışında, cami mihraplarının Mekke’ye dönük oluşu gibi, Sinagogların cephesinin Kudüs’e dönük olması, aynı amacı tanımlar. Sion sözcüğü İbranice’de “seçilmiş” anlamına gelir.
Devletleşmeden önceki süreçte Yahudiler, Avrupa’da refah içinde yaşayabilecek imkanlara sahipti. Dünya ölçeğinde ticaret ve sermaye birikimi açısından sağladıkları gelişim, emperyalist yönlendirme ve destekle beraber, devletleşmenin de olanaklarını yarattı.
Avusturyalı Yahudi gazeteci Theodor Herzl, siyonist hareketin kurucusu olarak bilinir. “Yahudi Devleti” isimli kitapta düşüncelerini ifade eden Herzl, “İsteyen Yahudiler bir devlete sahip olacaktır“ diyordu. 1887’de İsviçre’nin Basel kentinde toplanan ilk Dünya Siyonist Kongresi ile siyonist hareket resmen kuruldu. “Kudüs ey Kudüs” adlı kitapta, kongre akşamı Herzl’in defterine şu sözleri not ettiği belirtilir: “Basel’de Yahudi devleti kurdum. Bunu şimdi yüksek sesle söylesem, evrensel bir kahkaha tufanına yol açabilirim. Belki beş yıl sonra, ama kuşkusuz elli yıl sonra herkes için kesin bir gerçek olacaktır bu.” (s:61)
Siyonizme gerçek karakterini veren, tasarının uygulama sürecidir. Bu süreç, başından sonuna kadar; soykırım, işkence, işgal ve zorbalığın mümkün olan tüm biçimleri eşliğinde yürümüştür. Siyonizmin gerçek anlamı budur. Bugün İsrail egemenleri, halen işgalci konumlarına rağmen, zorla benimsettikleri duruşları ile yetinmeyip, her Filistinliyi kurşunlamayı ve tüm Filistin’i ele geçirmeyi amaçlayabilmekte ve İsrail siyonizminin, İsrail faşizmi ile aynı anlama geldiğini göstermektedir.
Bugün “devlet adamı” olarak anılan şahısların, İsrail’in kuruluşu için atılan ilk adımlarda, zorbalığın başını çektiği, tüm dünya kamuoyunca bilinmektedir. Örneğin 9 Nisan 1948’de Deir Yasin köyüne saldırı düzenleyen ve yaklaşık 100 Filistinliyi katleden “Irgun Komandoları ve Leh çeteleri”nin başında Menahen Begin’in bulunduğu bilinmektedir. Menahen Begin, 1952’de yayınlanan anılarında, Deir Yasin olmasaydı ortada bir İsrail olmayacağını ve bu saldırıdan sonra siyonist güçlerin “tereyağı üzerinde sıcak bir bıçağın kayışı gibi” ileriye gidebildiğini söyler.
İsrail egemenlerinin gerçek amaçlarının “Erez İsrail”, yani Büyük İsrail’in kuruluşu olduğu bilinmektedir. Ariel Şaron’un ağzından “nihai çözüm” olarak çıkan projenin özü, Erez İsrail topraklarından Arapların arındırılması ve bu topraklarda homojen bir Yahudi devleti kurulmasıdır. İşgale, soykırım ve ırkçılığa dayanan bu duruş, siyonizmin bir diğer tarifidir. 1940’larda sekizyüzbin Filistinlinin topraklarından edilmesi sonucu kurulan İsrail Devleti’nin, nihai olarak, dünyadaki 12 milyon Yahudinin büyük kısmını kapsayan büyük bir devlete dönüşmesi amaçlanmış ve bunun hesabı yapılmıştır.
Süreç içinde İsrail’e Arap ülkelerinden veya eski Sovyet Cumhuriyetleri’nden Yahudi göçü yaşanmış, çeşitli dengelerin “nihai amaç” üzerinde değiştirici rolü olmuş ise de, İsrail’in 1948’deki sınırlarını süreç içinde iki misli büyüttüğü ve halen İsrail’de yaşayan Yahudilerin yarıya yakınının etnik bir temizlik sonrasında Erez İsrail’in kurulmasını talep ettiği bilinmektedir. Etnik bir temizlikten ne anladıklarını ise, bugün İsrail Başbakanı olan Ariel Şaron, 1956 yılında general Quze Merham’a verdiği demeçte ifade etmiştir: “Filistinli çocuklar ve kadınlar erkeklerden daha tehlikeli, çünkü Filistinli bir çocuğun hayatta kalması nesillerinin devam edeceği anlamına gelir. Askerlerimi Arap kızlarına tecavüz etmeleri için cesaretlendirdim, zaten Filistinli kadınlar Yahudilerin kölesidir. Ve onlara istediğimiz her şeyi yapabiliriz.”
Soru: “Filistin halkına dünyanın gözleri önünde soykırım uygulanıyor” diyen Ecevit’i tam 5 kez özür dilemeye iten gerçeklik nedir? Bu durumu, Yahudi lobisinin yaptırım gücüne dayandıranlar var. Siz bu konuda ne diyorsunuz?
Yanıt: Ecevit’i özür dileten gerçek, Yahudi lobisinden çok İsrail’in Ortadoğu’da emperyalizmin ileri karakolu olarak üstlendiği roldür. Emperyalizm, işbirlikçilerine kendi politikalarını tartışma izni vermez. İstenen, kesin uyumdur. Ecevit de özür dileyerek, biat etmiş ve İsrail’i haklı gördüğünü beyan etmiş oldu.
Yahudi lobisine gelince; onun da yaptırım gücü küçümsenmeyecek boyutlarda. Tabii bu özünde Yahudi sermayesinin gücüdür. Yahudi sermayesinin asıl niteliği ise, salt Yahudi iş adamlarından oluşması veya İsrail’le ilişkili sermaye olması değil, uluslararası sermayenin en saldırgan, en rantiye kesimini oluşturmasıdır.
Ecevit’in özründen sonra, Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Faruk Bağoğlu’nun daveti ile en büyük altı Yahudi grubun temsilcileri bir araya gelmiş, konunun aşıldığını belirtmiş; ancak, Yahudi gruplarından Musevi Ulusal Güvenlik Enstitüsü’nün temsilcisi Phyllis Kaminsky, “Ancak, bu tür bir talihsizliğin bir daha meydana gelmemesi gerekiyor” diye uyarmayı ihmal etmemiştir.
