KRİZ, EMPERYALİSTLERİN ENERJİ KAYNAKLARI ÜZERİNDE TAM DENETİM MÜCADELESİNİ SERTLEŞTİRİYOR
Enerjiye olan talep arttıkça elde etmek için girilen risk, ödenen bedel de artmaktadır. Maden ocaklarında yaşanan grizu patlamaları, ABD’nin Meksika Körfezi’nde BP tarafından işletilen petrol rafinerisinde yaşanan çevresel felaket yetmiyormuş gibi son olarak 2011 Mart ayında Japonya’da dokuz büyüklüğündeki depremin ardından Fukuşima Nükleer Santrali’nde ardı ardına patlamalar oldu. Çernobil’den bile daha büyük çevre felaketine yol açan santraldeki durum tüm çabalara rağmen gizlenemedi. Nükleer atıkların soğutma gerekçesiyle okyanusa boşaltılması hem deniz yaşamının etkilenmesine hem de felaketin denizlere taşınmasına yol açtı. Böylece belki felaketin boyutu bir süreliğine gözlerden saklanmış olsa da ileride daha ağır sonuçlarla karşılaşılacağı açıktır.
Deprem, tsunami ve nükleer felaket derken bir anda bütün gözler Japonya’nın enerji politikasına çevrildi. Japonya, enerji temininde kömür ve doğalgazın yanında nükleer enerjiyi de yoğun olarak kullanan bir ülke. Hatta elektrik ihtiyacının üçte birini nükleer santrallerden karşılıyor. Japonya, 17 nükleer tesis ve 55 reaktörle, ABD ve Fransa’nın ardından dünyada üçüncü sırada geliyor.
Fukuşima nükleer santralinde yaşanan çevre felaketi atom bombalarıyla adeta soykırıma uğratılmış bir ulusun yaşadığı trajediyi artırmıştır. Atom bombasının bedellerini kuşaklar boyu ödemek zorunda kalan Japon halkının acısı Fukişima ile tramvaya dönüşmüştür. Japon emperyalistlerinin o kadar acı deneyime rağmen dünya çapında nükleer santrallere öncülük etmesi tarihin ironisidir. Japonya Başbakanı Naoto Kan‘ın basın toplantısında “revizyon için durdurulan reaktörlerin güvenli oldukları açıklanır açıklanmaz tekrar işlemeye başlayacağını” söylemesi ders çıkarmak bir yana devrim dışında hiçbir gücün emperyalistleri vazgeçiremeyeceğini göstermektedir.
JAPONYA’DA YAŞANAN NÜKLEER FELAKETLER PETROL VE DOĞALGAZ’A OLAN TALEBİ ARTIRIYOR
Kapitalizmin hangi enerji kaynağını tercih edeceğini belirleyen en önemli etken kardır. Bir diğer etken ise enerji kaynakları üzerinde oluşturulan denetimdir. ABD kriz dönemlerinde yükü rakiplerinin omuzlarına yıkmak için enerji kartını sürekli kullanmıştır. Yükselen enerji fiyatları üretimin maliyetini artırarak rekabet gücünü sınırlar.
ABD’nin 11 Eylül saldırılarını bahane ederek Irak ve Afganistan’ı işgal etmesinin arkasında yatan gerçek de budur. Ancak ABD’nin hamlelerinin istenilen başarıyı sağlaması bir yana Rusya, İran, Venezüella gibi petrol ve doğalgaz üreticisi ülkelerin daha fazla güçlenmesine ve AB, Japonya gibi müttefiklerinin süreçten zarar görmesine yol açmıştır.
Kriz öncesinde (2007 Ocak) petrolün varili 56 dolar iken, krizin etkisinin en ağır hissedildiği dönemlerde (2009 Ocak) 34 dolara kadar düşmüştü. Arap coğrafyasında isyanların çıkması ve ABD’nin manüplasyonlarıyla 100 doların üzerine çıkmıştır. Goldman Sachs’ın açıklamalarına göre 2011 sonuna kadar petrolün varil fiyatının 120 doları, 2012 yılı ortalarına kadar ise 130 doları bulacağı söylenmektedir.
Japonya’da ard arda yaşanan felaketler, dünya çapında nükleer enerjiye karşı direnci büyütürken, alternatifi olarak görülen petrol ve doğalgaza talebin artmasına yol açmıştır. Arap coğrafyasında süren isyanlarla nükleerden kaçışın tarihsel olarak çakışması, bölgede yaşananlara ilginin artmasına yol açmıştır.
