Ergenekon davası toplumu yapay bir gündemle oyalamak için ortaya atılmış bir olgu olmasa da sonuçta hemen her kesimin dahil olduğu bir tartışma başlatmış ve bu, toplam içinde sınıfsal bakış açısının zayıflığı oranında hem yanlış saflaşmaların hem de bir çeşit hegemonya kurmanın aracı olmuştur. Bu, aynı zamanda toplumu yönlendirme yöntem ve araçlarının gelişkinliğinin ve bu araçların sistem tarafından ne denli başarıyla kullanılabildiğinin göstergesidir.
AKP ve onun Ergenekon hamlesini destekleyenler, davayı devletin kendi “kara noktaları”yla hesaplaşma anlamında bir demokratikleşme gibi sunarken, bir başka kesim cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle bir hesaplaşma olarak yorumluyor. Bu nedenle öncelikle Ergenekon’un hangi düzey ve biçimlerde tartışılacağına karar vermek gerekiyor.
Bizler, tartışmanın Cumhuriyet dönemine kadar uzanması ve özellikle de taşıdığı zihin bulandırıcı içerik sebebiyle, 20. yüzyılın başından bugüne uzanan sınıfsal çerçevede bir değerlendirmenin yapılmasında yarar gördük.
Osmanlı İmparatorluğu, pek çok eserde feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir toplum biçimi olarak sunuluyor. Ama bütününe bakıldığı zaman, feodal üretim ilişkilerinin yanında kapitalist üretim içerisine girmiş olan önemli bölgeleri de içerdiği görülür.
Latin Amerika’nın keşfedildiği, bölgenin kapitalist üretim için alan olarak tarandığı bir dönemde, Akdeniz’in ortasında Marsilya’ya birkaç günlük deniz yolu olan Anadolu kıyılarının bu sürecin dışında kalması beklenemezdi. Dolayısıyla Osmanlı’nın son dönemlerinde Anadolu’nun özellikle denize açılan kesimleri Trakya, Selanik, Ege kıyıları, Ege’deki verimli ovalar, Akdeniz ve Karadeniz bölgesindeki verimli ova bölgeleri, kapitalist üretime açılmış önemli bir ihraç potansiyeli olan ve ticaret burjuvazisinin oldukça gelişmiş olduğu bölgelerdi. Ama kapitülasyonlar nedeniyle bu gelişim, özgün bir burjuva sınıfın oluşması yerine daha çok yabancılarla işbirliği yapan bir burjuvazinin, yaygın bir burjuva alanın oluşmasına yol açtı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu’nun işgaliyle birlikte bir farklılık yaşanmaya başladı. Dikkat edilirse, işgal edilen yerler öncelikle kapitalist üretimin egemen olduğu, dolayısıyla da sömürülmesi uygun olan bölgelerdi. Çünkü kapitalizmin gelişmediği yerler sömürülmez, yağmalanır. Bu nedenle Batı Anadolu, Akdeniz kıyıları, Çukurova ve Trakya gibi kapitalizmin geliştiği, rant üreten alanlar, öncelikli olarak işgal edildi. Buna karşılık, Anadolu’da direniş hareketinin mayalanarak geliştiği bölgeler, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin egemen olduğu, yoğun sömürüye açık olmayan Ankara bozkırı, Sivas, Erzurum, vb bölgelerdi. İşte cumhuriyeti oluşturan temel örgütlenme ve mücadele alanları buralardır. Buna karşılık işgal bölgelerinde kalan ve emperyalizmle uzun süredir diyalogu olan burjuvazi, açık işgale karşı direnerek Ankara’daki milli mücadelenin yanında yer almak yerine, varolan ayrıcalıklı konumunu sürdürerek emperyalizmin, işgalcilerin yanında saf tutmayı tercih etti.
Burada bir paradokstan söz edilebilir. Ankara’da bir kurtuluş savaşı, bir mücadele örgütleniyor, ama burjuvazi tümüyle bunun dışında kalıyor. Mücadele, Anadolu bozkırındaki ve kırsal kesimdeki orta ve küçük burjuvazinin önderliğinde sürüyor. Savaş bittikten sonra da savaş sürecinde ortaya çıkan ilişkiler ağı, Ankara’da cumhuriyetin kuruluş yıllarında pek çok açıdan belirleyici oluyor. Örneğin, ülkedeki işgalin sona ermesiyle bağımsız kalan ve kapitülasyonların da ortadan kaldırılmasıyla geniş bir manevra alanı bulan burjuvazi, kendi ekonomik gücüne denk oranda Ankara’da temsil edilmedi. Ankara’daki yeni devleti oluşturan kadrolar, kendileriyle işbirliği yapan burjuvaziyi hep ön planda tuttular. Ve devletin ilk ortaya çıkış anından itibaren Ankara’daki seçkin ama ekonomik gücü sınırlı bir burjuvaziye karşılık, Anadolu’nun pek çok yerinde özellikle kapitalizmin geliştiği bölgelerde güçlü bir burjuva muhalefeti daha başlangıçta oluştu. Nitekim ekonominin liberalleşmesinin tartışıldığı İzmir İktisat Kongresi’ne bakıldığı zaman, o kesimin devletin ekonomik politikalarını belirleme tarzında bir müdahale içerisine girdiğini görüyoruz. Bu süreçte devlet etrafında bütünleşen seçkinci kesimin olduğu gibi, dışta kalan kesimlerin de eleştirileri, tartışmaları gündeme oturdu. Ne var ki cumhuriyetin ilk kuruluş yılları sonrasında ortaya çıkan büyük krizle birlikte dünya ticaretinin daralması, taşların yerine oturmasını engelledi. Bu durum, devletin örgütlenmesi dışında kalan ve çok güçlü olanaklara sahip olan burjuvazinin gücünün zayıflamasına, buna karşılık devletin olanaklarıyla bütünleşen devletin ayrıcalıklı politikalarından nemalanan burjuva kesimin güçlenmesine neden oldu. Devlet destekli bu kesim, diğer burjuva kesimlerin sahip olduğu ayrıcalıkları, emperyalist tekellerle bütünleşme aşamasını, acentelik/temsilcilik gibi rollerle yavaş yavaş geçmeye başladı.
Devletin taraflara eşit mesafede durmasının da tartışıldığı bu dönemde Mustafa Kemal, Serbest Fırka ya da benzeri küçük atraksiyonlarla, Ankara’ya mesafeli burjuvazinin ekonomik gücünün yanında siyasal gücünün ne olduğuna dair nabız yoklamış ve her denemede, güçlerinin, sınırlı demokratik bir işleyişte dahi sistemi alt üst edebileceğini, dolayısıyla Ankara’nın çevresindeki ayrıcalıklı kesimin varlığını kaybedebileceğini görmüştür. Aslında cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarından itibaren yaşanan bu çatışma, bugün yaşanmakta olan sermaye çatışmasından kopuk bir olgu değildir.
TC devleti kurulduğunda onun etrafında olan, onunla varlığı bütünleşmiş bulunan burjuva kesim ile onun dışında kalan yaygın geleneksel burjuvazi arasında daha başlangıcında bir çatışma vardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi özellikle kriz dönemlerinde devletçi politikaların ön plana çıkmasıyla çok zayıf olan burjuvazi, devletin içindeki etkin kadroları aracılığıyla güçlenirken emperyalizmle diyalogu sağlayan da doğrudan doğruya devlet olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında süreçte bir değişim gözlendi. Savaş öncesindeki devletçi dönemde, kriz döneminde güç kaybeden işbirlikçi fakat merkezi yönetimin dışında kalan burjuva kesimler, dar bir burjuva kesime dayanmış olan devletin politikalarına karşı verdikleri mücadeleyi, ABD’nin Marshall Planı’yla, ekonomik yapıya müdahale düşünceleriyle bütünleştirdi. Bunun siyasal zemindeki karşılığı Demokrat Parti oldu.
