Türkiye’de kriz potansiyelini bağrında taşıyarak varlık gösteren ekonomi, gerçekte sürekli kan kaybederek ve dayanma kaynaklarını yitirerek bir çöküşe doğru sürüklendiği halde, bu durum kimi yapay müdahalelerle geciktirilmekte ve gerçekliği yansıtmayan sayısal verilerle tepkiler yumuşatılmakta, yanıltıcı bir yönlendirme yapılmaktadır. İşte ekonominin büyüdüğünü, ihracatın arttığını, enflasyonun düştüğünü gösteren rakamlar, bu türden hesaplamalardır. Biz bu konuya
15. sayımızda ayrıntılı biçimde değinmiştik. Ancak, güncelliği itibarıyla bir kez daha değinmenin; konuyu sohbet/sesli düşünme tarzında ele almanın yararlı olacağını düşündük.
SORU: Türkiye’de iktisadi yaşama dair rakamlar bir süredir büyüme yönünde bir artıyı işaret ediyor. Ekonomide gözlenen bu büyümenin gerçek niteliği nedir? Bir ülke ekonomisinde kötüye gidişe rağmen büyüme mümkün müdür?
YANIT: Bilindiği gibi Türkiye’de 2001-2002 yıllarında, bankacılık sisteminde yaşanan çöküşten kaynaklanan ekonomik durgunluk, çöküş ve gerileme bazı sektörlerde %38’ler boyutuna ulaştı. Ancak daha sonrasında, özellikle ABD ve IMF’nin olağanın çok ötesinde AKP’ye sağlamış olduğu siyasal desteklerle bu sorun yavaş yavaş aşıldı; ekonomide bir büyüme, bir canlanma gözlendi. Ancak bu, çöküş sonrası bir büyümedir. Ekonomi henüz 2001-2002’deki çöküş öncesi performansı yakalayabilmiş değildir. Ve ortalama iç borç stoku her yıl 1 milyar dolar artmaktadır. Bu süreçte uygulanan ekonomi modelinin en çarpıcı özelliği, tüketimi kısmak ve varolan kaynakların tümüyle dışarıya ihraç edilmesini sağlamaktır. Tabii bu, rekabet edebilme koşuluyla mümkündü. Bu koşul da ancak sigorta primleri yatırılmayarak, sigortasız işçi çalıştırarak, vergileri asgariye düşürerek ya da hiç ödemeyerek sağlanabildi.
Bugün ihracat, aşırı değerlenmiş Türk Lirası’na bağlı olarak bir anlamda bıçak sırtında, çok küçük kar hadleriyle varlık sürdürüyor. Bu süreçte asıl karlı çıkan, vergi kolaylıkları sebebiyle, uluslararası büyü tekeller oluyor.
Büyüme ve ihracat rakamlarının yükseldiği son iki yılın bir diğer özelliği, söz konusu rakamlara asıl olarak otomobil ve beyaz eşya sektörünün etki etmiş olmasıydı.
DTÖ kararları, AB standartları çerçevesinde biçimlenen gümrük yasaları, ithalatın önündeki engellerin kaldırılması, teşvik adı altında ihracat oranında vergisiz ithalat izni verilmesi, vb. nedenlerle ithal otomobillerin pazar payı yerli olanları geride bıraktı.
Aynı şekilde ihracat da bir başka gerçeğe işaret ediyordu. Türkiye’de üretim yapan FIAT, RENAULT, FORD gibi otomobil tekelleri eskiden İtalya, Fransa, Almanya’daki merkezlerinde üretilen modelleri burada iç pazar için üretiyordu. Bugün ise artık, otomobil devleri, çeşitli ülkelere yayılmış fabrikalarında bir çeşit görev dağılımı yapıp, her fabrikada bir iki model üretiyor ve bunu dünyaya dağıtıyor. Artık önlerinde gümrük, mevzuat, yasal sınırlama biçiminde engeller kalmamıştır.
Yine eski uygulamada, Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı şirketlerin kazançlarının %40’ını burada bırakma, yatırım yapma zorunluluğu vardı. Reform, uyum süreci, yeniden yapılanma adı altında yapılan uluslararası anlaşmalar sonucunda, bu zorunluluk da ortadan kalktı. Ve bugün artık yabancı sermaye, tercihine bağlı olarak, kazancının bütününü, hiçbir yatırım yapmadan götürebilme hakkına sahiptir.