Amerika’daki Yahudi örgüt ve çevrelerin merkez örgütü Amerikan-İsrail İlişkiler Komitesi (AIPAC), Yahudilerin gücünü yansıtmak açısından yeterli veriler sunuyor. AIPAC, Washington’daki en güçlü dış politika lobisi olarak biliniyor. Altmış üyesi, yüzlerce ABD kongre üyesine, sadece parasal olarak bile milyonlarca dolar yağdırıyor. Kaldı ki Amerika Yahudi örgütlerinin sayısı, sanıldığından çok daha fazla.
2 Mayıs’ta ABD Senatosu’nun 2’ye karşı 94 oyla ve Beyaz Saray’ın 21’e karşı 352 oyla, İsrail’in Filistinlilere karşı giriştiği son saldırılara tam destek anlamına gelecek yasalar çıkarmış olmasında, Yahudi lobisinin rolü yadsınamaz.
Yahudi lobisinin gücü, çeşitli verilerle ifade edilirken, özellikle son yıllarda Kongre üzerindeki etkisi ile daha çarpıcı bir hal aldı. ABD başkanlığından sonra en güçlü makam olarak görülen New York Belediye Başkanlığı’nı son iki dönemdir Yahudi adayın kazanması ve bu kentin, Yahudi sermayesinin merkezi olması, lobinin gücünün arka planını göstermeye yeterlidir. Yine de Edward Said‘in siyonizmin dokunulmazlığına dair yaptığı değerlendirmeye yer vermenin yararlı olacağını düşünüyoruz:
“New York Times, Washington Post, Wall Street Journal, Los Angeles Times ve Boston Globe gazetelerinde her gün sayısı bir ile üç arasında yorum makalesi yayınlanıyor. Los Angeles Times’da Filistinliler’e sempati ile yaklaşan üç makale ve New York Times’ta İsrailli bir avukat olan Allegra Pacheco’nun ve Oslo yanlısı Ürdünlü bir liberalin iki makalesi dışarıda bırakılacak olursa, tüm makalelerde -Thomas Friedman, William Safire, Charles Krauthammer ve diğerlerinin düzenli köşeleri de dahil -İsrail çığırtkanca desteklenmekte ve Filistin şiddeti, İslam köktendinciliği ve Arafat’ın ‘barış süreci’ karşısında eski bildik yaklaşımına dönmesi kınanıyor. Bu bitmek tükenmek bilmez propaganda dalgasının yazarları eski ABD subayları ve diplomatları, İsrail memurları ve vaizleri, bölgesel eksperler ile think-thank’ler, Tel Aviv yararına öne çıkan ve lobi faaliyeti yürüten kişiler… Kısacası, Amerikan Siyonizmi şimdiye kadar en fazla ABD dış yardımı alan ülke olan İsrail’in geçmişi ya da geleceği hakkındaki her türlü kamuya açık tartışmayı bir tabu haline getirmiştir. Bunu Amerikan kamusal hayatının son tabusu olarak adlandırmak abartma olmayacaktır. Kürtaj, eşcinsellik, idam cezası, hatta dokunulmaz askeri bütçe bile belli bir özgürlük içinde tartışılabilmektedir. Amerikan yerlilerinin katledildiği kabul edilmekte, Hiroşima’nın ahlakiliği tartışılmakta ve ulusal bayrak kamuya açık bir şekilde ateşe verilebilmektedir. Fakat İsrail’in sistematik sürekliliğe sahip 52 yıllık baskısı ve Filistinliler’e çektirdiği eziyetten neredeyse hiç söz edilemez; bu, hiçbir şekilde açığa çıkmasına izin verilmeyen bir hikayedir.”
Soru: Filistin’deki saldırıların asıl amacı ne idi? Arafat ilk etapta güçlenmiş izlenimini verdiyse de hemen sonrasında girdiği uzlaşıcı ve teslimiyetçi tutumla geriletilmiş/yıpratılmış olmadı mı?
Yanıt: Aslında bugün Filistin’de yaşanmakta olan gelişmelerde, 11 Eylül sonrasının da rolü var ise de; bu saldırılar, geçmişte defalarca tekrar edilen veya dünyanın çeşitli bölgelerinde denenen politikalardan bağımsız değildir. Filistin’lilerin ikibin yıldır üzerinde yaşadıkları topraklarda emperyalizmin hile ve zoru ile oluşturulan koloninin varlığı Filistin’lilerce benimsenmiş olmasına rağmen işgalciler bununla yetinmeyip, Filistin halkını bütünüyle vatansızlığa ve tutsaklığa mahkum etmeye, tüm ezilenlere gözdağı vermeye kalkışıyor.
Gerçekte hiçbir direniş noktasına tahammülü olmayan emperyalizm, bir ülkenin maddi ve manevi değerlerini yerle bir edebileceğini defalarca göstermiştir. Daha da özelleştirerek söylemek gerekirse; ABD, Filistin’de tamamen ehlileşmiş bir yönetim istemekte, bunun için konjonktürün avantajlarını da arkasına alarak, şiddet yoluyla sonuca varmaya çalışmaktadır. Bu konuda, Arafat ve çevresinin bilinen duruşu, emperyalizmi cesaretlendirmekte ve belirli oranlarda sonuç almalarına yardımcı olmaktadır.