Ankara’daki kadrolarla bütünleşmiş olan burjuvazi, tekelci eğilimler taşısa da, zayıflığı ve ekonominin itici gücünün büyük oranda devlet kurumları olması sebebiyle, İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönem için tekelci burjuvazi tanımı yapamıyoruz. Hatta bu dönemde devletin zaten kıt olan kaynaklarla ayakta kalabilmek için çok yoğun bir sömürüye dayalı olduğunu, halk üzerinde yoğun bir baskının uygulandığını da söylemek mümkün. Ama bu yoğun baskıyı da devletin biçimlenmesinde tekelci burjuvazi henüz belirleyici olmadığı için faşizm olarak adlandırmamız uygun düşmez.
1950’lere gelindiğinde, Demokrat Parti süreciyle beraber daha önce cumhuriyetin kurucu kadroları arasında yer alamayan, cumhuriyetin ayrıcalıklı uygulamalarından yararlanamayan kesim, bu kez arkasına ABD’yi almış ve Marshall Planı’yla güçlenmiş olarak yeniden siyaset sahnesine döndü. Ve asıl çatışma burada başladı. Belirli bir tekelleşme aşamasına gelmiş olan devlet destekli burjuvazi, diğer burjuva katmanların verebileceği tavizlerden çok daha fazlasını ABD’ye vermeyi içeren bir uzlaşma eğilimine girdi. Gerçekte Kore Savaşı’na müdahil olma ve NATO’ya giriş kararı da 1950 seçimlerinden önce CHP hükümeti tarafından emperyalizmle girilen ilişkilere dek uzanıyor. Burada amaç ABD’yle tam bir bütünleşme sağlamaktı. Ve böylece, ABD’nin ideolojik, politik, askeri tümüyle hegemonyası altına girildi.
ABD’yle organik ilişkilerin geliştiği bu dönem, aynı zamanda dünyanın soğuk savaşı da içerecek şekilde ikiye bölündüğü bir tarihsel konjonktüre denk düşer. ABD’nin temel koruma ekseninde önemli bir yer tutan, Sovyetleri güneyden kuşatma politikasının gereği olarak, bir taraftan askeri örgütlenmeler geliştirilirken, diğer taraftan Türkiye’de toplumun bütün bireylerini içine alan, oldukça katı, merkezi ve gizli örgütlenmelerin milliyetçilik çimentosuyla antikomünizm temelinde geliştirilmesine özel bir önem verildi.
1950, aynı zamanda tekelci nitelik kazanmış da olsa burjuvazinin hegemonyasını oligarşik bir yapı içinde diğer egemen kesimlerle paylaştığı ve güçsüzlüğü nedeniyle iktidarını açık veya gizli zor yöntemleri eşliğinde sürdürdüğü, dolayısıyla da devletin faşist nitelik kazandığı yılların başlangıcı sayılır.
Faşist bir devletin burjuva demokratik işleyişi olan bir devletten farkı nedir?
Burjuva da olsa demokratik bir devlet anlayışında devletin bütün kurumlarının şu veya bu oranda sorgulanması mümkündür. Böyle bir devlette parlamentonun oluşturduğu kurumlar aracılığıyla denetim ve toplamda belirli bir şeffaflıktan söz edilebilir. Ama Türkiye’deki devlet örgütlenmesi hiçbir zaman bu nitelikte olmadı. 1950’lerdeki ABD müdahalesiyle, dar çerçevedeki yapı, dayandığı sınıfların çıkarlarını pekiştirmenin yanında bölgede işbirliği halinde emperyalizmin çıkarlarını gözeten bir nitelik kazandı.
1950-60 arasındaki döneme, piyasa ekonomisinin olanaklarını arkasına alan bir burjuvazi ile yani DP etrafında siyasi iktidarı da ele geçiren bir yapıyla, devletin içerisinde ABD’yle daha başlangıçta kurmuş olduğu katı merkezi ilişkiler aracılığıyla ona karşı direnen (bürokrasi gibi görünen) kesim arasındaki çatışma damgasını vurdu. DP-CHP çatışması gibi görünen, gerçekte ise faşist devletin kurumları ile siyasi iktidarı ele geçirmiş ve bu yapı içerisinde egemen olmaya çalışan kesim arasında yaşanan çatışmadan karlı çıkan daima emperyalizm olmuştur.
Küçük burjuva iktidarlar tarafından çıkarılan ve çoğunluğu da 1929 krizi dönemindeki devletçi uygulamaların ürünü olan, yani ekonominin devlet kontrolünde olmasını sağlayan yasalar bu süreçte DP tarafından ortadan kaldırılırken, yaşanan çatışmalar bir biçimiyle bugünkü çatışmayı andırıyor.
1950-60 yılları arasında çıkarılan yasalar emperyalizmle bütünleşmenin yani emperyalist sömürünün Türkiye’de daha da yaygınlaşmasının önünü açacak içerikte oldu. Gerçekte ne 1950 öncesindeki CHP, vb hareketlerde ne de DP’de toplumsal anlamda ilerici sayılabilecek hiçbir nitelik yoktur. Diğer bir ifadeyle, ne DP hareketi ilericidir, demokratiktir; ne de ona karşı direnen CHP ve onun etrafındaki ordu ve devlet bürokrasisi eksenli hareketlerin mücadelesi demokrasi mücadelesidir.
DP uygulamalarına karşı toplumda tepkinin gelişmesi uzun zaman almadı. 1957’ye gelindiğinde işçi kesiminden köylülere kadar halkın büyük çoğunluğunun giderek siyasal bir tavır alış içine girme eğilimi göstermesi DP’yi kaygılandırdı ve 1958’de yapılması gereken seçimi, kaybetme riskini göze alamadığı için bir yıl önceye aldı. Ancak toplumsal hareketlilik seçim sonrasında da devam etti ve sürece 1960 darbesi ile müdahale edildi.
1960’taki müdahale aslında, devlet içerisindeki o özel örgütlenmelerin yani ABD ile işbirliği içerisinde ortaya çıkmış olan örgütlenmelerin hangi noktalara gelebildiğinin de göstergesidir. 1960 darbesi her ne kadar demokratik nitelikler taşıyan bir anayasanın oluşumuyla sonuçlandıysa da kendi içerisinde alabildiğine gerici, toplumsal muhalefeti ezmeyi, emperyalizmin taleplerine yedeklemeyi amaçlayan bir süreçtir. Ve bizatihi anayasanın kendisi Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin önünü açmıştır. 1960 sonrası kapitalizmin çok hızlı gelişiminin ardında yatan nedenlerden birisi, 1960anayasasının bazı demokratik açılımları sağlamış olması ise, bir diğeri de burjuvazinin gelişiminin önündeki engelleri kaldırmış olmasıdır. O yıllar aynı zamanda devlet içerisinde faşist kadrolaşmanın yaygınlaşıp özel nitelikler almaya başladığı yıllardır.