Sonuçta, otomobil tekelleri bir modeli merkezi olarak burada üretip bütün dünyaya dağıtırken, b u ihracat Türkiye’nin gözüküyor.
Gerçekte ise örneğin 2 milyar 218 milyon dolar ile Türkiye ihracat şampiyonu olan ve yüzde yüz yabancı sermayeden oluşan Toyota Otomotiv A.Ş’nin, Türkiye’den ihracat yapıyor olmasının ekonomiye hemen hiçbir katkısı yoktur. Genelde 2 milyar doların üzerinde ihracat yapan firmaların (Ford otomotiv, Vestel Dış Tic.A.Ş, vb.) ortak özelliği bileşimdeki yabancı sermaye oranının yüksekliğidir. Demek ki mesele, kağıt üstünde gayri safi milli hasıla hesapları yapmaktan, ihracat kalemlerindeki büyümeden ibaret değildir.
İşte otomobil ihracatçılarının çok büyük karlar elde ettiği bu sürecin sonunda, o sektörde reel ücretler düşmüş ve işçi sayısını azaltma, zorunlu izin gibi adımların atılmaya başlandığı gözlenmiştir. Bu sektörde dahi, stok artışı, üretimi yüzde elli düşürme eğilimi, vb. belirdiğine göre; bu, diğer sektörlerde daha ciddi bir gerilemenin ve sonuçta krizin habercisidir.
Yukarıdaki örneklere tekstil sektörü de eklenebilir. Anadolu’ya yayılmış fabrikalarda çok düşük ücretlerle üretim yapılarak ihracat bir biçimde ayakta tutulabiliyor.
Tabii bütün bunların yanında ihracat kalemini asıl büyüten, ithalattaki büyümedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Türkiye’de ihracat, sanayi üretiminden kaynaklanıyor; sanayi ise, en büyük ithalatçı durumunda. Daha çok imalat sanayiinde kullanılan ara ve hammaddeler ithal edilmekte ve çok basit işlemlerle ihraç edilebilecek hale getirilmektedir .
SORU: Bu süreçte Türkiye’ye yabancı sermayenin de ilgisinin arttığı gözleniyor; bunun nedeni nedir?
YANIT: Bankalar dahil pek çok sektörde yabancı sermaye ağırlığının giderek arttığı doğrudur. Bunun IMF dayatmalarından özelleştirmelere ve rekabet sonucu zorunlu devirlere kadar çeşitli nedenleri vardır. Çok büyük kaynaklarla oluşturulmuş fabrikalar özelleştirme kapsamında çok ucuza el değiştirdi. Bu şekilde, büyük bir üretim çeşitliliği olan Anadolu’daki ekonomi giderek az sayıdaki ürünü üreten bir yapıya dönüşmeye başladı. Öyle bir yabancılaşma süreci yaşandı ki pek çok firma, yabancı ortak bulamadan ya da yabancı bir ortağın gölgesine sığınmadan ayakta kalamaz hale geldi. Tabii bu durum kamuoyuna, yabancı ortak alarak dünyaya açılma demagojisi ile yansıtıldı. Gerçekte ise söz konusu firmalar, ayakta durma şansları kalmadığı için, uluslararası bir tekelin parçası haline gelmeyi veya onun için fason üretim yapan bir firma olmayı kabullendiler.
Sözünü ettiğimiz yabancı sermayenin bir özelliği de, yatırım yaparak değil üretim araçlarının mülkiyetini satın alarak Türkiye’ye girmiş olmasıdır. Sıcak paranın bu biçimde veya tahvil, vb. için girmiş olması, ekonomiyi 2002’ye oranla canlandırsa da bu, ekonomide sağlıklı bir gidişe işaret değildir.
SORU: Rakamların ve yüzde oranlarının yanıltma amaçlı olarak da kullanıldığı, bankaların sanki bedava kredi veriyor intibaını yarattığı bu koşullarda, uluslararası sıcak sermayenin Türkiye’de elde ettiği avantajlar nedir?