Kapitalist sistemin aktörleri, enerji kaynaklarının merkezi konumundaki Ortadoğu’nun kaderiyle daha yakından ilgilenmeye başlamışlardır. Sadece Basra Körfezi’nin, dünya petrol üretiminin %40’ını karşılıyor olması bile bu ilginin sebebini açıklamaktadır.
ORTADOĞU VE AFRİKA’DA YAŞANANLAR UZUN BİR TİRADIN SADECE GİRİŞ KISMIDIR
Ortadoğu ve Afrika’nın kapitalist pazara tam olarak entegre edilmesi, kriz döneminde sıkışan emperyalist güçlere soluk alma fırsatı sağlayabileceği gibi, enerji ve maden yatakları üzerinde tam denetim sağlandığında rakiplerini köşeye sıkıştırmak için de bir fırsat olarak görülmektedir.
Rusya’nın Ortadoğu’da on yıllara dayanan ilişkilere sahip olmasının yanında Çin’in 2000’li yılların başından beri Afrika pazarında geliştirdiği ciddi ilişkiler ve yatırımlar bulunmaktadır. Bu bölgelerde yaşanmakta olan durumu, tek tek ülkeler bazında ele almak ve yorumlamak yanıltıcı olur. Yaşanmakta olan, uzun bir tiradın sadece giriş kısmıdır. Süreç içinde çok farklı dinamiklerin tetiklenmesiyle uzun yıllara yayılacak mücadelelerin gelişeceği şimdiden söylenebilir.
2011 Mayıs’ında Rus ve Çin Dışişleri Bakanları’nın toplantısından Ortadoğu’da daha sert yaklaşımlar sergileyeceklerini ve güçlerini birleştireceklerine dair net mesajlar çıktı. Lavrov, “Orada ileride doğabilecek öngörülmeyen olumsuz gelişmelerin engellenmesi ve hızla istikrarın sağlanması için her iki devletin yeteneklerini kullanarak edimlerimizi eşgüdümlü hale getirmek için anlaştık” açıklaması yaptı. Ardından bir ziyaret kapsamında ABD’de bulunan Çin ordusundan General Chen Bingde,
“Somali korsanlarıyla etkili bir mücadele yürütülmesi için kara birliklerinin Somali’ye çıkartma yaparak korsanların üslerinin dağıtılması gerektiğini söyledi. Denizde mücadelenin kesin bir çözüm sunmaktan uzak kaldığını belirten Bingde, “okyanusun ötesine geçerek karaya çıkmanın zamanı geldi” diye konuştu.”(Birgün Gazetesi, 22 Mayıs 2011)
Çin’in bölgede daha aktif çıkışlar yapması, işgale davetiye çıkarmak gibi anlaşılabilir. Hatta askeri güç anlamında Çin’in bu derece gücü de yok. Ancak ABD’nin BM’den çıkarmayı başardığı kararla NATO gemilerinin Süveyş ve Babü’l Mendep başta olmak üzere enerji yollarının geçiş trafiğini kontrol altına almasından duyulan rahatsızlık olarak okumak gerekir. Çin, Somalili korsanlar bahanesini ABD’nin elinden alarak deniz ticaretinde karşılaştığı zorlukları atlatmak istiyor.
Bu bölgeleri önemli kılan sebepler nelerdir? Ortadoğu, enerji kaynakları yönünden bir merkez iken Afrika kıtası maden yatakları bakımından zengindir. Afrika, dünya platin rezervlerinin %89,4’üne, krom rezervlerinin %81,1’ine, fosfatın %76,1’ine, manganezin %60,9’una, kobaltın %60,1’ine, elmasın %39’una, altının %37,3’üne, boksitin %30’una ve diğer birçok maden yatağına sahip.
Ortadoğu ve Afrika yalnızca enerji ve maden yatakları zenginlikleriyle kalmayıp dünya petrol ticaretinin geçiş trafiği anlamında da önemli bir ağırlığa sahiptir. 2009 yılı verilerine göre deniz yoluyla petrol taşımacılığının önemli bir kısmının ilgili bölgelerde yoğunlaştığı görülüyor.
Deniz petrol ticareti daha yakından incelendiğinde bahsi geçen kanalların kapitalist pazar için hayati önemi daha iyi görülür.
