EMPERYALİST KOALİSYON LİBYA SOFRASINDA ORTAKLAŞTI
Sistemin içinde bulunduğu krize dair yaptığımız değerlendirmelerde, dünyanın çok yönlü ve derin değişimler arifesinde olduğunu, krizden çıkış arayışlarının bunu zorunlu kıldığını söylemiştik.
ABD’nin BOP çerçevesinde kapsamlı hazırlıklar içerisinde olduğu, bugün hareketli süreçler geçiren ülkelerin hemen hepsinin proje kapsamında değerlendirmeye tabi tutulduğu biliniyor. Elbette söz konusu ülkelerin bütününde süreci tetikleyen ABD değildir. ABD, kiminde bizzat istekli davranır ve rol alırken, kiminde farklı yönlere evrimle olasılığına karşı sürece erken doğum yaptırdı. Kimi ülkeler ise, Şii etkileşimi, İran’ın rolü, vb. ile harekete geçti. Ama sonuçta bugün hareket halindeki tüm ülkelere ABD’nin elini sokmuş vaziyette olduğunu söyleyebiliriz.
Süreçte İran faktörünün önemli oranda rolü var. İran, Müslüman Kardeşler, Hamas, Şii nüfus, vb. üzerinden coğrafyada önemli bir gücü hareket ettirme potansiyeline sahip.
ABD, Ortadoğu’da bugüne dek Türkiye, İsrail, Mısır eksenli politikalarla egemenliğini sağlıyordu. Ama artık bu ilişki ağı, İran’ın artan etkisini azaltmaya yetmiyor. Bu nedenle ABD, İran’ın etkisini kırmak için, Şiiler karşısında bir Sünni blok oluşturarak, ılımlı İslam etkisini arttırmayı amaçlıyor. Bu bağlamda hedefte Suriye ve İran’ın olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki ülkeler, dama veya domino taşı değildir. Her ülkede, önem derecesi de, müdahaleyi ihtiyaç haline getiren nedenler de farklı olabiliyor. Her müdahalede amaç, Libya’daki veya Irak’taki gibi olmayabilir. Mesela Yemen, ABD’nin bizzat yönlendirdiği bir ülkedir. Aden Körfezi nedeniyle, büyük önem taşıyor. Bu ülkede Şiiler, iktidarı ele geçirme noktasına geldi. Bundan sonra da işlerin, ABD’nin istediği gibi gideceğinin garantisi yok. Kısacası süreç, hem çok yönlü hem de çok bileşenlidir ve tüm ülkeler için geçerli tek bir tanım, olası değildir.
Küresel krizin yansımaları, zaten yoksul olan ve antidemokratik koşullar altında yaşayan Arap halkının yüklerini arttırdı. Bu nedenle, sokağa taşan veya taşma ihtimali olan tepkilerin önünün alınması ve sistem içi kanallara kanalize edilmesi, bu süreçte küresel aktörlerin (özellikle ABD’nin) hedeflerinden biridir. İkincisi, Ortadoğu’daki doğal kaynaklar, büyük oranda ABD’nin kontrolünde; üretici firmaların çoğu ABD’li. ABD, petrol fiyatları dahil, bu kontrolü devam ettirmek ve önümüzdeki dönem Çin, Hindistan gibi ülkelere karşı, enerji ihtiyacına bağlı rekabet gücünü elinde tutmak istiyor.
Ortadoğu’nun bir özelliği de enerji kaynağı olmasına bağlı olarak, devasa fonların biriktiği bir alan olmasıdır. Bu fonlar, söz konusu ülkelerde tekellerin/egemenlerin elinde olsa da, sisteme aktarımının gerçekleşmesi, kontrol dışı alanlara, aşiretlere, vb. gitmesi; kriz sürecinde emperyalistlerin iştahının/ilgisinin bu alana yoğunlaşmasına sebep olmuş durumda. Kapitalist gelişime engel olan bu ilişkileri çeşitli biçimlerde dönüştürmek, sisteme daha dolaysız katmak, bugün ABD’nin (emperyalizmin) hedeflerinden biridir.