YANIT: Türkiye’ye giren sıcak paranın ticareti finanse etmek, devlet tahviline yönelmek, peşkeş çekilen işletme ve kaynakların mülkiyetini devralmak gibi pek çok kar alanı vardır.
Örneğin iç borçlanmadaki faiz oranlarının gerçek değerlerinin hala %18-19’lar civarında olması, iddia edildiğinin aksine yüksektir ve bu durum, spekülasyon için uygun bir zemin yaratmaktadır. Enflasyonu hesaba katsak dahi bu, dolar bazında yıllık en az %13-14’lük bir faiz anlamına geliyor ki bunun için uluslararası sıcak sermaye her türlü riski göze alarak gelir.
SORU: Bu durumu Mortgage sistemiyle veya araba ve ev kredisi ile ilişkilendirerek açmanız mümkün mü?
YANIT: Mortgage denilen konut kredi sistemi ile bankalar içeriye muazzam boyutlarda para pompalayacaktır. Çünkü bu sistemde bankanın hiçbir kaybı yoktur. Olsa olsa, kredi kullanarak ev sahibi olmaya çalışan halk kesimleri, evi de ellerindeki sınırlı birikimleri de kaybedeceklerdir. Ama bir bütün halinde ülke ekonomisini tehdit etmesi tabii ki mümkündür. Örneğin bugün Amerikan ekonomisi bu uygulamanın sancılarını çekmektedir. Son 10 yılda muazzam boyutlara varan ve ekonomide bir canlanma görüntüsü veren krediler geri dönmemeye başladı. Bankalar, faiz süresini uzatarak ve yeniden kredi vererek bu durumu aşmaya çalışıyor; ancak bu, tehdidin sadece ertelenmesi anlamına geliyor.
Bankacılık sisteminde konut kredilerinin, diğer kredilere oranla belirli bir limiti geçmemesi gerekiyor. Ancak bugün uygulanmakta olan oran sanıldığından da yüksektir. Bir örnek üzerinden açıklayalım. Hollanda’da bir kişi, Türkiye’den ev almak üzere Euro talep ettiğinde bunu %3 yıllık faizle alabiliyor. Ancak aynı banka bu krediyi Türkiye’de verdiğinde döviz bazında aylık %1 bileşik faizle yıllık %15’i buluyor. Döviz bazında enflasyonu düştüğümüzde yine %13 gibi büyük bir rakam kalıyor. Tekrar edersek, yabancı bir banka kendi ülkesinde kredi verdiğinde %3 faiz alırken Türkiye’de %13 faiz alıyor. Bu oran çok yüksektir. Güvencenin, garantinin artması oranında faizin düştüğü bilinir. Çin, Amerika’daki devlet tahvillerini %1.25’ten alıyor ve yaklaşık 200 milyar dolarlık ticaret fazlasını orada tutuyor. Amerikan ekonomisinin bir gece ansızın batmayacağı düşünülürse, bu bir güvence olarak görülüyor. Ancak, dünyada riskli yerlerde bile faizler %3-3,5 civarında seyrederken Türkiye’deki rakamlar çok yüksek kalıyor.
Türkiye’de Mortgage dahil, yönlendirmenin IMF üzerinden uluslararası sermaye tarafından yapıldığı biliniyor. Türkiye’de bankacılık sektöründe giderek daha çok yer edinen yabancı sermaye, sözünü ettiğimiz oranda kredi verecek ve büyük olasılıkla, cazip diye sunulan sistem, öncelikle, kredi borçlanmasına girerek ev sahibi olmayı düşleyen emekçileri vuracaktır.
SORU: Yukarıda IMF’nin AKP’ye olağanın ötesinde destek sunduğundan söz ettiniz; bunu biraz açar mısınız?