En somut biçimde 3 Kasım 1996’da Susurluk’taki kazada dışa vuran devlet içerisindeki o özel ilişki ağı, aslında devlet örgütlenmesinin sadece bir alt birimidir, bir kurumudur; onun dışında, ondan bağımsız gelişen bir olgu değildir. Daha 1950’li yıllardan itibaren bu türden birimler, ABD’nin dünyanın önemli bir kesiminde egemenliğini sürdürme tercihinin bir devamı olarak gündeme geldi. ABD, komünizme karşı mücadelenin sadece düzenli ordu ile yapılamayacağı, sivil kurumlardan devletin içerisinde olan ama yasalarla çerçevesi çizilmeyen yapılanmalara kadar geniş yelpazede hareket edebilen örgütlenmelere ihtiyaç olduğu tespitini yaptı. Ve Amerikan gizli servisi CIA ile İngiliz gizli servisi MI6 tarafından kurulup, NATO tarafından koordine edilen bir yapılanma ortaya çıktı. Gladio, bu örgütlenmenin İtalya`daki ayağına verilen isimdi ve İtalyan gizli servisi SISMI`nin bir uzantısı olarak çalışıyordu. Biz bu çalışmamızda söz konusu örgütlenmenin bütününü Gladio olarak anacağız. Ülkemizde rastlanan Susurlukvari örgütlenmeleri ise kontrgerilla olarak adlandıracağız. Bunun dışında dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli biçimlerde iktidarların (burjuva öncesi dönemde de) özel örgütlenmeler kurduğu; sömürüye dayalı sistemlerin bunu ihtiyaç haline getirdiği biliniyor. Hatta diyebiliriz ki, iktidar güçleri tarafından gerçekleştirilen ayak oyunları ve komploların tarihi, sınıflı toplumların tarihi kadar eskidir.
Biz bu çalışmamızda, 1950 sonrasında doğrudan NATO aracılığıyla üye tüm ülkelerde kurulan örgütlenmeleri, zincirin ilk halkası kabul ederek, bu kategoriye giren yapılanmaları ele aldık.
1952’de NATO’ya giren Türkiye, ordusunu olduğu gibi, istihbarat ve bürokrasisini de büyük oranda ABD iradesine teslim etti. Sovyetlerin güneyden kuşatılması ve ülke içinde komünist etkinin önüne geçilmesi amacıyla Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti gibi örgütlenmeler oluşturuldu; komando kampları kuruldu. Sol kitleselleştiği oranda karşısına “ülkücü” adıyla sivil faşistler çıkarıldı. Ve Türkiye giderek sıklaşan periyotta siyasal cinayetlere sahne oldu. Faşist saldırı ve katliamlar, sorunun özünü gizlemek amacıyla “sağ-sol çatışması” olarak yansıtıldı. Gerçekte ise öldürülen ilk 10 kişinin hepsi sol görüşlüydü ve saldırılar giderek daha özel hedeflere yönelerek büyüyordu. Sansasyonel etki yaratan Doğan Öz, Cavit Orhan Tütengil gibi toplumda saygın yeri olan kişilerin katledilmesi, 1 Mayıs, Maraş, Çorum gibi katliamlar eşliğinde sürecin bir darbeye doğru ilerlemesinde hızlandırıcı bir rol oynadı. Bu durum darbeciler tarafından “Durumun olgunlaşmasını iki yıl bekledik!” biçiminde itiraf edildi.
1970’li yıllarda içinde Türkiye’nin olduğu projelerden biri de “Yeşil Kuşak Projesi”ydi. CIA’nın planına göre Sovyetler Birliği; Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan gibi Müslüman ülkelerle çevrilecek ve bunlar içerideki Müslümanları etkileyerek Sovyetler Birliği’nde iç karışıklığın ve yıkımın yolunu açacaktı. Ancak CIA’nın hesapları; Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgali, İran Devrimi; Mısır, Irak, Suriye gibi ülkelerdeki Baas rejimleri sebebiyle tutmadı.
1989 sonrasında ise, ihtiyaç azalmasına bağlı olarak Örgütün İtalya’da Gladio (Kılıç), Yunanistan’da B-8 ya da Sheepskin (Koyun Postu), Belçika’da SDRA-8, Hollanda’da NATO Command, Batı Almanya’da Gehlen Harekatı, Stay Behind ya da Sword, Avusturya’da Schwert, Fransa’da Rüzgar Gülü, İspanya’da Anti-Terör Kurtarma Grubu (GAL), İngiltere’de ise Secret British Network olarak bilindiği bu ülkelerin yetkililerince açıklandı. Belki bu açıklamalar söz konusu yapılanmaları bütünüyle açığa çıkarmadı, ama o mevcut haliyle devamı büyük oranda ihtiyaç olmaktan çıktı. Kaldı ki söz konusu ihtiyacın Gladio olmadan da mevcut devletlerce karşılanması, devletlerin sınıfsal niteliği gereği zaten mümkündü.
Türkiye’de Gladio’nun varlığı resmi olarak hiçbir zaman kabul edilmedi. Varlığını dışavurmak isteyenler ya sindirildi ya da bir şekilde konunun üzeri örtüldü. Örneğin Bülent Ecevit, Başbakanlığı sırasında Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’ın örtülü ödenekten ÖZEL HARP DAİRESİ için büyük bir miktar para istemesi üzerine kontrgerillanın varlığından haberdar olmuş ve örgütün finansmanının Amerika’dan sağlandığını ve ülkenin her köşesinde sivil kadrolar beslendiğini öğrenmişti. Hatta kamuoyu önünde bu durumdan söz etmeye kalkışmış ise de kısa sürede durumun ciddiyetinin ayırdına vararak geri çekilmişti. Ancak, yaklaşık 20 yıl sonra bir televizyon programında Bülent Ecevit, ’77 1 Mayıs Katliamı üzerine kurduğu araştırma kurulunun önüne büyük ve aşılmaz engeller çıktığını söyledi. Programda anlattığına göre; aldığı duyumlar ve istihbari bilgiler neticesinde olayı gerçekleştirenlerin ÖZEL HARP DAİRESİ’nin sivil uzantısı olduğunu öğrenmişti; fakat elinde somut belgeler olmadığı için bu kuşkularını dönemin cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e sadece sözlü olarak iletmişti.
Üstelediği bu olaydan olacak, 29 Mayıs 1977 yılında Çiğli Havaalanında suikast girişimine uğrayan ve sağ kurtulan Bülent Ecevit, suikastın içi zehirli ve kimyasal maddelerle dolu bir çeşit küçük füze tipi silahla gerçekleştiğini öğrendi, üstelik bu silah sadece devletin elinde olan ve çok özel durumlarda kullanılan bir silahtı. Daha sonra bu silahı kullandığı bilinen polis memuru serbest bırakıldı.
Silahlı kuvvetlerin örgütlenme şemasına bakıldığı zaman kontrgerilla diye ayrı bir örgütlenme görülmez. Ancak bunun varlığını hissettiren belirtiler söz konusudur. Örneğin doğrudan silahlı kuvvetlerin bütçesinden bazı alanlara aktarılan, nereye gittiği nasıl kullanıldığı denetlenmeyen bir pay vardır. Zaten Türkiye’deki silahlı kuvvetlerin niteliğinden de kaynaklanan nedenlerle savunma harcamaları hiçbir zaman Sayıştay denetimine tabi değildir. Genelkurmayın harcamaları içinde sadece personel harcamaları şeffaftır. Tabii bu salt kontrgerilla varlığı sebebiyle değil, silahlı kuvvetlerin bir bütün halinde işlevi ve işleyişi ile ilintili bir durumdur. Hatta darbe dahil çeşitli biçimlerde yasaların dışına çıkmak gerektiğinde veya ABD ile yürütülen ilişkilerde her şeyi kontrgerilladan ibaret görmek de doğru değildir. ABD Türkiye ile yaptığı pek çok anlaşma ve ekonomik bağımlılığın getirdiği zorunluluklar sebebiyle parlamentodan orduya ve üst bürokrasiye kadar pek çok alanda doğrudan etkileme ve yönlendirme araçlarına sahiptir. Örneğin darbeler, kontrgerillanın zemin hazırlama anlamındaki işlevi dahil olmak üzere irili ufaklı pek çok adımın toplamından oluşur. Bu toplamı bir bütün halinde kontrgerilladan ibaret görmek devletin yapılanmasındaki faşist niteliği yok saymak anlamına gelir.