Mevcut veriler, ister kendi başlatsın, isterse farklı nedenlerle tetiklensin, ABD’nin, olayların yoğunlaştığı her ülkede, çeşitli yöntem ve araçlarla sürece müdahale ettiğini; derinleşen ve içinden çıkılamayan krizi, başka ülkelere yaymaya çalıştığını; özellikle Ortadoğu’da sürekli çatışmalı bir zemin yaratarak, kendi dışında paylaşım iradesi olan hemen her gücü devre dışı bırakmak istediğini gösteriyor.
ABD, uyguladığı bu stratejiyle, AB’nin gündeminde olan “kendi savunma sistemini oluşturma” hesaplarını da bozmuş oldu. “Avrupa Savunması Tezi” olarak da anılan bu olguyu hayata geçirmek, Avrupa ülkelerinin önemli bir hedefiydi. Libya saldırısında, Avrupa ülkelerinin çoğunu yanına alan (yedekleyen) ABD, oluşum halindeki söz konusu bloğu parçalamış oldu. Bu gelişmeler daha önce de sözünü ettiğimiz, Rusya-Almanya arasındaki yakınlaşmayı, proje amaçlı birliktelikleri hızlandırabilir.
Sürecin bu aşamasında, Tunus ve Mısır’daki hareketlilikten de önce yaptığımız değerlendirmeden, kısa hatırlatmalar yapmayı, sürecin gelişimindeki dinamikleri doğru okumak açısından uygun/gerekli görüyoruz.
“ABD, dünya ölçeğindeki ekonomik, siyasi, askeri yönlendiriciliğini kaybediyor. AB, merkezi birkaç ülke dışında bir bütün halinde (dolayısıyla “birlik” olarak da) çöküntü yönünde sallanıyor. Ucuz tüketim maddesi üreten Çin, Hindistan gibi ülkeler, dünyadaki ticari daralmadan etkilense de bu, sınırlı kalacak gibi görünüyor. Bugün Çin’in iç pazarı, büyüklük açısından, yaklaşık olarak dünya pazarına denk düşüyor.
ABD; büyüme halindeki ülkeleri frenleyip kontrol altında tutabilmek için, enerji kaynaklarını ve ticaret hatlarını denetim altında tutmaktan, bölgeyi istikrarsızlaştırmaya kadar çeşitli yollara başvurdu. Yine sonuç alamadı. BOP gibi yeniden şekillendirme projelerinde, bırakalım sonuç almayı; Afganistan’dan Pakistan’a, Irak’tan İran’a bölge, kendisi için bir bataklığa dönüşmüş durumda.
İşte bu koşullarda ABD, ya topyekûn bir çöküşü kabullenecek ya da emperyalist devletlerarasındaki gerilimi tırmandıracaktı. Bu, aynı zamanda, Obama vizyonlu ABD’nin cilasının döküldüğünün, havuç politikasına “sopa” katmanın vaktinin geldiğinin de göstergesidir. Sınırların açılması, ticari anlaşmalar, vb. yöntemlerle yapılabileceklerin sınırına gelinmiş durumda. Artık daha dayatmacı, daha sert politikalar izlenecek, uymayanlar “sopa” ile muhatap edilecektir…”(Devrimci Hareket, sayı:32, Krizin Ekonomi Politiği)
Bizler bu değerlendirmeyi yaptıktan aylar sonra patlak veren olaylara dair yapılan değerlendirmelerde, öznelliğin azalmak yerine çeşitlenerek arttığını gördük.
FİKRİ ZEMİNDE ÖZNELLİĞİN KAPSAMA ALANI GİDEREK ARTIYOR
Halkların değil,
kendisinin ihtiyacını yazıyor öznelleşmiş kalemler.
Kimin ne yaşadığı değil,
kendisinin ne yazdığıdır önemli olan
gerçeği yazması şart değildir,
yeter ki bir yerlerde adı geçsin….
Bir devrimci, araştırma nesnesini/olgusunu, bir bilim insanının laboratuardaki objektifliği ve titizliği oranında ele alır. Ne öznel davranır, ne de var olanla yetinir. Şiirsellik de retorik de güçlü anlatım için, elbette önemlidir. Ama yanıltıcı kalemlerin de retoriğe başvurduğu, dolayısıyla da içerikten bağımsız bir rolünün olmadığı unutulmamalıdır.