YANIT: Türkiye’ye yılda 40-50 milyar dolarlık sıcak para girişi oluyor. Bu, çok büyük bir
orandır. Sağlıklı bir ekonomide buna tahammül edilmesi mümkün değildir. Ancak, mevcut AKP iktidarından Dünya Bankası’nın, IMF’nin ve uluslararası emperyalist kuruluşların beklentilerinin çok büyük olması nedeniyle, tüm olumsuzluklara rağmen ekonomik yapı başarılıymış gibi sunuluyor. Ancak bunun uzun süre devam etmesi mümkün değildir. Örneğin, ülkenin 2005 ve 2006’da ödemesi gereken bütün dış borçlar, IMF ile yapılan anlaşmalarla 2007’nin ikinci yarısı ve 2008’e sarkıtıldı. Zaten o yıllarda da Türkiye’nin her yıl için ödemesi gereken 25 milyar dolarlık bir dış borcu vardı. Buna faiziyle birlikte 2005-2006’da ödemesi gereken miktar da yansıtılınca bu rakam 2007 ve 2008 için yaklaşık 45-50’şer milyar doları buluyor. Her yıl artan iç ve dış borç doğal ödemeleri ile beraber bu rakamlar bir ülke ekonomisinin altından kalkabileceği rakamlar olmaktan çıkıyor. İşte bu basınç altındaki ekonominin çöküşünü erteleyen IMF’dir. Emperyalist tekellerin, başından beri destek verdiği AKP, bu destek oranında kredi, vb. koltuk değnekleriyle ayakta tutuluyor, iktidardaki ömrü uzatılıyor.
AKP’nin özellikle MHP ile taban benzerliği, konjonktüre ve MHP’nin ataklarına göre ciddi bir oy kaymasını beraberinde getirebilir. AKP’den hala yarar uman tekeller de bu gerçekliğin bilincindedir ve hamlelerini ona göre yapmaktadır.
SORU: Görünen o ki AB ile yasal çerçevedeki uyumluluk, öncelikle tarım kesiminde başlatılacak. Tarımda AB standartlarından söz ediliyor. Nedir AB standartları; Türkiye tarımını neler bekliyor?
YANIT: Türkiye’de tarımın AB standartlarına uydurulmasının tam bir yıkım anlamına
geleceğini daha önce çeşitli vesilelerle vurgulamıştık. Tarımda AB standardı, öncelikle, tarımda çalışan nüfusun %5’lere kadar çekilmesi demektir. İngiltere’deki oran bu civardadır. Fransa ve Almanya’da ise biraz daha fazladır. Tarım konusunda İngiltere ile Fransa arasındaki tartışmanın da sebebi budur. Fransa, nüfusun %5’e çekilmesi için ek ödeme talep ediyor. İngiltere ise buna katılmak istemiyor.
Türkiye’de bu oran, istatistiklere göre %27, gerçekte ise %37 civarındadır. Çünkü bir kısım nüfus, kentlerde yaşıyor da olsa, toprakla bağını koparmamış, bir ayağı kentte bir ayağı köyde konumundadır. İşte burada akla gelen soru, tarım kesimindeki nüfusun azaltılmasının mekanizmasının nasıl olacağıdır. İşin bu boyutunun yeterince tartışılmadığı/sorgulanmadığı kanaatindeyiz.
Çeşitli uygulamalarla giderek hızlanan süreç, Türkiye’de tarım alanında nüfus azaltma yolunun, köylünün elindeki araziyi “değer fiyatıyla” alarak, yani kapitalistleşmenin bildik yöntemini
uygulayarak olmayacağını gösteriyor. Aksine, tarımsal işletme birliğini adım adım, kapitalist işleyiş çerçevesinde geliştirmek yerine, Türkiye’de yapılacak olan, bir süreci bıçakla keser gibi bitirmektir. Buna göre, ihracat yapılmayacak, köylüden devlet alımı gerçekleşmeyecek, köylü de yok pahasına satma olasılığı karşısında üretmekten vazgeçecektir. Örneğin toprağın en verimli olduğu bölgelerden biri olan Manyas’ta köylü; domates, buğday, vb. ürünlerin, ekim sırasında yapılan masrafı karşılamadığı düşüncesiyle ekim yapmaktan vazgeçmiş durumda. Manyas’ta dahi çiftçi bunu düşünüyorsa, dağlık arazide, çok daha elverişsiz koşullarda tarım yapan köylünün ayakta durabilme şansı hiç yok demektir. Bu durum kırsal kesimde insanların hızla yaşam alanlarını terk edip kentlere gitmesini beraberinde getirecektir. Ve sonuçta yokluk
ve yoksulluğu olduğu kadar, muhalif tepkiyi de büyütecektir. İşte bu durum, bir önceki sorunuza dönersek, 2006 sonlarının siyasal iktidar için çok zor geçeceğini gösteriyor. Kaldı ki tarım, sorunlardan sadece biridir. Sosyal Güvenlik Yasası en gerici biçimde çıkarılmak istenmektedir. Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Ermeni sorunu hükümetin etkisinden kendini sıyırabileceği sorunlar değildir. Özellikle Sosyal Güvenlik konusu, hükümetin geleceğini tayin edecek niteliktedir.