Hürmüz Boğazı: İran, Suudi Arabistan ve BAE, Katar, Irak vb. petrollerinin geçiş güzergahı olmakla birlikte Japonya’nın ithal ettiği petrolün yaklaşık %75’i, Çin ile ABD’nin ise %50’si bu bölgeden geçmekte ayrıca dünyada kullanılan petrolün %30’unu, ilgili ülkeler üretmektedir. Dünya petrol rezervlerinin %57’sine sahip Körfez ülkelerinin bir diğer özelliği de Ortadoğu’da üretilen petrolün %90’ının Hürmüz Boğazı’ndan geçmesidir.
Bab’ül Mendeb Boğazı: Kızıldeniz’in Hint Okyanusu’na açıldığı, Süveyş Kanalı üzerinden Hint Okyanusu’na yönelen gemilerin mecburi istikameti olan ve günde yaklaşık 3.3 milyon varil petrolün geçtiği stratejik bir konuma sahiptir.
Süveyş Kanalı: Hint Okyanusu, Akdeniz ve Atlantik Okyanusu arasındaki deniz ticaretinin geçiş noktasını oluşturmakta, özellikle Avrupa için Ümit Burnu’na kıyasla 6.000 mil daha kısadır.
DÜNYANIN JANDARMASI ROLÜNÜ YILLARDIR OYNAYAN ABD ARTIK ESKİSİ KADAR GÜÇLÜ DE RAHAT DA DEĞİL
Krizle birlikte iki şey değişti; birincisi, ABD ve AB artık eski gücünü ve ağırlığını kaybetti. İkincisi ise BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) diye anılan ülkelerin yükselişi. Bir yandan ABD ve AB krizi iliklerine kadar yaşarken diğer yandan BRICS, büyüme rekorları kırmaya ve nüfuz alanlarını genişletmeye devam ediyor. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün faaliyetlerinin artması, NATO karşısında dengeleyici bir güce dönüşmeye başlaması, ABD’nin rahat hareket etmesini engelliyor. Özellikle son dönemde Rusya ve Çin’in imkanlarını birleştirmesi, güçlerinin ve manevra kabiliyetlerinin artmasını sağlıyor.
Rusya, petrol ve doğalgaz tedarikçisi olarak son dönemde attığı adımlarla, yaptığı anlaşmalarla, pazarın en güçlü ve güvenilir oyuncusu olduğunu göstermeye çalışıyor. ABD destekli Nabucco Projesi’nin Türkiye’de açıklandığı tarihten bugüne kadar, Rusya çizdiği agresif görüntüsüyle rakip tanımadığını göstermeye çalışıyor. Kuzey Akım Projesi ile Almanya, İngiltere ve Fransa’nın doğalgaz ihtiyacını karşılamaya dönük adımlar atıldı. Proje bitme aşamasında. Nabucco ile aynı tarihlerde ortaya atılan Güney Akım projesi ile hem Ukrayna’yı hem Türkiye’yi devre dışı bırakarak iki ayrı koldan Güney Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacını karşılayacak. Birinci kol İtalya’da biterken, ikincisi Avusturya’ya kadar olan bölgenin ihtiyacını (yıllık 60 milyar metreküp) karşılayacak. Rusya, Avrupa pazarında hakimiyetini pekiştirmek için hem alıcı ülkelerle hem de tedarikçi ülkelerle (Azerbeycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan) karşılıklı imzalar atarak projeleri güvenceye almıştır. Belki de Nabucco için, daha temel bile atılmadan bahsi geçen projeler hayata geçirilmiş olacak. Böylece Nabucco, büyük ihtimalle kağıt üzerinde kalan ve ölü doğan bir projeye dönüşecek.
AB’nin doğalgaz ihtiyacının yaklaşık 1/3’ünü karşılayan Afrika pazarına da el atan Rusya, Libya ve özellikle Cezayir’le yaptığı anlaşmalarla İtalyan ENI’yi de yanına alarak güneyden de AB’yi kuşatmayı planlıyor.
Avrupa pazarıyla sınırlı kalmayan Rusya, Çin ile girdiği ikili ilişkileri, yapılan anlaşmalarla stratejik düzeye çıkarmış; devasa Çin ekonomisinin ihtiyaç duyduğu enerjinin önemli bir kısmını güvenli yollarla sağlamaya başlamıştır. Sibirya’dan başlayan 1000 km’lik boru hattıyla Çin’e ulaşan doğalgazın (günde 300 bin metreküp) 2015 yılından itibaren kapasitesi yıllık 30 milyar metreküpe ulaşacak.