Türkiye’de 1960’la beraber 1980’e kadar her 10 yılda bir darbe, ihtiyaç haline gelmiştir. Darbelerin temel nedeni, emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin ihtiyaçları dahilinde sistemin yeniden düzenlemesi ve egemen sınıf ilişkilerini tehdit edebilecek toplumsal mücadelenin bertaraf edilmesidir.
Mahir Çayan, Türkiye’de devlet biçiminden söz ederken devlet-toplum ilişkilerinde baskı ve zorun her dönem ön planda olduğu sürekli faşizm tanımını yapar. Buna göre, Türkiye’deki egemen güçler sömürüden elde ettikleri kârın bir kısmını metropol ülkelerde olduğu gibi “sus payı” olarak verebilecek ekonomik güçte olmadığı için, talepleri baskı ve zor yöntemiyle bastırır. Göstermelik de olsa parlamentonun varlığını koruduğu dönemlerde Mahir bir çeşit örtülü/gizli faşizmden söz eder. Darbe dönemlerini ise açık faşizm olarak tanımlar. İşte bu geçişler, aynı zamanda egemen sınıflarla devletin kurumları arasında yasal çerçeveyle sınırlanmayan girift ilişkilerin varlığının göstergesidir.
Merkezi Brüksel’de olan Gladio örgütlenmesinin Türkiye’deki uzantılarının yanında emperyalizmin ülke içinde öylesine doğrudan ilişkileri var ki, 12 Eylül’de olduğu gibi bir darbe için “bizimkiler başardı” diyebiliyor.
1980 öncesinde kimi yapıların attığı “Kontrgerilla Kapatılsın” sloganına Devrimci Yol karşı çıkıyor, sloganı yanlış buluyordu. Çünkü slogan, faşizmin varlığını kimi kurumların niteliğine indirgeyen bir yaklaşımı yansıtıyordu. Gerçekte ise, nerede başlayıp nerede biteceği tanımlanamayacak denli kurumsal bir yaygınlık taşıyan ve kontrgerilla örgütlenmesinden ibaret olmayan faşist örgütlenmeler devletin bir bütün halinde niteliğini yansıtıyordu.
1980’lerden sonra ABD, askeri diktatörlüklere karşı gelişen halk tepkisi nedeniyle kendisine bağımlı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bir darbeyi ihtiyaç olmaktan çıkaracak düzenlemelere gitti. Özellikle 1984 sonrasında gelişen Kürt hareketine karşı Psikolojik Harp’ten özel eğitimli askeri birimlere kadar çeşitli yöntem ve araçlar geliştirildi.
1990’lara gelindiğinde Türkiye’de tekelci burjuvazi daha önceki konumuna göre çok daha fazla güçlenmiş, toplumu tepeden tırnağa kadar biçimlendirebilecek hale gelmiş, hatta 12 Eylül öncesinde ittifak yapmak zorunda kaldığı prekapitalist unsurlarla ittifakı da parçalamıştı. Bunun sonucunda oligarşi, tekelci burjuvazinin bir kesimine kadar daralınca, onun dışında kalan kesimler de alabildiğine genişleyip güçlendi.
Artık o konjonktürde tekelci burjuvazinin her tıkandığında önünü darbelerle açma şansı büyük oranda ortadan kalkmıştı. Çünkü artık karşısında çok daha geniş bir yelpazede varlık gösteren burjuva katmanlar vardı. Ayrıca darbeler, Sovyetlerin dağılması sonucu, göstermelik de olsa yüceltilen demokratik söylemle çelişiyordu. Ekonomi, 24 Ocak Kararları’yla beraber emperyalizmle bütünleşmiş, dünya ölçeğinde Gladio örgütlenmesinin belirli oranlarda çözülmesi sebebiyle benzer örgütlenmelerin varlığını koruyup geliştirmek farklı çerçevede bir ihtiyaç tanımını gerekli hale getirmişti. Kürt ulusal hareketinin ulaşmış olduğu gelişme düzeyi bu ihtiyaç tanımı için yeterli bir nedendi. Özel Harp Dairesi gibi yarılegal yapıların yanında JİTEM gibi adı bilinen ama varlığı kabul edilmeyen yapılar oluşturuldu. Gerçekte bunlar, Devletin genel örgütlenmesi içerisinde yer alan, devlet bütçesinden yararlanan kadrolu subayların görev aldığı örgütlenmelerdi. Ama bu örgütlenmelerin yatay olarak kendi içerisinde nerede başlayıp nerede bittiği; kimlerle, toplumun hangi katmanlarıyla ne türden ilişkiler kurduğu büyük oranda gizli tutuldu. Hatta bu örgütlenmeler devletin kendi finansmanını sağlama aracı olarak da kullanıldı. Örneğin hatırlanacak olursa, Mehmet Ağar’ın İçişleri Bakanlığı yaptığı dönemde, söz konusu özel örgütlenmelerin uyuşturucu dahil sağlamış olduğu yıllık 50-60 milyar dolarlık girdinin, dış ticaret dengelerinin, ödeme dengesinin oluşturulmasında önemli bir rol oynadığı o günkü yayın organlarında yer alıyordu. Diğer bir ifadeyle Susurluk’ta dışavuran örgütlenmenin işlevlerinden biri de devleti finanseetmekti.
1993 kontrgerillanın en fazla palazlandığı ve biraz da özerklik kazandığı dönem oldu.
Binbaşı Ahmet Cem Ersever cinayeti 1993’ün niteliklerini yeterince anlatan bir olaydır. Soner Yalçın’dan aktarıyoruz:
“Binbaşı Ahmet Cem Ersever ile 7 Haziran 1993’te tanıştım.
Ersever’in cesedinin bulunduğu 4 Kasım tarihine kadar geçen beş aylık sürede çeşitli görüşmeler yaptım. Bunların çoğu yazılmamak üzereydi.
JİTEM’i, JİTEM’in neden ve nasıl kurulduğunu, ilk komutanının kim olduğunu; “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ı, Vedat Aydın’dan Musa Anter’e kadar nice yargısız infazın nasıl yapıldığını, PKK itirafçılarının kimler olduğunu, bunların hangi cinayetlerde kullanıldığını Binbaşı Ersever anlattı.
İlk kez bir subay, Güneydoğu’daki hukuk dışı hareketler konusunda, kontrgerilla hakkında konuşmuştu. Ve çok şey biliyordu. Ersever’i hep şaşırarak dinledim.
Zamanla Ersever’le görüşmemizi birileri öğrendi. Ve daha fazla konuşmaması için onu öldürdüler. Nüfus cüzdanını beyaz bir zarf içinde bana gönderdiler. Zarfta başka hiçbir şey yoktu.
(…)
Bir Binbaşı elleri ayakları bağlanıp, kafasına sıkılan iki kurşunla infaz edilip Ankara’nın çıkışına bırakılıyor ve kimsenin bu cinayetle ilgili sesi çıkmıyordu!”
Evet bu aynı zamanda kontrgerilla ilişkilerinin gücünü olduğu kadar kapsama alanının genişliğini de yansıtıyordu.
“O günlerde Başbakan Tansu Çiller’in ilginç bir demeci oldu.
Çiller, 4 Kasım 1993’te İstanbul’daki Holiday Inn Oteli’nde basın mensuplarına şöyle konuştu: ‘Türkiye, milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı karşıyadır. PKK’nın haraç aldığı işadamları ve sanatçılarının isimlerini biliyoruz, hesap soracağız.’
PKK’ya yardım eden 67 Kürt işadamı ve sanatçısının bulunduğu bir listeden bahsediliyordu.
Listenin ilk başında Behçet Cantürk vardı.
Ve Behçet Cantürk 14 Ocak 1994’te İstanbul’da evine giderken, polis yeleği giymiş kişiler tarafından otomobilinden indirilerek bilinmeyen bir yere götürüldü. Bir gün sonra cesedi bulundu.