Sosyal olaylar her zaman egemen planlara ve masa başı hesaplara uymaz; ters de tepebilir, farklı iradeler üzerinden karşılık da bulabilir. Ne var ki genelde solun, özelde konunun muhatabı demokratik güçlerin, gelişmeleri doğru okuma ve yol göstericilik konusundaki duruşunun umut verici olduğu söylenemez.
Kimileri, ehven-i şer bir yaklaşımla, “en azından diktatör değişti, reformlar oldu.” diye, emperyalist atraksiyonlarla malul gelişmelerden olumluluk damıtırken; kimileri de gelişmeleri devrim (veya Arap coğrafyasında olduğu için “ihtilal”) olarak okumakta ve hemen her gelişmeyi olumlamaktadır.
Değerlendirme yapmayı, güzel söz söylemekten, konuyla ilgili/ilgisiz aforizma ve şarkı sözü aktarmaktan ibaret sananlar, niyetten bağımsız olarak, sürecin emperyalist amaca (ve insafa) terk edilmesine hizmet ediyor.
İşte bu koşullarda biz; arıya önden bakıp bal görenlerden de, arkadan bakıp iğne görenlerden de farklı olarak, bir bütün halinde görmenin/değerlendirmenin önemine vurgu yapmaya devam ediyoruz/edeceğiz.
Günlük bir sol gazetede, göz ucuyla baktığımızda bile, “Tunus’la başlayan, Mısır’da Tahrir Meydanıyla sembolleşen ve Libya ile devam eden halkların yükselen sesi….” biçiminde cümlelere rastlayabiliyoruz. Bizce, buradaki sorun, “fikri bir gaf” olmaktan çok daha boyutludur.
Birincisi, Libya ile Mısır’daki durum da ABD’nin orada ne yapmaya çalıştığı da aynı kategoride olgular değildir. İkincisi, Tahrir’de göstericilerin “sarmaş/dolaş” olduğu ordu şu an iktidardadır. Üçüncüsü, Libya’da yükselen, halkların sesi değil, emperyalist bloğun hava gücüne iliştirilmiş (embedded muhalefet) aşiret yoğunluklu işbirlikçi güçlerin sesidir. Dördüncüsü, kimi kendiliğinden gelişen; kimi ABD eliyle, kimi de İran (Şii kesimler, Bahreyn, vb.) eliyle geliştirilen gösterilerin, böyle bir cümleye sığdırılması, toplumsal olguların okunmasında da, alternatif üretme konusunda da Marksizm’in hayat içinde kanıtlanmış önermelerinden ne denli uzak düşüldüğünün göstergesidir.
Kimi beklentilerini yazdı, kimi düşlerini; kimi de mevcut gelişmeleri, ideolojik-politik duruşunun doğrulanmasına dayanak yapmanın derdine düştü. Toplam fotoğraf, çeşitli açılardan çok şey anlatıyor; ama özellikle, Marksizm’in bir dönem oluşturduğu fikri bütünlük, değerler sistemi ve yöntemsel kavrayış yeteneği konusunda kaygı verici bir gerileme yaşanmakta olduğunu ve sanılanın (veya iddia edilenin) aksine, kaybedilenin yerini bir başka sistematiğin, programatik duruşun, “daha ileri bir kavrayış”ın almamış olduğunu gösterdi.
Bugünkü sorunlu yaklaşımlardan biri de, mevcut çatışmalar ile 1848 devrimleri arasında benzerlik kurulmasıdır.
1848, doğrudan sınıfsal temelde bir savaştı; vahşi kapitalizme karşı bir başkaldırıydı. Proletarya ve öncülerinin sınıfsal duruşu gereği süreçte aldığı rolde, başarısız olmasının temel nedeni, henüz devrimci durumun olgunlaşmaması, yani kendisine karşı savaşılan burjuvazinin, gericileşme sürecinde olmamasıdır.
Bilinir ki, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini engeller hale gelmesi, devrim için zorunlu bir önkoşuldur. Halbuki 1848’de burjuvazi, üretici güçleri geliştirme aşamasındaydı. Zaten daha sonra Marx ve Engels, bu durumu göremediklerini, yanıldıklarını söyler. Bugün ise devrimci durum, adı geçen tüm ülkelerde vardır. Hareketin kitleselleşmesinin sebebi ise, emekçileri kucaklamasından çok, aşiret ilişkileridir. Kıyaslama yapılacaksa, bu açıdan yapılmalıdır.