Anımsanacak olursa, Şubat 2001 sayımızda yer verdiğimiz Filistin Dosyası’nda, “Arafat’ın dönem dönem radikal bir dil kullanması veya aynı şekilde, El-Fetih liderinin yaptığı ‘ayaklanma emirle durdurulamaz’ biçimindeki açıklamalar radikal bir duruşu tanımlamaktan uzaktır. Burada amaç, görüşme masalarında elini güçlendirmek, pazarlık gücünü arttırmak ve kitle üzerinde insiyatifi yitirmemektir.” demiştik. İsrail’in bu seferki saldırısında Arafat’ın cep telefonuyla yaptığı, kararlılık ifade eden ve “şehiden şehiden şehiden” sözleriyle biten konuşması da, öz itibarıyla öncekilerden farklı değildir. Arafat; değişmediğini, yine teslimiyet ve uzlaşma ekseninde hareket edeceğini, etrafındaki kuşatma kaldırıldıktan hemen sonra yaptığı açıklamalarla göstermiştir. Karargahta, yanında bulunan Halk Cephesi’nin gerillalarını tutuklatmayı kabul eden Arafat; daha sonra Ariel Şaron’u halen “barış ortağı” olarak gördüğünü söylemiş; Bush’un “İsrail ile barış içinde yaşayan Filistin Devleti görüşü çerçevesinde bölgede barış fikrine inandığını” ifade etmiş ve bunun için Bush’a teşekkür etmiştir.
Arafat’ın durumu, sorgulanmakta olan bir tutsak gibidir. Celladına yaranarak sonuç alma koşulu yoktur. Bu nedenle, yaptığı tavizkâr açıklamalar onu kurtarmamakta aksine daha çok çıkmaza sürüklemektedir.
Arafat, sokulduğu tecritten çok daha güçlü ve onurluca çıkabilirdi; ancak, bunun için göze alınması gerekenler de hafif olmayacaktı. Zaten, bu türden bir onurun bedava kazanıldığı hangi kavgada görülmüş ki?
Belki kimileri diplomasi açısından uygun görmeyebilir; ama, Arafat’ın yapması gereken şey, Filistin’li gerillaları tutuklatmak ve sürgüne göndermek yerine, İsrail’den suçluları teslim etmesini istemek olmalıydı. Dünya ölçeğinde, tarafsız bakabilen her gözün olumlayacağı böyle bir talep, fiilen belki Arafat’a daha zor anlar yaşatacak; ama, son tahlilde İsrail’in teşhirini ve Filistin’in üstünlüğünü sağlayacaktı.
Bazı normlar vardır ki koşullara göre değişmez. Bu olguda da böyle bir boyut söz konusu idi. Birincisi, devrimciler hiçbir zaman suç olgusunu düşmanlarının ölçeklerine göre tanımlamaz. İkincisi, yoldaşlarını hiçbir istisna ile düşmanlarına teslim etmez.
Bu konuda, devletler ciddiyetinden/hukukundan söz edilmesi için, İsrail’in de aynı hukuka uyması lazım. İsrail suikast yapacak, yakacak yıkacak, hiçbir ölçüyü tanımayacak; yanıt aldığında ise, bunu suç sayıp eylemcilerin teslim edilmesini isteyecek; işte Arafat’a dayatılan bu.
Son olarak Filistin’in durumunun, var olanı bombalarla yıkmak, sonra da kukla bir yapı oluşturmak açısından Afganistan’a benzediği söylenebilir. Aslında Filistin’de Afganistan’dakinden öte “yıkıntılar”dan söz etmek mümkün. Filistin Özerk Yönetimi, bilinen tüm olumsuzluklarına rağmen,yaklaşık 20 yıllık süreç içinde Filistin devletinin altyapısını demokratik bir tarzda oluşturma yönünde ciddi mesafeler katetmişti. İşte ABD ve İsrail’in hedefine aldığı ve yıkıntılar altında bırakarak yok etmek istediği bu demokratik yapıdır. Gerçekleştirilen saldırılarda tüm eğitim, sağlık, yerel yönetimler vb. konularda kalıcılığı sağlayabilecek en küçük birimler bile ciddi yaralar aldı. Şimdi, yıkma aşamasından yapma aşamasına geçmiş olan ABD; CIA’dan MOSSAD’a kadar tüm araçları ve işbirlikçileri ile senaryosunu adım adım uygulamaya koyarken, Filistin’in yumuşak karnı Arafat da rolünü yerine getiriyor.
ABD artık kartları açık oynuyor. Çalışmaları süren “Ortadoğu konferansı”ndan bütünüyle ehlileşmiş bir Filistin amaçladıklarını gizlememekte ve adeta devleti kendileri kurmaktadır. Bu arada kurulacak olan ısmarlama hükümette FHKC’nin de yer alması için Arafat’ın öneride bulunduğu, ancak FHKC’nin bunu reddettiği bildirildi. FHKC’nin yanıtı “Örgütümüzün genel sekreteri Filistin cezaevlerinde hapis yatarken, böyle bir teklifi kabul edemeyiz” biçiminde oldu. Hatırlanacağı gibi FHKC genel sekreteri Ahmed Sedat, dört Filistinli ile beraber, İsrail Turizm Bakanı Revaham Zeevi’nin öldürülmesine karışmak suçlamasıyla, İsrail’in isteği üzerine tutuklanmıştı.
İsrail’in de talepleri dikkate alındıktan sonra, Filistinin yeniden yapılandırılması planını CIA başkanı George Tenet ile görüşmeye başlayan Arafat; bir taraftan ABD’nin öngördüğü çerçevede Filistin’i Tenet’in insiyatifinde yeniden yapılandırırken, diğer taraftan FHKC liderlerinden Ahmed Sedat’ın serbest bırakılmasına dair mahkeme kararı, Filistin Meclisi tarafından bozuluyor. Filistin halkında öfke ve güvensizlik sebebi oluşturan bu gelişmeler, Arafat’ın yüzünü giderek açığa çıkarırken, gerçek kurtuluşa giden olasılıkları da mayalayacaktır.
Soru: İsrail devletinin vahşetine karşı bir reaksiyon olarak gündeme gelen Yahudi düşmanlığı da, dünden bugüne rastlanan “anti-semitizm” de egemen sınıfların tetiklediği ve gerçekte halkların çıkarına olmayan yapay ayrışmalardır. Bu bağlamda, Yahudilere nasıl yaklaşılmalıdır?