Çin ise, sadece Rusya üzerinden enerji ihtiyacını karşılamakla kalmıyor, güçlü ekonomisi ve yatırım kaynakları sayesinde Orta Asya’da çok önemli yatırımlara ve anlaşmalara imza atıyor. 2009 yılından beri Kazakistan ile girdiği ikili ilişkilerde bayağı mesafe kat etmiş durumda. 2009 yılında Çin’in petrol şirketi China National Petroleum ( CNPC ) 5 milyar dolar karşılığında Kazak KazMunaiGaz şirketinin %49’unu satın aldı. Kazak KazMunaiGaz şirketi bünyesinde Orta Asya Petrol Limited Şirketi`yle Mangistau Munai Gaz Şirketlerini de bulundurmaktadır. Şirket 1,32 milyar varillik bir petrol rezervini elinde bulundurmaktadır. Çin Kazakistan’da başka şirketleri de satın almanın yanında Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan ile yaptığı anlaşmalarla Sincan bölgesine ulaşan petrol boru hattıyla da enerji ihtiyacının önemli bir kısmını daha güvenceye almış oldu. Aynı hat üzerinde doğalgaz boru hattı döşenmeye de başlanmış durumda. Çin Rusya, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan ile yaptığı anlaşmaların hayata geçirilmesi için gerekli sermayeyi de borç, kredi vb. yollarla sağlamış durumda. Ayrıca Çin 2011 Şubat ayında ŞİÖ toplantısında Kazakistan ile aralarında hızlı tren projesi, bankacılık, kredi ve enerji başta olmak üzere 8 anlaşma daha imzaladı.
Orta Asya’da Rusya’nın siyasal, Çin’in ise ekonomik güçlerini birleştirmesi bölgedeki ülkeler üzerinde nüfuzlarının artmasının yanında rakipleri karşısında ağırlıklarının artmasına yol açmıştır. Rusya enerji için büyük bir pazara kavuşurken Çin ise enerji ihtiyacını karşılamakta. Ayrıca Çin, Ortadoğu gibi her türlü riski barındıran ve kaygan bir zemine sahip olan bu coğrafyada elinin serbest kalmasını sağlarken; diğer yandan Orta Asya’da daha güvenilir bir tedarikçiye kavuşmuş oldu.
ORTADOĞU’NUN KAYGAN ZEMİNİNDE SİYASET YAPMAK
ABD çeşitli vesilelerle Çin’i sıkıştırmak için İran kartını devreye sokuyor. Çin uzun yıllardır petrol ihtiyacının önemli bir kısmını körfez ülkelerinden ve özellikle İran’dan (%14) karşılıyordu.
ABD’nin İran’a dönük en küçük bir hamlesi bile Çin’i köşeye sıkıştırmak için yetiyordu. ABD ve AB’nin İran’ın nükleer enerjiyle ilgili çalışmalarını gerekçe gösterip BM’de yaptırım kararları çıkarmasına karşı çıkmak, İran’ın hamisi gibi gözükmek ayrı bir handikaptı. İran’ın AB ve ABD’nin tehditlerine uzun süre direnmesi Rusya ve Çin ile girdiği ilişkilerine dayanıyordu. ABD, 2010 yılında BM’den İran için bir yaptırım kararı çıkarmayı başardı.
Rusya ve Çin kararı veto etmedi. İki ülkenin bu siyaset değişikliğini nasıl okumak gerekiyor? Rusya, ABD ile ilişkileri resetlemesinin, ardından Füze kalkanının Türkiye’ye kurulması (kendi önerisiyle) karşılığında böyle bir tavır değişikliğine girmiş gibi gözüküyor. Buşehr nükleer santralini yaptıktan sonra S300 füze savunma sistemini İran’a vermekten vazgeçmesi, böyle bir yaklaşımın sonucudur. Çin ise son yıllarda yaptığı hamlelerle enerji ihtiyacını karşılamakta, Ortadoğu’nun öneminin azalmasıyla ABD’yi daha fazla kızdırmamak için veto kartını kullanmamış gibi gözüküyor.