Behçet Cantürk’ü diğer cinayetler takip etti: Fevzi Aslan, Salih Aslan, Savaş Buldan, Adnan Yıldırım, Hacı Karay, Sefa Erciyes, Yusuf Ekinci, Namık Erdoğan, Medet Serhat, Faik Candan gibi Kürtler, İstanbul ve Ankara’da kaçırılıp öldürüldü.” (Soner Yalçın)
Nitekim o süreçte yargısız infazlar, Kürt coğrafyasının dışında da devrimcilerle karşılaşılan her ortamda gündeme gelmeye başladı. Susurluk kazasından sonra Ayhan Çarkın yaptıkları infazları ayrıntıları ile anlatmış, Mehmet Ağar da 1000 operasyon yapmakla övünmüştü.
Aslında bu örgütlenmeleri bütünüyle illegal addetmek yanlış. Aksine devletin etkili ve yetkili kadrolarının yasal çerçevenin dışına çıkan eylem ve ilişkilerinden söz edilebilir. Bu eylem ve ilişki ağı içerisinde yer yer bütünüyle illegal konumlanmalara gidilse de bunlar devletin legal kadrolarının bilgi ve iradesi dahilinde olmaktadır. Söz konusu ilişkiler salt Çatlı, Kırcı gibi uç örneklerden veya itirafçılaştırılmış unsurlardan ibaret görülürse, niyetten bağımsız olarak devlet ve söz konusu kişileri kullanan legal kadrolar bu örgütlenmenin dışında görülmüş, aklanmış olur.
1993’ün bir özelliği de kimilerinin “derin devlet” kavramıyla açıklamaya çalıştığı eylemlerin; Başbakan Tansu Çiller, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ve İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın iradesiyle gerçekleştiğini ortaya koymuş olmasıdır. Yani o ilişkiler, atfedilen tüm “derin” yakıştırmaların aksine devletin dışında veya ona rağmen varolan ilişkiler değil devletin temel bileşenlerinden biridir.
Özellikle 1990’lı yıllarda yapılan araştırmalar, söz konusu ilişkiler üzerindeki perdeyi büyük ölçüde kaldırdı. Aydın/demokrat kimliğiyle bilinen yazarların yaptığı araştırmalar incelendiği zaman, kontrgerilla diye bilinen yapılanmanın önemli bir kısmının ortaya çıkmış, deşifre olmuş isimlerden ve ilişkilerden oluştuğu görülür. Ne var ki ortaya çıkan veya çıkarılan ilişkilerin üzerine gidilmediği, hatta Susurluk davasında olduğu gibi yargı konuyu örtmeye hizmet ettiği için, bugün kontrgerilla sadecedeşifre olmuş sınırlı sayıdaki insandan ibaretmiş gibi gösterilebiliyor.
1990’ların sonunda ABD’ye giden uyuşturucunun yüzde 60’ının Türkiye kaynaklı olduğunun gizlenemez hale gelmesi ve kamuoyunda uyuşturucu ticaretine karşı duyulan tepkinin giderek artmasıyla birlikte Türkiye uyuşturucu ticaretinden/gelirinden mahrum kaldı. Bununla beraber, “terör” gerekçesinin arkasına sığınıp kazandığı hareket serbestisini uyuşturucu ticareti için kullanan kesimler büyük oranda işlevsiz/fonksiyonsuz hale geldi. Buna, uluslararası konjonktürde sözde de olsa öne çıkarılan demokratikleşme söylemi ve ABD’nin milliyetçiliği besleyen yapılardan rahatsızlığı eklenince, bir anlamda işsiz kalan kişilerin üzerindeki dokunulmazlık zırhı, onları eskisi gibi koruyamayacak denli inceldi. Bu bağlamda AKP’nin deşifre olmuş birkaç kontrgerilla eskisini gözaltına alması bir marifet veya temizlik değildi. AKP’nin Ergenekon hamlesi 2001 krizinden bugüne yaşanan gelişmelerle doğrudan ilintilidir.
ERGENEKON DAVASINI ANLAMAK AKP’Yİ İKTİDAR YAPAN SÜRECİ ANLAMAKTAN GEÇİYOR
2001’de yaşanan mali kriz, Türkiye’yi teslim almaya yönelik, büyük oranda suni olarak tetiklenmiş bir krizdi. Bu kriz bir taraftan üçlü koalisyonu çökertirken diğer taraftan AKP’ye iktidar yolunu açtı.
Oligarşinin, tekelci burjuvazinin bir kesimine kadar daralması, bunun dışında kalan çok geniş bir burjuva yelpaze içinde AKP’ye hareket alanı sağladı.
AKP’nin Anadolu’daki orta burjuvazinin ve tekel niteliği kazanmış oligarşi dışındaki katmanların beklentilerini/taleplerini kendi ideolojik kimliğiyle harmanlaması sonucu aşağıdan yukarı bir siyasi hareket gelişti. Bu hareket 2000’li yılların başından itibaren Irak’a saldırmak için gün sayan ABD’nin ihtiyaçlarıyla da örtüşen nitelikler taşıyordu.
Ortadoğu için ılımlı İslam projesinin ortaya atıldığı, Büyük Ortadoğu Projesi’nin tasarı olmaktan çıkıp uygulama aşamasına geldiği bir dönemde, Türkiye’de yükselmekte olan siyasal yapılanmaya ideolojik bir kimlik olarak ılımlı İslam tezi ABD tarafından monte edildi. Bu siyasal yapı, 2003 seçimlerinde ABD’nin sağlamış olduğu açık destekle, zaten yıpranmış olan iktidarı ele geçirdi.
AKP’nin iktidar olması ve oligarşi dışında kalan burjuva çevreleri gözeten politikalar izlemesi, bu kesimleri memnun etti ve aralarındaki ilişkiyi giderek geliştirdi. Ancak 24 Ocak Kararları sonrasında var olan haklarının büyük bir kısmını zaten kaybetmiş olan ezilen kesimlerin yaşama koşulları daha da zorlaştı.
Globalleşme süreciyle birlikte bütün dünyanın tek bir pazar olarak tasarlanması, gümrük duvarlarının aşınması sonucunda Türkiye’deki iş gücünün giderek Çin, Hindistan, Malezya gibi ülkelerdeki ucuz işgücü seviyelerine doğru çekilmesi, yoksullaşmayı arttırdı. Yoksullaşmanın artışı sisteme karşı olan tepkiyi de gündeme getirdi. Aynı şekilde AB süreciyle birlikte köylünün, Avrupa ülkelerinde ileri teknolojiyle üretilmiş ve sübvanse edilmiş tarım ürünleriyle rekabet etmek zorunda bırakılması, tarım kesiminde aşırı bir yoksullaşmaya yol açtı. Sonuçta AKP’nin desteklediği kesimler dışında kalan iş çevrelerinde ve halkta AKP’nin 3-4 yıllık iktidarına bir tepki oluşmaya başladı. Ancak geniş halk kitlelerinin bu tepkisini örgütleyerek siyasal zemine taşıyacak bir yapılanmanın olmaması sebebiyle AKP, gerek hak gaspları konusundaki saldırganlığını gerekse Yargıtay’ın, Danıştay’ın karalarını dahi yok sayan cüretkarlığını tırmandırarak sürdürdü.
Oligarşi dışında kalabilen burjuva katmanların AKP’yle sürdürdüğü ittifak sonucunda giderek ekonomik anlamda bir şekillenme ortaya çıktı. Destekle büyüyen, büyütülen burjuva katmanlar tekelleşerek kendi içerisinde oligarşik bir nitelik kazandı. Ve sonuçta AKP’nin bizatihi kendisi, emperyalizmle bütünleşti; sadece Türkiye’deki devlet-toplum ilişkisi yönünden ılımlı İslamı uygulayan bir araç olmaktan çıkıp ekonomik anlamda da onun en ayrıcalıklı işbirlikçisi haline geldi.