Anımsanacak olursa, Fransa’da da olayların çıkışının en etkili nedeni sosyal güvenlik sisteminin çöküşüydü. İşte Türkiye’de de bu yasa sebebiyle oluşabilecek ve kırsal alandaki radikalleşmeyle de örtüşecek olan tepki ciddiye/dikkate alınmalıdır. IMF de AKP de bunun bilincindedir. AKP’nin bu yıl buğday fiyatlarını yüksek tutması ve IMF’nin buna göz yumması da muhtemel bir erken seçim için yapılmış bir yatırımdır.
SORU: Yabancı sermayenin Türkiye’ye yatırım için değil spekülasyon için giriyor olması, ekonomi açısından ne tür gelişmelerin habercisidir?
YANIT: Yukarıda da belirttiğimiz gibi bankalar örneğin Mortgage kapsamında, konut kredisini finanse etmek üzere Türkiye’ye taze para getirecek. Ve bu şekilde, ekonominin geleceği satın alınarak kriz bir ölçüde geciktirilmiş olacaktır. AB sürecini cazip gösteren faktörlerden biri de budur. Benzer bir süreç Yunanistan’da da yaşandı. Uygun kredi koşulları sebebiyle Avrupa sermayesi büyük bir iştahla girdi ve konut fiyatları 6 katına çıktı. Ancak, bu veya benzer nedenlerle giren sıcak para, herhangi bir siyasi istikrarsızlık durumunda ters yönde akmaya başlar ve ertelenmiş kriz patlak verebilir. Tabii bu , çökmenin kendiliğinden olacağı a nlamına gelmez. Örneğin bugün yapıldığı gibi ülke adeta bir bütün halinde pazarlanarak mevcut tüm değerleri, fabrikaları, gayrımenkulleri, bütün enerji alanları, KİT’ler, sanayi tesisleri, vb. satılarak ekonomi birkaç yıl daha ayakta kalabilir. İşte böyle bir sürecin sonunda mülkiyet ilişkisinde ciddi bir değişim yaşanır; orta ve küçük mülkiyet büyük oranda yok olur. Ancak ekonomideki tüm ters gidişlere rağmen, onu asıl çökertecek olan, söz konusu ekonomi politikalardan uzun ve kısa vadede zarar görecek olan kesimlerin örgütlü müdahalesidir.
Kimi ekonomi yazarlarının, köşelerinde ülke ekonomisine sık sık ömür biçtikleri görülür. Bu, süreci salt ekonomik parametrelerle ölçmek anlamında eksik bir yaklaşımdır. Doğrudur, ekonomi bugün keskin sınırlar içindedir; hareket alanı daralmış, seçenekleri azalmıştır. Bu,
diğer bir ifadeyle, emperyalist tekellerin dayatmasına karşılık farklı bir seçenek ortaya koyamamak anlamında bir daralmadır. Ne hükümetin ne de Türkiyeli tekellerin, emperyalist tekellerin dayatmalarını reddetme şansının olmadığı bu koşullarda, süreç kendiliğinden tıkanmaz. Bunun için örgütlü bir müdahale şarttır. Bu, toplumsal muhalefetin ne denli acil ve zorunlu bir ihtiyaç olduğunun da göstergesidir. Bu alanda zaman aleyhte işlemektedir.
Gecikme, kayıpları ve dolayısıyla ödenecek bedelleri büyütecektir.
Sayı 20 (Şubat – Nisan 2006)