Rusya ve Çin’in tavır değişikliğinin arkasında İran’dan vazgeçmek değil Ortadoğu’nun kaygan zemininde ellerini serbest bırakmak isteği yatmaktadır. Arap coğrafyasında olacakları önceden sezmiş olan iki ülke ileride atacakları adımlarda manevra kabiliyeti kazanmak için ABD’ye yol vermiş gibi gözüküyor. İran’ın bölgede yaşayan Şii nüfus üzerindeki etkisi, onu kolay kolay vazgeçilemeyecek bir aktör konumuna getiriyor. Arap coğrafyasındaki isyanlarda ABD’nin istemediği bölgelerde (Yemen, Bahreyn vb.) ortaya çıkan isyan hareketleri İran’ın Şii kartını devreye sokmaya başladığını gösteriyor. Arap isyanlarının başında demokrasi havarisi kesilen ABD ve AB’nin Yemen, Bahreyn ve hatta S.Arabistan vb. üzerinden kısa sürede maskesi düştü, gerçek niyetleri ve isyanlar karşısında iki yüzlülüğü kısa sürede anlaşıldı. İran’ın burada oynadığı rol önemlidir.
İran açısından bölgede yaşanan olayların oluşturduğu risk büyüktür. Arap isyanlarının sonucunun nereye varacağının, hangi taşları oynatacağının daha uzun süre kestirilemeyeceği bir dönemde ilişkilerini geliştirmek yerine yalıtmış bir duruma düşmek hiç de isteyeceği bir durum değildir. Dikkat edilirse son BM yaptırım kararı ardından İran, Atom Enerji Kurumu ile diyaloğu daha öne çıkarmaya başladı. İran bugüne kadarki savunmasında nükleer santrallere sadece enerji ihtiyacını karşılamak için başvurduğunu söylüyordu. Buşehr nükleer santralinin faaliyete geçmesi ile bu söylem karşılanmış oldu. Bu noktadan sonra gerilimi tırmandırmak İran’ı uluslararası kamuoyunda zora sokacak. Öte yandan Rusya’dan belki S300 füze savunma sistemini alamadı ancak S200 denilen önceki versiyona çeşitli yollardan ulaşması sağlanarak savunma için ihtiyaç duyduğu hava şemsiyesini kısmen edinmiş oldu. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ile girdiği teknolojik ilişkiler sonucunda kendi füze sistemini (kısa ve orta menzilli) geliştirmeyi başardı. İran, Ortadoğu’da Şii nüfus üzerindeki etkisini kullanarak ABD ve AB’nin oluşturmaya çalıştığı basıncı göğüslemeye çalışacaktır. Şiiliğin bin yıldan fazla süredir Arap halkları arasında tutkal vazifesi görmesi, önemini ve etkisini artırmaktadır.
İran ayrıca Pakistan, Hindistan vb. ile yürüttüğü görüşmeler sonucu çeşitli boru hatları, limanlar ve kara yolu üzerinden elindeki enerjiyi pazarlamaya, kuşatılmışlığı kırmaya çalışmaktadır. İran ile Ermenistan arasında yapılan petrol karşılığı elektrik anlaşması her iki tarafın da yalnızlaşmayı kırmaya dönük çabalarında önemli bir rol oynuyor. 2010 yılında Afganistan’ın güneyine İran ile Hindistan tarafından yol inşa edildi. Ayrıca İran, Umman denizi yönünde çeşitli limanları genişletecek düzenlemeler yaptı. Hindistan, İran ile ilişkileri geliştirmekte istekli çünkü; petrol ihtiyacının %12’sini oradan karşılıyor. İran ile Pakistan arasında petrol boru hattı döşenmesine dönük çabaları destekliyor. Eğer başarılı olursa, İran doğu sınırında kısmi bir rahatlamayla birlikte yeni pazar bulmuş olacak, ayrıca ileride hattın ucunu Hindistan’a ve Çin’e kadar uzatarak büyük bir gelir elde etmiş olacak. Hindistan ise büyüyen ekonomisinin ihtiyacı olan enerjiyi en uygun fiyatlarla ve güvenlik kaygılarından uzak erişmiş olacak.