Yanıt: Yahudiler ülkemizde halkın bir parçasıdır. Soyut bir Yahudi düşmanlığı kabul edilemez. Emperyalizm ile açık işbirliği içinde olanlar ise Yahudi oldukları için değil, emperyalizm ile işbirliği yaptıkları için düşman saflarındadır. Aynı şekilde Arap ve İsrail halklarının da kardeşliği savunulmalı, farklı inançtan kişilerin inanç özgürlüğünden yana olunmalıdır. Bu konuda Otto Heller’in “Yahudiliğin Çöküşü” adlı kitabında, Lenin’den yaptığı aktarma, soruna açıklık getirecek niteliktedir. Biz de aktarıyoruz:
“Lanet olası Çarlık Monarşisi son saatlerini yaşarken, cahil işçileri ve köylüleri Yahudi’lere karşı kışkırtmaya çalıştı. Çarlık polisi, toprak sahipleri ve kapitalistlerle ittifak içinde, Yahudi pogromları örgütledi. Sefaletten yıpranmış işçi ve köylülerin toprak sahiplerine ve sömürücülerine karşı nefretini, Yahudilerin üzerine çekmeye çalışıyorlardı. Kapitalistlerin, işçilerin gözünü kapamak ve dikkatini işçilerin gerçek düşmanından, sermayeden çekmek için, Yahudiler’e karşı düşmanlık uyandırmayla başka ülkelerde de sık sık karşılaşılır. Yahudiler’e karşı düşmanlık, toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin işçileri ve köylüleri serflik aracılığıyla en derin bilgisizlik içinde tuttukları yerlerde kalıcıdır. Yalnızca bütünüyle cahil, bütünüyle ezilmiş insanlar, Yahudiler’e karşı yaygınlaştırılan yalan ve iftiralara inanabilirler. Bunlar Ortodoks papazların dinsizleri odun yığınları üzerinde yaktıkları, köleliğin var olduğu, halkın ezilmiş ve gözü kapalı olduğu serflik zamanının kalıntılarıdır. Ama serflik döneminin bu karanlığı ortadan kalkıyor. Halkın gözleri açılıyor. Emekçilerin düşmanı Yahudiler değildir. İşçilerin düşmanı tüm ülkelerin kapitalistleridir. Yahudiler arasında işçiler, emekçiler vardır, çoğunluk onlardadır. Sermaye tarafından ezildikleri için, sosyalizm uğruna mücadelede onlar bizim kardeşlerimiz, yoldaşlarımızdır. Yahudiler arasında, hepimizin arasında olduğu gibi kulaklar, sömürücüler ve kapitalistler vardır. Kapitalistler çeşitli inançtan, çeşitli ulustan, çeşitli ırklardan insanlar arasında düşmanlık yaratmaya çalışırlar.” (s:111-112)
Soru: Tamamen bir işgale dayalı olan İsrail devletini, gaspetmiş olduğu topraklardan bütünüyle geri kovma istemi, haklı bir istem midir? Aradan geçen yıllara ve uluslararası düzeyde yaşanmış pek çok gelişmeye rağmen, Filistin’in İsrail’i topraklarından bütünüyle kovması gibi bir istem desteklenmeli midir?
Yanıt: İsrail’deki sorunu, emperyalizm ve İsrail burjuvazisinin taleplerinden soyutlayarak sınıfsal yanını gizleyen tüm açıklamalar, tanımlamalar kabul edilemez. Bugün, İsrail’de yaşayan bir İsrail halkı vardır. Bu halkın topraklarını terketmesi istenemez. Yapılması gereken, İsrail egemen sınıflarının emperyalizm ile işbirliğinin teşhiridir.
Soru: Radikal islami çevreler, emperyalizme karşı tepkilerini cihat söylemi eşliğinde gündeme getirmektedir. İster Filistin’de isterse ülkemizde olsun, bu çevrelerin anti–emperyalistliği, dikkate alınması gereken, güven verici bir içerikte midir?
Yanıt: Filistin sorunu gündeme geldiğinde, ülkemizde geçmişte İsrail’le de ABD ile de işbirliğinden kaçınmamış olan kimi çevrelerin, birden bire Filistin’den yana bir tutum sergilemeye başladığı görüldü. Anımsanacak olursa dergimizin Şubat 2001 sayısında, “Filistinde Özgürlüğe ‘Cihat’ Çağrıları İle Değil Devrimci Bir Yoldan Ulaşılacaktır” demiştik. Bu tanımlama, Filistin topraklarında mücadele eden yapılar için olduğu kadar, dünyanın çeşitli bölgelerinde destek halinde bulunan yapı, çevre ve devletler için de geçerlidir. Özellikle İslam’ı temel alarak hareket eden yapılardan özgürlük beklenmemesi gerektiği gibi, onların desteklerine de güvenle bakmamak gerekiyor. Bu zeminde, tutarsızlık, amaç ve hedefte kayganlık en çok rastlanan olgulardır.
Bilindiği gibi ABD, “Yeşil Kuşak” projesi içinde bölgede, “komünizme karşı” çeşitli yapıların teşkilatlanmasını doğrudan sağlamış, besleyip büyütmüştür. Bunların hepsi, Amerikan petrol şirketleri tarafından beslenirken, aynı zamanda, dünyanın pek çok ülkesinde, emperyalist güdüm çerçevesinde anti-demokratik rollerle, saldırgan bir karakterle donanmıştır. Bugün adı geçen “Müslüman Kardeşler”, “Hizbullah”, “Hamas” gibi yapıların bu bağlamda, sicilleri kabarıktır; “şeriat için” döktükleri kanın hesabını verecek durumda değiller. Bunlar, genel doğrulardır. Ne var ki, meselenin Filistin boyutu bir özgünlük taşımaktadır. Çizgilerindeki yanlışlığa ve eylem seçimindeki ölçüsüzlüğe rağmen, Filistin’deki radikal İslami hareketlerin halk içindeki varlığı yadsınamaz. Son tahlilde halkı özgürlüğe taşımaktan uzak iseler de konjonktürel olarak mücadelede bir bileşen ve müttefik olma nitelikleri yok sayılamaz. Bunlar, ülkemizdekilerle aynı kefeye konmamalıdır. Bu bağlamda bugün, ülkemizde birilerinin Erbakan üzerinden cihat tartışmaları açarak, Filistin’e destek sunanları gölgelemeye çalışmasına karşı da Erbakan ve çevresi gibi destekçilerin ikiyüzlülüğüne karşı da dikkatli olunmalı; Şaron’dan söz ederken, ABD’den bahsetmeyenlerin yüzü açığa çıkarılmalıdır.