Önemli boyutta mülkiyet değişiminin yaşandığı bu süreçte geleneksel oligarşi içerisinde önemli bir kesimin konumu sarsıldı, ekonomi içerisindeki ticaret ve kar payında önemli azalmalar oldu. Hatta bunlardan bir kısmı (Kara Mehmetler, Uzan, vb) varlıklarının neredeyse tümünü kaybetmekle karşı karşıya kaldı.
Tam da bu dönemde adım adım örülen bir oluşum dikkat çekti. Bugüne kadar konumunu devletin içerisindeki ayrıcalıklı ilişkilerine dayanarak sürdürme eğilimi içerisinde olan geleneksel oligarşi, eski işbirlikçilerinden arta kalanlarla bir ittifak oluşturdu. Ve bu ittifakın bileşenleri, siyasal bir güce dönüşme hesapları paralelinde, bu süreçte siyasal bir temsilciden yoksun olmalarını da dikkate alarak geniş halk yığınlarına doğru bir yönelime girdi.
SERMAYE ÇATIŞMASI CUMHURİYET MİTİNGLERİYLE SOKAĞA YANSIMIŞ OLDU
Bilinir ki bir siyasal partinin başarısı, kendi dayandığı sınıfların çıkarlarını toplumun tümünün çıkarlarıymış gibi gösterme becerisinde yatmaktadır. İşte bu nedenle geleneksel oligarşi, devlet içerisindeki ve sermaye kesimindeki bileşenlerle birlikte toplumdaki güçlü demokratik talepleri dillendirerek gerçek kimliğinin tersine demokratik bir hareketmiş gibi ortaya çıktı. Ve AKP’den rahatsız tüm kesimlerin temsilciliğine soyundu.
Tuncay Özkan ve arkadaşları, 3 yıllık süreç içerisinde kasaba kasaba dolaşarak önce üçer beşer, sonra ellişer yüzer kişilik kahve toplantılarıyla bütün Anadolu’yu tarayarak sanki gerçek bir demokratikleşmeyi hedefliyormuş gibi toplumun aşağıdan yukarıya katılımını sağladı. Ve Cumhuriyet Mitingleri’yle tanımlanan süreç ortaya çıktı.
Daha sonra ortaya atılan iddialardan da görüleceği gibi AKP ve onun arkasındaki egemen sınıflar Cumhuriyet Mitingleri’nin hazırlık sürecinde boş durmamış, bu hareketi etkisizleştirebilmek için kapsamlı bir hazırlık yapmış ve uygun bir konjonktürde Ergenekon Davası’nı devreye sokmuştur. Bunun için özellikle kimi provokatif eylemlerde deşifre olan kişiler ön plana çıkarıldı. Örneğin hatırlanacak olursa Tarsus’ta Newroz kutlamaları sırasında bir bayrağın yakılması olayı gündeme gelmişti. Daha sonra o olayın PKK ile ilintili olmadığı, o bölgedeki Kuvayi Milliye Derneği’nin sınırlı sayıdaki emekli subayınca tezgahlanmış provokatif bir eylem olduğu ortaya çıktı. İşte AKP gerek bu tür eylemlerin faillerini gerekse eski kontrgerilla ilişkilerinden deşifre olmuş birkaç kişiyi yeniden bulmuş gibi alıp ortaya çıkarttı. Ve davada bu kişiler bir anlamda yargılama meşruiyeti için basamak olarak kullanıldı.
Ergenekon, sanıkların niteliği itibarıyla homojen bir dava değildir.
Gözaltına alınanların bir kısmı, hiçbir siyasal işlevi olmayan, kendi halinde kenarda oturan artık bütünüyle gücünü kaybetmiş insanlardır. Bunları tasfiye etmek, bugünkü sürece ne bir siyasal müdahale amacı taşır ne de Türkiye’deki demokratikleşmenin önünü açar. Çünkü sorun devletin tepeden tırnağa antidemokratik olan örgütlenmesinde yatıyor. Bu faşist örgütlenmeyi, ancak çıkarları onunla çatışan geniş halk yığınları parçalayabilir. Daha da önemlisi AKP’nin temsil etmiş olduğu tekelci burjuvazinin uzun vadeli çıkarları, devlet içerisindeki bu tür köklü örgütlenmelerin varlığıyla örtüşüyor. Antidemokratik uygulamalar, bunlara dayanarak, bunlar aracılığıyla sürdürülüyor. Sayıları 600-700’e varan kendi milletvekilleri hakkındaki soruşturma ve dokunulmazlığı kaldırma dosyalarını her defasında dönem sonrasına erteleyerek çoğunlukta olduğu parlamentoyu bile işlevsiz hale getiren bizatihi AKP’nin kendisidir. Arkasına aldığı ABD (emperyalizm) ve egemen sınıflar sistemin antidemokratik niteliğinden nemalanırken AKP’nin demokratikleşme yönünde adım atması mümkün değildir. Bu ancak, çıkarları devletin faşist niteliğiyle çatışan halk güçlerinin örgütlü müdahalesiyle mümkündür. Bu yapılmadığı sürece, Ergenekon dosyasında ismi geçen kişilerin tamamı tutuklansa, en ağır cezalara çarptırılsa, devletin faşist niteliğine ilişkin hiçbir şey değişmeyecektir. Çünkü faşizm bir devlet biçimidir. Varolan devlet bütünüyle parçalanmadan demokratikleşme mümkün değildir.
Ancak bu genel perspektif çerçevesinde hiçbir demokratik özü olmasa da ortada bir çatışmanın olmadığı söylenemez. Evet ortada, üzerinde sıkça durduğumuz, değerlendirmeler yaptığımız ve Cumhuriyet Mitingleri’yle sokağa taşan bir sermaye çatışması var. Taraflar sahip oldukları araçları bu çatışmada öne çıkarınca, kimileri bu çatışmayı söz konusu araçlardan ibaret zannedebiliyor. Gerçekte ise ne AKP, ne Genelkurmay ne de Yargıtay veya YÖK çatışmanın asli unsurları değildir. Kurumlar, çatışan taraflarla ilişkileri oranında saf tutuyor. Bu mücadelenin dışavurduğu alanlardan biri de devlet kurumları içerisindeki kadrolaşmadır. Bu, bir üniversitede var olan yapıyı yukarıdan aşağıya antidemokratik bir şekilde tasfiye etmek biçiminde olabildiği gibi adli makamlarda, Danıştay’da, bütün bakanlık kurumlarında, hatta var olan sivil toplum kuruluşlarında bile insiyatifi ele geçirerek, varolanları kendi kadroları ile değiştirmek biçiminde de olabiliyor. Bu, en sıradan muhalefet eğilimine dahi tahammülü olmayan ve her şeyi tek elden belirleme eğilimi taşıyan faşist anlayışın hakim kılınması çabasıdır. Tabii her gelişmeyi Ergenekon Davası ile ilişkilendirmek gerekmiyor. Ama davanın mevcut sermaye çatışmasında karşı tarafı etkisizleştirmede önemli araçlardan biri olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin haftalık yayınlamış olduğu bültenlerle TÜİK’e oranla daha objektif veriler sunarak ekonomik işleyişteki tepetaklak oluşu ortaya koyan ATO’nun istatistikleri artık yayınlanmıyor. Bunun için Oda’nın başkanının gözaltına alınmasının (Ergenekon’la ilişkisi olup olmamasından öte) yaratmış olduğu intiba ve gözdağı yeterli olmuştur.