TÜRKİYE ORTADOĞU’DA KENDİSİNE BİÇİLEN TAŞERONLUK ROLÜNÜ LAYIKIYLA YERİNE GETİRİYOR
BOP kapsamında Ortadoğu ve Orta Asya’da Türkiye’ye taşeronluk görevinin verildiğini bugüne kadar çeşitli defalar ifade ettik. T.Erdoğan, geçmişte kendisinin BOP’un eş başkanı olduğunu çeşitli defalar söyledi. Türkiye’nin bu projedeki rolünün karar mekanizmasında değil de uygulama alanında mümkün olduğunu belirtmek gerekiyor. Yani Türkiye’nin egemenleri uşaklık konusunda üzerlerine düşen tüm görevleri yerine getiriyor. Türkiye, Irak’ta süren direnişi kurduğu ilişkilerle zayıflatmak, işbirlikçiler arasındaki mücadeleyi uzlaştırmak adına çeşitli görevleri başarıyla yerine getirmesinin ardından Filistin konusunda da büyük bir iş başarmış gibi gözüküyor. Hatırlanacak olursa ABD tarafından birkaç yıldır bölgede “Van Münit”, “Mavi Marmara” çıkışları ve düşük dozda yaşanan diplomasi sınırlarını aşan çıkışlarla İsrail’e kafa tutan devlet görüntüsü altında Türkiye’nin imajı parlatılmaktaydı. Türkiye bu yeni imajıyla bir yandan Suriye’de Halid Meşal ile görüşmeler yapmış diğer yandan ise Mahmut Abbas ile görüşerek bugün imzalanan ateşkesin arkasındaki en önemli aktörlerden biri olmuştur. Anlaşmanın Mısır’da imzalanmasına rağmen Türkiye’nin taşeronluk rolü teslim edilmelidir.
Arap coğrafyasındaki isyanlarda ABD hedefinde olan asıl güçlerden biri Suriye’dir. Suriye’de uzun yıllara yayılmış Müslüman Kardeşler örgütlenmesinin ABD tarafından harekete geçirilerek halkın hoşnutsuzluğuyla da buluşması sonucu sokaklar ısındı. Aylardır süren çatışmalarda ABD’nin amacı Suriye rejimini yıkmak değil geriletmek, yalıtmak ve Şii bloğundan koparmaktır. Rejim değişikliği daha sonraki bir iş olarak gözükmektedir. Suriye ile vizelerin kaldırılması ile yaratılan yalancı bahar havası isyanlarla yerini baskıya, şantaja ve içişlerine müdahaleye çevirmiştir. T. Erdoğan’ın demokrasi havarisi, ağabey edasıyla yaptığı çıkışlar ve ziyaretlerin amacını Beşar Esat’ı veya Suriye halkını düşünmesine bağlamak son derece yanıltıcıdır. ABD’ nin amacının, açıktan dillendiremediği konuları ve pazarlıkları Türkiye üzerinden yürütmek olduğu son derece açıktır.
Emperyalist kapitalist sistemin belki de tarihinin en büyük kriziyle karşı karşıya olduğu bir tarihsel süreçte taşlar yerinden oynuyor. Nasıl bir düzenin ortaya çıkacağını tam olarak hiç kimse şimdiden kestiremiyor. Ortadoğu’nun kaygan zemini galip gözükenin mağlup, zor durumda olanın galip geldiğini geçmişte de çeşitli defalar göstermiştir. Her şeyin kökten değişime uğrama ihtimalinin yüksek olduğu bu tarihsel dönemde ABD’nin Türkiye’ye çok fazla ihtiyacı var. ABD dereyi geçerken at değiştirmeyecek, seçimden yine kendi arzu ettiği tablonun çıkması için elinden geleni yapacaktır. Önümüzdeki dönemde enerji kaynakları üzerinde tam denetim kurmak için
ABD, Ortadoğu, Afrika ve Kafkaslar’da istediği değişimleri gerçekleştirmeye çalışırken hesaba katmadığı hiçbir riski almayacaktır. Seçim sonrası Türkiye’de hem içeride hem dışarıda köklü değişikliklerin olacağı şimdiden söylenebilir.
Seçim sonrası Yeni Anayasa ile uluslararası sermayenin önündeki son engeller de temizlenerek iç pazar tamamen çok uluslu tekellere terk edilecektir. İç güvenlik tamamen polise terk edilirken Genelkurmay’ın hizaya sokulması, profesyonel askerlik vb. düzenlemelerle ordu başka ülkelerde operasyonlar yapabilecek, savaşabilecek bir noktaya getirilerek BOP’un ihtiyaç duyduğu sorunlu ve çatışmalı bölgelerde hizmete hazır hale getirilecektir.
Sayı 33 (Haziran – Ağustos 2011)