Bugünkü hareketler, krallara, modern firavunlara karşı olsa da, emperyalizmle malul olma gibi farklı bir niteliği söz konusudur. Bu bağlamda, krallar gitse de yerlerine muadillerinin veya emperyalizmin ihtiyacı olan bir başka gericiliğin gelmesi, kuvvetle muhtemeldir.
Bugünü dünle (1848’le) kıyaslayanlar, en büyük farkın iletişim imkanları olduğunu söylemektedir. Bu bile, başlı başına, bakış açısında nasıl bir daralma yaşandığını, Marksist ufkun yitirilmesinin “analitik gözü” nasıl kör (veya miyop) ettiğini göstermektedir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz, devrimin objektif koşullarının hazır olması meselesi de, bir devrimin gerçekleşmesi için subjektif koşulların (örgütlülüğün) hazır olmasının zorunlu olması da, kendi içinde bütünlüklü programatik bir çerçevedir. Ne var ki, bugün bırakalım bu açıdan bir kıyas yapmayı, böyle bir programatik yaklaşımdan bütünüyle uzak değerlendirmeler söz konusudur.
METAL BARUT VE YALAN KOKAN EMPERYALİST ORGANİZASYONUN HEDEFİNDE BU KEZ LİBYA VAR
NATO (ABD), zevk için insan öldürdüğünü itiraf eden askerleriyle, kendi konvoyunu bombalayan vurucu güçleriyle, Guantanoma ve işkenceyle anılan “özgürlük götürme” anlayışıyla, bir kez daha bir ülkenin üzerine “bela” kusuyor.
Bu kez hedefte Libya var. ABD, Libya’nın maddi ve manevi hemen her değerini yerle bir eden saldırılarını, bir lütuf, ülke halkına bir iyilik gibi sunuyor. Gerçekte ise bu saldırı, geniş bir coğrafyada yürütülen paylaşım savaşının bir parçasıdır.
Libya’nın stratejik bir durumu var. Nüfusunun %90’ı Akdeniz Bölgesinin kıyı kesimlerinde oturuyor. Özellikle Kuzey’de, çok önemli petrol yataklarına sahiptir. Emperyalizmin amaçları arasında, petrol alanı olan ülkeleri, küçük şeyhlikler biçiminde parçalayıp, daha kolay denetlenebilir hale getirmek ağır basıyor. Libya’da da yapılmak istenen budur. Petrol alanları ayrıldığında, geri kalan bölge büyük oranda çöldür. Aslında emperyalizm, Libya’da eskiden beri yapmak istediği şeyi bugün, Kaddafi yanlısı olmayan aşiretler üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu bağlamda muhalefetin, bütünüyle, internet üzerinden örgütlenmiş orta sınıf olarak görülmesi, olgunun önemli bir boyutunu eksik bırakır.
Çeşitli ülkelerde kitleler, ağırlıkla aşiretlerin isteği doğrultusunda sokağa dökülüyor. Özellikle Libya’da bunun işbirliği temelinde gerçekleştiğini gösterir pek çok emare söz konusudur. ABD, aşiretleri, hem mevcut durumun tasfiyesinde, hem de amaçladığı kapitalist ilişki ağında kullanmayı amaçlıyor. Orta sınıflar, internet, vb. olgular, göstericilere “demokratik” görüntü vermenin bir aracı olarak öne çıkarılıyor. Çoğunluk gerçekten orta sınıf olsaydı, demokratik talepleri daha uzun erimli bir mücadeleye evrilebilirdi.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, tüm ülkeleri aynı nitelikte/kapsamda değerlendirmek doğru olmaz. Burada dikkat çekmeye çalıştığımız, Ortadoğu’da aşiret ekonomisinin yaygın olduğu ve küresel sistemle entegrasyon bağlamında, bu ilişkilerin, işbirliği temelinde evrilmesinin amaçlandığıdır. Libya özelinde söylemek gerekirse, hem yeni silahlar deneniyor, hem silah pazarı kamçılanıyor, hem de kriz koşullarında artık hiçbir kaynağı, zenginlik ve imkanı paylaşmaya tahammül etmeyen emperyalist sermaye, Libya’daki imkanları, kendi hesap defterine eklemeye çalışıyor.