Burada iki temel amaçtan söz edilebilir; birincisi, kendi duruşunu ve emperyalizmle ilişkilerini meşru kılıp arkasına kitleleri toplamak. İkincisi davayı, çatıştığı sermaye kesiminin temsilcilerinin üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi sallayarak onları dize getirmek. Diğer bir ifadeyle AKP, bir kötülüğü tasfiye etmekten çok o kötülüğü tasfiye ediyor gibi görünmenin meşruiyetini arkasına alarak, en antidemokratik duruşuna rağmen kitleleri yedeklemeyi amaçlıyor. (Bu davaya şu veya bu şekilde olumluluk atfeden herkes niyetten bağımsız olarak AKP’nin değirmenine su taşımış oluyor.)
Amaç, belirtildiği gibi gerçekten “bugüne kadar kimsenin üzerine gidemediği çeteleri çökertmek” olsaydı, Susurluk dosyasının raftan indirilerek ciddi bir yargılamadan geçirilmesi bile bu ihtiyacı belirli oranlarda karşılardı. AKP ise tam tersini yaptı; işin içine bir milyon kişinin gizlice dinlenmesine dayalı telefon kayıtları, yarım milyon sayfalık belge, vb girince konu aydınlanmış değil aksine boğulmuş ve hedef dağıtılmış oldu. Dava öyle bir hale getirildi ki AKP’ye muhalefet eden herkesin üzerine Ergenekoncu olma kuşkusu düşürüldü. Türkiye’de ilk defa sol yapılar Kontrgerilla ile ilişkilendirildi. Sivas, Gazi gibi katliamlar, ya sol yapılarla ilişkilendirildi, ya da mevcut delillere yönlendirilmiş bilgi ve belgeler eklenerek, gerektiğinde de dosyalar kaybedilerek katiller aklanmaya çalışıldı. 20-30 yıl önce yaşanmış olaylar da davada öne çıkarılan deşifre olmuş sınırlı sayıdaki sanıkla (belgeye ihtiyaç duymadan veya gizli tanık ifadeleri gibi uydurma belgeler üzerinden) ilişkilendirilerek geriye doğru da bir aklanma yaşanması amaçlandı. Ve sonuçta öyle bir apolitizasyon ortamı yaratıldı ki insanlar gölgesinden korkar hale geldi.
Sistem artık fiziki imha yöntemlerinden çok, algıyı yönlendirerek kişiyi taraf kılma/kazanma yöntemine başvuruyor. Bu şekilde, solda duran veya aydın kimliği ile bilinen pek çok kişi farkında olmadan sisteme yedeklenmiş ve sistemin hizmetine girmiş hale getirilebiliyor. Böylece sınıfsal bakış açısı dağıtılabildiği oranda, gerçekte sınırları belli olmayan bir hedef, Donkişot’un yel değirmenleriyle mücadelesi gibi soyut bir düşman yaratılarak bunun etrafında taraflar üstü, sınıfsallık dışı bir buluşma gerçekleştiriliyor.
BİRKAÇ KONTRGERİLLA ESKİSİNİ YARGILAMAK
TÜM KURUMLARIYLA FAŞİST BİR ORGANİZASYON OLAN DEVLETİ DEMOKRATİKLEŞTİRMEZ
Adı kontrgerillaya karışmış tek bir kişi kalmasa dahi tepeden tırnağa bir demokratikleşme yaşanmadığı sürece, faşist devlet örgütlenmesi, kontrgerilladan çok farklı olmayan sonuçlar üretmeye devam edecektir. Polisin sadece 2008’de 20’yi aşkın kişiyi vurup sonrada olayları “pencereden düştü”, “kafasını çarptı” biçimindeki açıklamalarla geçiştirmesi, bunun göstergelerinden sadece biridir. Kaldı ki ortada ne kontrgerillanın tasfiye edildiğine, ne de MİT, JİTEM, Özel Harp Dairesi gibi hukuk dışına kolaylıkla çıkabilen kurumların işlevinin farklılaştığına dair en küçük bir belirti yok. Buna rağmen AKP, Ergenekon gibi bir dava ile kimi sol yapıların desteğini alacak denli demokratikleşme yönünde adım atmış kabul ediliyorsa; bu, emperyalizm ve devlet olgusuna olduğu kadar, demokratikleşme sorununa da bakışta sınıfsal ölçülerin yitirildiğinin göstergesidir.
Konumuz kişilerden çok sistemin niteliği ile ilintilidir. Ancak yine de etkili isimlerden söz edeceksek akla ilk gelmesi gereken isim Büyükanıt’tır. Hani o Şemdinli’deki kitapevi bombalamasında suçüstü yakalananları sahiplenen, onları öven ve Kürt coğrafyası için orada görev yapan sıradan çavuşu bile tanıdığını söyleyen Büyükanıt. Soruşturma yapanlara karşı savaş uçaklarını gözdağı olarak kullanan Büyükanıt. Ne var ki bugün Kontrgerillanın üzerine gidildiği imajı verilirken bırakalım Büyükanıt’ı; Tansu Çiller, Doğan Güreş veya Mehmet Ağar’ın da üzerine gidilmiyor.
Anımsanacak olursa Susurluk davasında adı şu veya bu şekilde geçen Genelkurmay bağlantılı kişilerin üzerine gidilmemiş, hatta dikkatler üzerlerine toplanmasın diye önemli bir kısmının ifadesi dahi alınmamıştı. Ergenekon davasında dikkat çeken niteliklerden biri de Susurluk davasından farklı olarak Genelkurmay’la ilişkili kişilerin üzerine gidilecekmiş gibi bir imaj yaratılmasıdır. Sürecin ilk etabında “darbe hazırlıkları”, “itiraflar”, “muvazzaf askerler” derken davada askeri muafiyetin yaşanmayacağı intibaı oluşmuş, ancak ilerleyen günlerde bu yönelimin Genelkurmay üzerinde bir basınç oluşturmak amacıyla kullanıldığı görülmüştür. AKP’nin kapatılmaması da Yüksek Askeri Şura’dan tek bir subayın dahi gerici faaliyetlere katılmak iddiasıyla tasfiye edilmemiş olması da sanıldığının aksine bir uzlaşmanın değil, AB ve ABD destekli AKP’nin kendisini dayatmasının sonucudur.
Tam da bu noktada ABD’nin nasıl bir ordu istediği ile ilinti kurmak gerekiyor. Türkiye’de ordunun biçimlenmesi alabildiğine milliyetçi temeldedir. Milliyetçiliğin özü de yakın zamana kadar antikomünizmdi. Kontrgerilla, Türkiye’yi komünizmin saldırılarına karşı koruyacak ulvi milliyetçi görevler etrafında oluşmuş çekirdek bir yapıdır. Ordu, MİT, vb yapılarla önemli oranda kesişse de taşıdığı girift niteliklerle görece özerk bir hareket kabiliyetine de sahiptir. ABD, Türkiye’deki milliyetçi değerleri ve dini duyguları yücelterek onlar etrafında bu katı faşist örgütlenmeyi ayakta tutabilmiş ve meşru kılabilmiştir. Ama Sovyetlerin dağılmasıyla beraber bu motivasyon büyük oranda ortadan kalktı. Onun yerine bu etkili ve yetkili ilişkiler yukarıda da belirttiğimiz gibi ekonomik yönden devletin finansmanı için kullanıldı. Bugün gelinen noktada ne kontrgerilla ilişkilerinin ne de orduyla ilişkilerin eski biçimde sürdürülmesi ABD’nin BOP kapsamında bölge politikalarına denk düşmüyor.