Bir halkın emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı özgürlük mücadelesi, uzun ve zorlu bir süreç gerektirir. Bu nedenle kimilerinin zoraki veya sahte adımlarının açığa çıkarılması, bir kayıp olarak görülmemeli; aksine uzun vadede, mücadelenin sağlıklı bir temele oturup, başarıya evrilmesi için bir zorunluluk olarak görülmelidir.
Kendi başbakanlığı döneminde İsrail’le en önemli anlaşmalardan birinin altına imza atan Erbakan, “cihat”çıları rahatsız etmeyebilir ve onun imzasını kendi bildirilerine koymakta bir sakınca görmeyebilirler; önemli olan, anti-emperyalizmde samimi ve özgürlük yolunda tutarlı kesimlerin, bu tür şahsiyetlere itibar etmemesi ve halkın yüreğinde ve gönlünde farklı bir yere oturabilmeyi başarmasıdır. Bu, sapla samanı karıştırmayı önleyecek ve Filistin’deki savaşı “Müslüman-Yahudi savaşı” olarak sunanlarla aradaki farkın kavranmasını sağlayacaktır.
Soru: Radikal islami çevrelerin dayandığı sınıfsal boyutu, bunların Ortadoğu’daki rolünü ve konjonktürel olarak, şu veya bu oranda dikkate alınıp alınamayacağı konusunu biraz daha açar mısınız?
Yanıt: Radikal islamın dayandığı sınıfsal temel, küçük ve orta burjuvazidir. Feodalizmin emperyalist tekeller tarafından yukarıdan aşağıya tasfiyesi sürecinde, meta niteliği kazanan ürünlerin üretimi ve değişimi aşamasında ortaya çıkan orta ve küçük burjuvazi, artı–değerin paylaşımı konusunda tekeller ile çelişme halinde olmuştur. Radikal islam da, daha çok bu kesimlere dayalı olarak politika yapmaktadır. Ancak son yıllarda, emperyalist tekellerin büyük marketler aracılığı ile ürünlerin değişimi sürecindeki artı–değere de el koyma çabası, küçük ve orta üretimin hızla tasfiyesi ile birlikte bu kesimlerde bir radikalleşmenin yaşanmasını beraberinde getirdi. Siyasal düzeyde bu kesimlerin temsilciliğini yapmaya aday bir başka gücün olmaması, radikal islamı ayakta tutuyor. Bu kesimlerin temsilciliğini de üstlenebilecek radikal sol bir siyasal odak oluşmadıkça, söz konusu yapılar varlıklarını sürdürecektir. Ancak, unutulmamalıdır ki orta burjuvazinin emperyalizm ile çelişmesi, uzlaşmayı da içerebilecek bir çelişmedir. Ülkemizde bu çerçevede gelişen radikal islama karşılık Ortadoğu’da, gene sınıfsal olarak aynı kesimlere dayanan, fakat giderek Arap milliyetçiliği ile de bütünleşen bir radikal islamdan bahsedilebilir. 1960’lardan beri Arap milliyetçiliğinin sembolü olan “sol”un tasfiyesi ile birlikte, radikal islam hızla onun yerini almaya başlıyor.
Azgın emperyalist saldırılar karşısında milliyetçilik tabanında gelişen anti-emperyalizm -solun olmadığı koşullarda– yeterli bir güven vericilik içermese de dikkate alınabilir. Ortadoğu’da sıkça karşımıza çıkan ve gerek tercihlerde gerekse isabetli karar almada sıkıntıya sebep olduğu görülen, kısacası bir ölçek sorununu da gündeme getiren bu olgunun tarihsel gelişim içerisindeki konumuna gözatmak yararlı olacaktır.
Uluslaşma süreci kapitalist gelişmeyle ilintilidir. Kapitalist gelişimin Ortadoğu’da genellikle İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında hızlandığını görüyoruz. Bu gelişme beraberinde ulusal bilincin gelişimine de yol açtı. Bunu siyasal düzleme taşıyan ise, genellikle küçük burjuvazi (aydınlar, öğrenciler, vs.) oldu. Uluslararası düzeyde hızla yayılan ulusal kurtuluş hareketleri ve bunlara önderlik eden sol düşünce de küçük burjuvazi içinde hızla yaygınlaştı. Sonuçta Arap milliyetçiliğinin gelişimi ile sol düşüncenin yaygınlaşması iç içe gelişti. Mısır’da Nasır’ın önderlik ettiği hareket buna örnek verilebilir. Irak ve Suriye’deki Baas partileri de bu tanıma uygun hareketlerdir. Bu dönem hemen hemen tüm Arap ülkelerinde radikal dinci oluşumlar ortaya çıkmaya başlar. Mısır’da El-Ezher Üniversitesi çevresinde oluşan yapılanma, Suriye’de Müslüman Kardeşler örgütlenmesi vb…Bu dini temeldeki örgütlenmelerin arkasındaki güç ise, ABD–İsrail ve Türkiye’dir.
Sovyetlerin dağılması ve dünya ölçeğinde solun güç kaybı ile birlikte İran Devriminin de etkisiyle, radikal islam giderek ABD-İsrail karşıtı politikalara yönelirken, FHKC gibi sol yelpazedeki örgütlenmeler hızla güç kaybetti. Aynı durum Baas partilerinde de gözlendi. Mısır, Nasır sonrası hızla ABD yörüngesine girdi. Özellikle Filistin’de radikal dinci hareketler, gelinen noktada sadece dinsel inançlar için değil, milliyetçilik temelinde de tavır alışlara neden oluyor. Filistin’deki Hamas ve benzeri örgütlenmeler sadece dinsel motiflerin temsilcisi değil, yok edilmek istenen Filistin halkının bir parçası durumundadır. İdeolojik ve örgütsel yapılanışındaki yanlışa rağmen gelinen noktada dikkate alınmak durumundadır.
Soru: Son dönemlerde, ittifakların geniş tutulabileceği, düşman cephesinin daraltılıp, dost cephenin genişletilmesi gerektiği ön kabullerine de sığınarak, islamı temel alan ve dolayısıyla şeriat perspektifi ile hareket eden kesimlerle bazı sol kesimlerin yaşamın kimi halkalarında yakın durduğu ve bundan rahatsızlık duymadığı görülüyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Koşullara bağlı olarak sormak gerekirse; ittifak amaçlı bu tür adımlar erken değil midir?