LİBYA’YA “ŞAFAK YOLCULUĞU”
Öyle bir operasyon ki bu, “Şafak Yolculuğu” ismiyle, doğanın insanlığa en güzel gülümsemesi olan şafak kavramı; “demokrasi, özgürlük, insan hakları” söylemiyle, insanlığın binlerce yıllık birikiminden süzülmüş değerler kirletilmiş oluyor.
BM’nin saldırı kararından birkaç gün önce (14 Mart’ta) ABD’nin çıkarlarına hizmete amade Kral Abdullah, BAE’den ve Katar’dan asker alarak ordusunu Bahreyn’e gönderdi. Kral Hamit, 3 aylık “OHAL” ilan etti. Katliam yapıldı; monarşinin sona ermesini isteyen Şii lider gözaltına alındı.
Bunlar “insani yardım ve demokrasi” ihraç eden emperyalist odakları rahatsız etmedi. Veya BMGK tasarısının ertesi günü, Yemen’in başkenti Sana’da iktidardaki Salih tarafından, göstericiler üzerine ateş açılması ve 52 kişinin katledilmesi, bir sorun olarak görülmedi.
Yıllar önce Sırbistan’da sonra Afganistan ve Irak’ta sahneye konan senaryonun bir başka versiyonu şimdi Libya’da uygulanıyor. Hatta, bu benzerliği kavramakta güçlük çekenler için biraz daha geriye, ‘89 Romanyası’na gidebiliriz. Hatırlanacak olursa, yan yana dizilmiş sağ insanların Çavuşesku tarafından öldürüldüğü söyleniyordu. 2.Dünya Savaşı’nı konu olan bir Alman filminden seçilen görüntüler, “Temeşvar şehrindeki vahşet” diye piyasaya sürüldü.
Morgdan alınan çocuk cesetleri üzerinden katliam senaryoları yazıldı. Ne var ki bugün artık açığa çıkmış da olsa, bu tür örneklerin/senaryoların tekrarı önlenemiyor. Adeta birbirinin kopyası olan emperyalist senaryolar, yine bir şekilde “sol”da da taraftar buluyor.
Vaktinde “ne Saddam ne Bush” diyenlerin, emperyalist saldırganlığı “it dalaşı” olarak niteleyip, tarafsızlık adı altında yanlış saf tutanların yanılgısı, bugün Libya’da kimi kesimlerce yeniden üretiliyor. Amacımız tek tek kimin ne dediği ve nerede durduğu üzerinden bir polemik yapmak değil, toplumsal muhalefeti içerme/aşındırma ve kendine benzetme konusunda sermayenin önemli mesafeler aldığı bu süreçte, somut olgular üzerinden, gidişata dikkat çekmektir. Örneğin emperyalist odakların, Libya’ya müdahalenin biçimini tartıştığı bir aşamada, “Sosyalist Partiler”i buluşturan ve Sosyalist Enternasyonal’in solunda yer alan Avrupa Sol Partisi’nin önemli isimleri, Libya’ya yönelik yaptırımlara destek oldu. Avrupa Parlamentosu’nda yapılan oylamada “Evet” oyu verenler arasında Avrupa Sol/Kuzey Yeşil Sol Parti’sinin önemli üyeleri de vardı. Yine aynı süreçte, olaylar devam ederken, yaygın eğilimlerin aksine; Fidel, Chavez ve Ortega, emperyalist ülkelerin Libya’yı işgal etmeye niyetlendiğini açıkladı. Chavez, Libya’yla ilgili yalanlar kampanyası yürütüldüğünü ifade ederek ve bunun arkasında Amerikan Hükümeti’nin bulunduğunu söyleyerek “O ’nu (Kaddafi’yi) kınamayacağım. Dostum olan birini kınamak alçaklıktır.” dedi. Bu veriler, en azından gerçekleri görme bağlamında bir saflaşmaya işarettir.
Daha Mart’ın başında, “Libya’ya emperyalizmin ilgisinin nedenini bulmak zor değil” diyen Sara Flounders, Bingazi’nin aynı zamanda Libya’nın petrol ve gaz borularının, rafinerilerinin çoğuna ve sıvılaştırılmış doğalgaz limanına çok yakın olduğuna dikkat çekmişti.
“22 Şubat’ta Bloomberg, Libya’nın Afrika’daki 3.büyük petrol üreticisi olmakla kalmayıp, kıtadaki 44,3 milyar kapasiteyle, en büyük petrol yataklarına da sahip olduğunu yazdı. Göreceli küçük bir nüfusa sahip ama dev petrol şirketlerine müthiş karlar sağlayacak bir ülke Libya. Aşırı zenginler işte olaya böyle bakıyorlar ve işte onların Libya’daki halkın demokratik mücadelesine ilgisinin altında yatan ve kendi sözleriyle anlattıkları kaygıları da bunlardır.” (Sara Flounders, Birgün, 5 Mart 2011)
EMPERYALİST SALDIRGANLIĞI GERİLETMENİN YOLLARINDAN BİRİ DE DOĞRU YERDE SAF TUTMAKTIR
Emperyalist güçler, dünya kamuoyunu arkalarına alabildiği veya en azından etkisiz kılabildiği oranda pervasızlaşmakta ve saldırılarının boyutunu/şiddetini arttırmaktadır. Bu bağlamda, yapılan yönlendirmelerin etkisine girmeden süreci doğru okuyabilmek, doğru saf tutmak açısından da önemlidir.
Libya, hak ve özgürlükler konusunda, göreceli de olsa, Körfez ülkelerinden daha olumlu/ileri konumdadır. Son süreçte, muhalefetin niceliği de niteliği de abartılarak, yalan ve yönlendirme eşliğinde farklı gösterilmiştir.
Emperyalist saldırganlar, “Kaddafi sivilleri öldürüp, cesetlerini bombalayacağımız yerlere koyuyor.” biçiminde açıklamalar yapacak denli yalana ihtiyaç duyuyor. Buna rağmen, Çavuşesku’nun katlinde, Sırbistan’da, Afganistan’da, Irak’ta olduğu gibi, nitelikleri gereği gerçeği görmesi gerekenler dahil, çeşitli kesimlerde bu yönlendirmelerin etkili olduğu görülüyor. Gerçekte ise, Irak işgali sürecinde öne çıkan “embedded gazetecilik” olgusu, Libya’da “embedded muhalefet”e genişlemiş durumda. Muhalefet, doğrudan destekle, silahlandırılarak harekete geçirilmiştir. Bu, bir halk hareketi değildir. Başından itibaren emperyalizmle ilişki içinde gelişmiş, aşiret temelli işbirlikçi bir harekettir. Bu bağlamda “Ne Kaddafi zulmü, ne işgalci güçler” sloganı/soyutlaması, olgunun özünü anlamaktan uzaktır; dolayısıyla da yanlıştır. Ve ne yazık ki bu yaklaşım, geniş bir çevrede kabul görmüştür. Bu durum, son tahlilde, olguları sınıfsal bağlam içerisinde okuyamamakla ilintilidir. Bir burjuva sistemin, iktisadi yaşamın dışında, kültürel öğeler üzerinden okunması ve tavır alışların sınıfsal dile tercüme edilememesi gibi, emperyalist haydutların Libya seferine Kaddafi’yi gerekçe göstermek veya emperyalist saldırganlığı, bir “it dalaşı” olarak görmek, sorunun tanımındaki isabeti de doğru saf tutmayı da güçleştirir.
Libya, elbette ne sosyalisttir, ne de sistemin bütünüyle dışındadır. Ne var ki, küresel sisteme tepeden tırnağa dahil olmuş bir ülke de değildir. Diğer bir ifadeyle Libya, Mısır değildir; Kaddafi de Mübarek değildir. Petrol dahil, emperyalizmin artık belirli oranlarda da olsa denetim dışı alanlara, irade ve imkanlara tahammülü yoktur. Meselenin özü budur. Sorun, “diktatörler” değildir; bu nedenle, işbirliği halinde olan ülkelerde halkların muhalefeti, şekli değişikliklerle yatıştırılmıştır.