Yanıt: 1950’ler sonrasında gelişen islami akımların, genellikle sola karşı geliştirilen ABD politikalarının bir parçası olduğu düşünülürse, siyasal islama ya da radikal islama karşı güvensizlik, yukarıda da belirttiğimiz gibi anlaşılabilir bir durumdur. Solun bir tehdit olarak görülmekten çıkması ile birlikte bu kesimler, dayandığı sınıfların, sınıfsal çıkarlarına daha fazla denk düşen politikalara yöneldiler, pek çok “sol” slogan onlara kaldı. Bu nedenle bazı sol kesimlerin, dayandığı sınıfsal öz itibarıyla –doğrudan tekelci burjuvazinin temsilcisi olan siyasal odakların yanında– radikal islama daha yakın durmaları anlaşılabilir. Ancak, ittfaklar anlamında yakınlıklar için radikal islamın katetmesi gereken daha çok yol var. Bu kesimler, devrim cephesine en son katılabilecek veya etkisizleştirilebilecek kesimlerdir. Bugün henüz devrimci yapıların yapılaşma ve duruşunu netleştirme sürecinde bulunması ve bunun temel siyasi görev olması, sorunuzda geçen türdeki adımların zararlı sonuçlar vermesine sebep olur. Bir çevrenin teorik olarak, ittifaklar içinde bulunma potansiyeli taşıması ile onunla hemen ortaklaşmalara gitmek aynı şey değildir. Zaten ülkemiz solunun handikaplarından biri de budur. Formülasyonların içeriğini doğru kavrayıp yaşama taşıyabilme anlamında bir donanım eksikliği dikkat çekmektedir.
Soru: Emperyalizmin sınır tanımaz saldırganlığı, bağımlı konumdaki işbirlikçi iktidarları her gün biraz daha “iktidarsız” kılmakta ve sonuçta tam bir kuklaya dönüştürmektedir. Ne var ki, bu gerçekliği her şeye rağmen görmek istemeyen ve emperyalizmin küresel hamlelerine şu veya bu biçimde olumluluk atfetmeye devam eden ve kendini “sol” olarak tanımlayan çevrelerin olduğu bilinmektedir. Bu konuda sizlerin yaklaşımını öğrenebilir miyiz?
Yanıt: Günümüzdeki gelişmeler karşısında, solun genel olarak bir gerileme ile birlikte, önemli bir arayış içinde olduğu görülüyor. Dünya genelinde solun kitleselliğini önemli oranda kaybetmesi; gelişmeleri kavramada, yorumlamada, alternatif politikalar üretmede yetersiz kalınması soldaki gerilemenin akla ilk gelen nedenleridir. Soldaki gerilemeye paralel olarak, emperyalizmin artan saldırganlığı soldaki var olan sorunları derinleştiriyor. Solun bu bilinen sorunları, kendini “sol” olarak tanımlayan kesimlerde farklı tavır alışlara neden oluyor. Bazı kesimlerde Marksist düşüncenin de sorgulanması ve Marksizmin dışında bir sol arayış göze çarpıyor. Bilimsel sosyalizmin idealizm ile bağlarını henüz koparamadığı gelişim dönemlerinde ortaya çıkan bazı düşünceler, günümüz koşullarında yeniden üretilerek gündeme taşınıyor. Bilindiği gibi bilimsel sosyalizmin ütopik sosyalizm ile ve materyalizmin idealizmle yolunun henüz tümüyle ayrılmadığı dönemde (1840’lara kadar) devletin egemen üretim biçimiyle ilişkisi tam olarak belirlenmemişti. Maddi altyapıyla üstyapı kurumları arasındaki bağımlılık ilişkisini ortaya koyan fikri çerçevede eksiklikler vardı. Sorunları bütünüyle bir sınıf perspektifi dahilinde irdeleyen bütünlüklü bir fikri sistematiğin oluşup yaygınlaşması zaman almış ve bu durum, Marks’ın ilk eserlerinde de gözlenmişti (Alman İdeolojisi, 1844 El Yazmaları gibi) Şimdilik sözünü ettiğimiz düşüncenin temel olarak eleştiri konusu emperyalizm değil, yaşanan sosyalizm deneyimleri ve bunların olumsuzluklarıdır. Marksizm ile bağlarını kopardıkça da emperyalist–kapitalist sistemle daha kolay uzlaşabiliyor.
Marksizm ile bağlarını önemli oranda koparan bazı kesimlerde, hızlı bir biçimde AB sempatizanlığının geliştiği gözleniyor. Mücadele ederek, demokratik bir toplum yaratmak yerine AB üyeliği ile geleceğini umdukları, çerçevesi Helsinki Belgesi ile çizilen, “demokrasi” yeterli görülüyor. “AB, demokrasiyi getirecekse, mücadeleye ne gerek var?” anlayışı bu kesimlerin temel ilkesi durumundadır.
Emperyalist saldırganlığa, sol adına bir diğer destek de felsefi bir çarpıtma ile veriliyor. Bu anlayışa göre; “Felsefi olarak idealizmin karşıtı sosyalizm ve marksizm değildir, materyalizmdir. İdealizmin ayakta kalabilen en önemli kurumu da dindir. Materyalizmin en somut biçimlenişi ise kapitalizmdir. Kapitalizm ile siyasallaşmış din arasında çatışma kaçınılmazdır. Ve bu çatışmada marksizmin ve solun taraf olması düşünülemez”. Kısaca özetlediğimiz bu düşüncenin ülke içindeki siyasal biçimlenişi, siyasal islama (radikal islam) karşı mücadeleyi doğrudan kapitalizme bırakmaktır (faşizmin kitle tabanı oluşturmada en önemli motifinin din olduğu tamamen göz ardı edilerek). Uluslararası düzeyde ise, emperyalist saldırganlığın, sadece siyasal islama ve onun işbirlikçilerine yönelik olduğu savıyla saldırıları olumlamaktır.