Demokrasi kavramı, bir süredir ABD’nin elinde, boyun eğdirmek istediği rejimlere karşı kullanılan bir silaha dönmüş durumdadır. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, Mutassım Kaddafi’yi Washington’da karşılarken “Bakan Kaddafi’yi Devlet Bakanlığı’na davet etmekten mutluluk duyuyorum. Libya ve ABD arasındaki ilişkiye çok önem vermekteyiz. İşbirliğimizi genişletecek çok fırsatlarımız vardır. Burada bu ilişkiyi geliştirmeyi bekliyorum”
(21 Nisan 2009) demesinin üzerinden uzunca bir süre geçmeden bugün karalama ve operasyon, ihtiyaç haline gelmişse, bunun sebebi ne “Kaddafi zulmü”dür, ne de emperyalizmin amacı demokrasidir. Süreç ilerledikçe, gizli tutulan kimi gerçekler de ortaya çıkmaktadır. ABD’nin 23-24 Şubat’ta Libya’daki en büyük 3 kabilenin (Werfala, Tarhuna ve Wershfana) liderleriyle toplanarak onlardan destek istediği, basına yansımış durumdadır.
ABD’nin duruşuna, dolayısıyla kendisinden beklenen işleve göre tutum belirleyen, tutarlılık kaygısı duymayan Türkiye egemenleri, 28 Şubat’ta AKP’nin ağzından dillendirilen “NATO’nun ne işi var Libya’da? Böyle saçmalık olabilir mi ya?”dan, 23 Mart’ta bölgeye savaş gemileri ve savaş uçakları gönderme noktasına geldi. Üstelik, meclisin tezkere kararını dahi beklemeden adım attı. Ve nihayetinde, “saçmalık” denen müdahaleyi yürüten kuvvetlerin komuta merkezinin İzmir’deki NATO üssü olmasının kabulü noktasına gelindi. Kısacası, küresel çapta söz sahibi emperyalist aktörlerin tercih ve hesaplarıyla başlayan operasyona, taşeron olarak dahil olan Türkiye egemenlerinin, üçüncü sınıf yalanlarla, kendilerini etkili aktör gibi göstermeye çalışması her tarafından sarkan bir görüntü oluşturuyor.
Gerçekte Türkiye’nin bu süreçte iradi anlamda hiçbir rolü yoktur. Verilen kararlara ve atılan adımlara, sonradan taşeron olarak dahil edilmiştir. NATO güçleri ile çeliştiği biçiminde oluşturulan imaj, süreçte kendisine biçilen rol gereği bir ortaoyunudur. Bir taraftan “Libyalı kardeşlerimize silah sıkmayız.” demagojisi yapılmakta, diğer taraftan, Libya’nın kuşatılarak boğulması/katledilmesi için verilen görevler, iştahla yerine getirilmektedir. Savaşta lojistikçinin havacıdan veya muharebecinin piyadeden bir farkı olmadığını görmek için, savaş sanatını bilmeye de gerek yoktur. Başvurulan, kaba bir yalandır. Türkiye’den istenen zaten buydu.
Nitekim, Arap ülkelerinden de muharip güç değil, siyasal destek alınmıştı. Kaldı ki hiçbiri Türkiye gibi silahlı destek sunmuş değildir.
Süreç, bir kez daha, anti-emperyalist duyarlılığı olduğu kadar, bilinç ve kavrayış düzeyini de sınamaktadır. Dünya halklarının gözü önünde bir ülke, yakılıp yıkılmaktadır. Buna “dur” demek, “insanım” diyen herkesin görevidir. Libya halkı, nasıl yaşayacağını Obama veya Sarkozy’den öğrenecek değildir. Değerlere saygı ve insanca yaşam konusunda, Ortadoğu ve Afrika halklarının Obama ve Sarkozy’den öğreneceği hiçbir şey yoktur. Emperyalizm, her alanda tahakküm demektir. Bunun kriz dönemindeki karşılığı, daha çok sömürü, daha çok talan ve daha çok savaştır. Emperyalizm ile dünya halklarının karşı karşıya geldiği her koşulda, halklardan yana tavır konulmalıdır.
14 Nisan 2011
DEVRİMCİ HAREKET
Sayı 33 (Haziran – Ağustos 2011)