Soru: Aslında ülkemizdeki işbirlikçi iktidarın yaptıklarına kabaca bakılması halinde bile, emperyalizmin hiçbir hamlesine olumluluk atfetmenin mümkün olmadığı görülecektir. Ancak yine de görmek istemeyenler için çarpıcı birkaç örnek vermeniz mümkün mü?
Yanıt: Türkiye’de yıllardır, çeşitli biçimlerde ifade edildiği gibi, iktidarın parlamentoda olmadığı; yasama, yürütme ve yargının tamamen göstermelik olarak varlık sürdürdüğü; demokrasi denen olgunun, faşizmin çıplak görüntüsünü örtmeye yarayan bir şaldan ibaret olduğu artık daha açık biçimlerde yansımaya başladı.
Mevcut hükümetin, emperyalizmin önündeki tüm engebeleri düzleme sözü vermişçesine, canını dişine takarak çalışması ve bu konuda hiçbir beklentiyi geciktirmemeye gayret etmesi, uzun süredir kamuoyu tarafından gözlenmektedir. Gerçekte kendisinden pek farklı düşünmeyen ama muhalefet olmanın gereği ile birtakım itirazlarda bulunan hükümet dışı partilerin bile sesine tahammül edemeyen hükümet, son olarak TBMM İç Tüzüğü’nü değiştirmiş ve itirazları dakikalarla sınırlandırarak “jet hızıyla” yasa çıkarabilme imkanı elde etmişti. Hükümet bu sayede, çetecilerin yargılanmasını DGM kapsamının dışına çıkarmış, yabancı şirketleri ihalelerde ayrıcalıklı hale getiren
Kamu İhaleleri Yasa Tasarısı ile yerli ve yabancı sermayeye ucuz, sendikasız, sigortasız işgücü sağlayan ve vergi muafiyeti getiren Endüstri Bölgeleri Yasa Tasarısı’nın meclisten geçmesini sağlamış, özel bankalara kamu kaynağından sermaye benzeri kredi sağlanmasına ilişkin Bankalar Yasası’nı meclisten jet hızıyla geçirmiş; bunun yanında, Tütün Yasası, Şeker Yasası, Elektrik Piyasası Yasası, Doğalgaz Piyasası Yasası, Kamulaştırma Yasası, Telekom’un Özelleştirilmesine İlişkin Yasa, Merkez Bankası Yasası, KİT Ürün ve Hizmet İndirimlerinin Kaldırılmasına İlişkin Yasa hızla çıkarılmıştır. İşte bu hızının kesilmesini istemeyen ve kendisinden beklenen 141 yasal düzenlemeyi tamamlama maratonuna kendini kaptırmış olan hükümet; Anayasa Mahkemesi’nin, İç Tüzük değişikliğini iptal etmesi üzerine, tam da bu gidişata ve üstlenilmiş olan kimliğin niteliğine uygun biçimde bir tavır takınmış; mahkemeden, bu konuda gerekçeli kararını bir yıl açıklamamasını istemiştir.
Yukarıdaki örnek, bu ülkede parlamentoya gelip demokrasicilik oyunu oynamaya niyetli olanlar için bir şey ifade eder mi bilemiyoruz. Ancak, bu durumun sermayenin dünya ölçeğindeki kural tanımazlığının bir parçası olduğu unutulmamalı ve emperyalizmden demokrasi beklemenin, bu gerçekliklere olumluluk atfetmek anlamına geldiği bilinmelidir.
Soru: Bilindiği gibi Pamukbank’a el kondu. Hemen sonrasında BDDK, Pamukbank’ın hızlı bir şekilde satılacağını açıkladı. Dikkat çeken bir diğer nokta, Pamukbank’ın hiçbir şubesinin kapatılmayacak, iştiraklerinin satılmayacak, personelinin azaltılmayacak olmasıdır. Bu arada Yapı Kredi’nin ve Turkcell’in halka açık hisselerinin iki yıl içinde büyük bir kısmının Citibank ve The Chase Manhattan Bank gibi Amerikan mali tekellerinin elinde toplandığı görüldü. Emperyalist tekellerin IMF eliyle yürüttüğü “yabancılaştırma operasyonu”nun bir parçası olduğu söylenen bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz.
Yanıt: Dergimizin önceki sayısında belirttiğimiz gibi emperyalizm, İMF aracılığıyla bütün maddi değerlere yok pahasına el koyma çabasındadır. Önemli yeraltı ve yerüstü kaynakları,büyük üretim ve pazar payına sahip sanayi kuruluşları, KİT’ler ve bankalar emperyalizmin temel ilgi alanının içindedir. KİT’lerin pazarlanması neredeyse tamamlandı, bor dışındaki doğal kaynaklar emperyalizme peşkeş çekildi. Ve sıra bankacılık sistemine gelmiş durumda. “Bankacılık sektörünün önemli bir bölümünü kontrol eden devlet, bu sektörden çekildi. Büyük yabancı bankalar için dikensiz gül bahçesi oluşturuldu. Önümüzdeki günlerde yüzlerce şubesi, binlerce çalışanı olan bankaların on-onbeş milyon dolarlık karşılıklarla bir bakkal dükkanı gibi yabancılara peşkeş çekileceğini göreceğiz.” (Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Devrimci Hareket sayı:4) Emperyalizmin ticari olarak kârlı gördüğü kuruluşlara el koyma çabasına önümüzdeki günlerde daha yoğun biçimde tanık olunacaktır.
Soru: Fransa’daki seçimlerde Le Pen’nin oylarındaki artışı ve bu konuda yükselen “gürültü”yü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yanıt: Fransa’daki seçimlerde ırkçı aday Le Pen’in ikinci tura kalması, çeşitli tartışma ve yorumları beraberinde getirdi. Bunlar içerisinde sorunu doğrudan kapitalizm ile ilişkilendiren en gerçekçi yorum; insanların apolitikleştirildiği, kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen ve tüketici yanıyla öne çıkan bir birey tipinin yaygınlık kazandığıdır. Böyle bir birey neden yabancılara tahammül etsin; veya bir şeyleri onlarla paylaşmak istesin? Böyle bir bireye farklı kültür ne kazandırabilir ki?
Apolitikleşen bireyde özgürlük kaygısı da zayıf düşer. Özgürlüğün kısıtlanması bir tehdit gibi görünmez. Düşünme, ifade, siyasi eylem, vb. özgürlükler; söz konusu bireyin ilgi alanı dahilinde olmadığı için yokluğu da ciddi bir eksiklik oluşturmaz. Le Pen’in oylarında gözlenen artış, bu bağlamda değerlendirilmelidir. Kaldı ki söz konusu artış, abartılı değerlendirmelere sebep olacak oranda değildi. Le Pen, yukarıda açmaya çalıştığımız gibi özellikle AB gerçeğine karşı çıkan Fransız köylüsünün, işsizlerin desteğini aldı. Yabancı -özellikle de Cezayirli- düşmanlığını da eklemek lazım. İlk turdaki yüzde onyedilik oy bu kesimlerin oyuydu. Beş yıl önceki seçimlerde aldığı yüzde onüçlük oy ile aşırı bir fark yoktu. Ancak medyada olayın abartılarak gündeme getirilmesi, yolsuzluklar nedeniyle iyice yıpranmış ve seçilme şansı olmayan Chirac’ı güçlendirdi. Amaç da buydu zaten. Diğer bir ifadeyle “Fransa solu”nu silmekti.
Sol argümanların öneminin yeterince kavranmadığı ve giderek günlük yaşam dilinden düşmeye başladığı koşullarda; eşitlik, paylaşım gibi olguların önemini kavramak güçleşir ve yerini -bilinçli yönlendirmelerin de etkisiyle- farklı argümanlar almaya başlar. Gerçekte sol, insanlığın rahat nefes alabilmesinin koşuludur. Aksi durumlarda ciğerlere dolan kirli hava, daralmayı ve giderek boğulmayı beraberinde getirir.
Soru: Peki bu gelişme ile 11 Eylül arasında bir ilinti kurulabilir mi?
Yanıt: 11 Eylül sonrasında ABD’nin yönlendiriciliğinde terör gerekçesinin ardına sığınılarak, dünya ölçeğinde siyasal gericiliğin kamçılanması faşist hareketlerin güçlenmesine zemin oluşturmuş ise de mesele salt 11 Eylül’e bağlanamaz. Tarihin çeşitli dönemlerinde ekonomik durgunluk, üretimin düşmesi, küçük ve orta boy işletmelerin iflası, yoksulluk, işsizlik, vb. gelişmelerin faşist hareketler tarafından, kitle temeli oluşturmak üzere kullanıldığı bilinmektedir.
Fransa’da Le Pen “İşten çıkarılan işçiler, madenciler, çelik işçileri, dışlanmış ve değersiz görülen emekçiler, hayal kurmaktan korkmayın…!” diyerek, sistemden rahatsızlık duyan kesimlerin tepkilerini istismar edip oya tahvil ederken; sermaye kesimleri ve sözcüleri, faşist hareket tehdidini istismar etmiş, geniş bir kesimin, Chirac ortak paydasında toplanmasını sağlamıştır.
Soru: İsrail’in vahşette sınır tanımayan saldırılarının bir çeşit yılgınlığa sebep olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu bağlam içerisinde bizlere ne tür görevler düşmektedir?
Yanıt: Sınıflı toplumların tarihi boyunca şiddet, ezenlerin vazgeçilmez silahı olmuştur. İnsanlara inanılmaz acılar çektirilmiş ve bundan sonuç alınmaya çalışılmış; ama şiddet hiçbir zaman zorbaların kurtuluşunu sağlamamıştır. İnsanlar, yoğun ve sürekli acı karşısında bıkkınlık, korku ve yılgınlık yaşayabilir. Bu sorunlarla başedebilmenin koşulu, devrimci birikimle donanmaktır. Sınıflar çatışmasında, egemenleri de izleyici konumundakileri de şaşkına çeviren örneklere, devrimci iradenin yaşama geçirildiği yerde sıkça rastlanır. Örneğin Filistinli gerillalar İsrail ordusunun Batı Şeria’daki Cenin mülteci kampında gerçekleştirdiği katliam sırasında evden eve kaç mak için duvarlarda delikler açtılar, günlerce yıkıntılar arasında gizlendiler. Günde bir saat uykuyla ve sınırlı imkanlarla buldozerlere, tanklara, helikopterlere karşı direndiler. Yıkıntıların ve kayıpların acısı henüz ruhta ve bedende tüm tazeliğini korurken ve İsrail askerlerinin her an geri gelebileceğinin bilincinde olarak; İsrail işgaline karşı savaşa devam sözü verdiler.
Sıcak savaş sırasında çok daha net ayrımlarla ve çarpıcı biçimde yaşanan direnme ve savaşmada istikrar örnekleri, kavganın üstü örtük yöntemlerle sürdüğü yerlerde farklı bir biçim alabiliyor. Böyle durumlarda motivasyon, mücadelede ısrar ve istikrar daha zor sağlanabiliyor. Acı çekme, maddi ve manevi kayıplara uğrama olasılığı, yeterince bilinçli olmayan ve kavrama eksiği içinde olan kesimlerde mücadeleden/örgütlülükten uzak durmaya sebep olabilmektedir.
Bugün bizlerin önündeki görev, yoldaşlarımızın tümünde; taşınan kimliğe, göze alınan bedele ve yapılan tasarılara dair en ufak bir tereddüt bırakmayacak bir bilinçlenmeyi/gelişmeyi sağlamaktır. Çekilen sıkıntılar, nedenini bilen ve buna hazır olan öznelerce yadırganmaz. Taşınan kimliğin gereklerini benimsemiş, devrimci ölçekleri yaşama içermiş hiçbir özne; kendisine yönelen saldırıları, çektiği acıları, kendisi ile aynı konumda olan yoldaşlarına ve dolayısıyla harekete maletmez.
Bizler, yoldaşlık merdivenini sevgi basamakları ile tırmanırken, içimizdeki güzelliği büyüttüğümüz oranda, zulmün başarı şansını küçültmekteyiz. Bilinir ki işkence, zayıf bedenleri değil, zayıf bilinç ve iradeyi teslim alır. Bugün hareketimiz tarafından mayalanmakta olan ilişkiler, geleceğin güvencesi ve halkın umudu olmaya adaydır.