Daha önce yaptığımız bir değerlendirmede “Türkiye ile ABD arasındaki tek gerilme noktası Kürt sorunudur” demiştik. Türkiye’nin bu konudaki katı milliyetçi tutumu ile ABD’nin Kürt olgusunu BOP’un eksenine oturtması arasındaki çelişme, bölgedeki hemen her sorunda şu veya bu oranda dışa vuruyor. İşte ABD gerek bu sorunu zamana yayarak aşmak gerekse bölgede Türk ordusunu aktif biçimde kullanabilmek ve Türkiye’de yükselen ABD karşıtlığını aşağı çekmek için çeşitli hamlelerde bulundu. Bunlardan biri de milliyetçilik dalgasının aşağı çekilmesidir. AKP’nin büyük oranda Cumhuriyet Mitingleri’nde rol alan iradeyi tasfiye etmek üzere başlattığı Ergenekon operasyonunun işlevlerinden biri de budur. Bu çerçevede Ordu içerisinde bir süredir, ABD’nin ihtiyaçları doğrultusunda, bir tasfiye olmasa bile, bir etkisizleştirme/ehlileştirme süreci başlatılmıştır.
Daha önce yaptığımız çeşitli değerlendirmelerde de Sovyetlerin dağılması sonrasında, devletlerden gümrük duvarlarına kadar ulusal içerikli tüm dirençlerin, sömürünün küreselleştirilmesinin önünde engel olarak görülmeye başladığına dikkat çekmiştik.
Ergenekon operasyonu sırasında, Kontrgerillaya şu veya bu şekilde bulaşmış kişilerle salt ulusal/milliyetçi duruşu sebebiyle AKP politikalarına karşı olanların harmanlanarak gözaltına alınması, aynı potada eritip tasfiye edebilmek içindir. Ulusalcılık sınırı ile kontrgerilla sınırının nerede başlayıp nerede bittiğinin belirsizleştirildiği bir süreç yaşandı.
ABD artık daha hızlı karar verip daha hızlı uygulayan bir yapılanma beklentisi içindedir .Büyük olasılıkla 5 Kasım’da Oval Ofis’te yapılan görüşmede bu konuda belirli bir mesafe katedildi. Ancak gerek yaşanan krizin boyutu gerekse Kafkaslara kadar uzanan bölgenin niteliği ABD’yle daha doğrudan ilişkileri ve daha Amerikancı duruşu zorluyor. AKP ile ilgili bir sorun yok, adeta ABD’nin Ortadoğu konsolosluğu gibi işliyor. Kafkaslardaki kriz sırasında ABD’nin ihtiyaçları çerçevesinde Abdullah Gül’ün Ermenistan’a, Tayyip Erdoğan’ın Suriye’ye gitmesi bir örnektir. İşte ABD, ordudan üst bürokrasiye kadar böyle bir duruşu temenni ediyor.
Bu yıl devir teslim töreninde subaylarla astsubayların bugüne kadarki geleneğin aksine ABD ordusunu çağrıştırır tarzda aynı alanda yer alması, Genelkurmay Başkanı’nın basınla konuşurken sıradan konulara girerek resmiyetten kaçınması gibi ayrıntılar, bir yönelimin biçimsel de olsa işaretleri olarak görülebilir.
Bu yönelim, bazen ileri bazen de geri adımlarla devam edecektir. Önemli olan kimin, neyi, ne için yaptığını görebilen bir perspektifle olaylara bakabilmektir. Konumuz gereği Marksizm’in devlet tahlili büyük önem taşıyor. Emperyalizm/kapitalizm gericilik üreten bir sistemdir. Bu sistemde burjuva demokrasileri dahil tüm devlet biçimleri birer burjuva diktatörlüğüdür. Sınıfsal niteliği gereği, kendi koyduğu hukukun dışına çıkma eğilimini her zaman bağrında taşır. Gladio, bu eğilimin bir dönem dışa vurmuş biçimlerinden sadece biridir. Emperyalizmin bugün askeri darbelere veya Gladio’ya büyük oranda ihtiyaç duymaz hale gelmesi, demokratikleştiğinin değil, bu yöntemlerin muadilini geliştirmiş olduğunun göstergesidir. Eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde yapılan renkli devrimler buna bir örnek sayılabilir.
Sırbistan, Ukrayna, Gürcistan gibi ülkelerde yapılan renkli devrimleri belki sosyalizmden kapitalizme dönüş halinde olmayan bir ülkede uygulamak zordur. Fakat, farklı ülkelerde yapılan bu müdahalelerin birbiri ile benzerliğine dikkat çekmek, bu tür müdahalelerin mutlaka bir Gladio gerektirmediğini anlamak açısından önemlidir.
Renkli devrim yapılan ülkelerde Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün şubesinin veya benzerinin açıldığı; Sırbistan’daki Otpor gibi Gürcistan’da Kmara ve Ukrayna’da Pora adlı yine Soros destekli gençlik örgütlerinin kurulduğu; Sırbistan’daki B92 radyosu gibi Gürcistan’da Rustavi-2 televizyonunun, Ukrayna’da Kanal 5 adlı TV’nin provokatif propaganda rolünü üstlendiği ve “Turuncu devrimin sesi” gibi hareket ettiği artık biliniyor. Renkli devrimlerin bir özelliği de yönlendirici kadronun devrim sonrasında ya milletvekili ya bürokrat ya da işadamı olmasıdır. Örneğin Ukrayna’da renkli devrimden sonra Soros’un Ukrayna’daki Açık Toplum Enstitüsü’nün yöneticisi B. Tarasyuk dışişleri bakanı; enstitünün yönetim kurulu üyesi Y. Mostova’nın eşi A. Gritsenko da Savunma Bakanı yapıldı. Pora’nın Başkanı Kaskiv de devlet başkanı Yuşçenko’nun danışmanlığına getirildi.
Belki kimilerinin yaptığı gibi Ergenekon Davası’nı Türkiye’nin renkli devrimi, eski Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki renkli devrimleri de Ergenekon olarak tanımlamak abartılı olur; ama, o ülkelerde de hedefe konan kişilerin darbe yapacak olmakla suçlanması veya yıpratılmak istenenlerin “çeteci”lerle beraber gözaltına alınarak toplumda onlara dönük kanaatlerin yönlendirilmesi gibi yöntemlerin kullanılması; Türkiye’de de Soros dahil emperyalizmin elinin gerek STK’larda gerek farklı alanlarda daha fazla hissedilir olması emperyalizmin ve yöntemlerinin benzerliği açısından dikkate değerdir.
ERGENEKON DAVASI BİR TAŞLA BİRDEN ÇOK KUŞ VURMA BAŞARISIDIR
1- AKP, bu dava ile Cumhuriyet Mitingleri’ni organize eden iradeyi dağıtmış; onları çete üyesi olarak bilinenlerle aynı operasyona dahil ederek toplum nezdinde yıpranmalarını sağlamıştır.
2- AKP, Kontrgerilla eskisi deşifre olmuş üç-beş kişiyi gözaltına alarak hem “çeteleri çökerten hükümet” ünvanı kazanmış, hem de temizlik görüntüsü vererek bir anlamda çeteleri aklamıştır.
3- AKP, Sol kimliği ile bilinen kişilerin hatta devrimci yapıların adının davada geçmesini sağlayarak, kontrgerillanın bütünüyle faşist veya sağ görüşlü insanlardan oluştuğu biçimindeki genel doğrunun üzerine kuşku düşürmüştür.
4- AKP, Sivas, Gazi gibi gerçekte faili bilinen katliamları aydınlatma bahanesiyle; hedef şaşırtmış, bu katliamları da şu veya bu şekilde sol ile ilişkilendirme yoluna gitmiştir.
5- Maraş katliamı gibi üzerinden yaklaşık 30 yıl geçmiş olaylar da davadaki deşifre olmuş birkaç kişiyle ilişkilendirilerek aklanmanın geriye doğru da yaşanması ve faili aydınlanmamış bir olayın kalmadığı intibaının yaratılması amaçlandı.
6- Dava, toplumun apolitize edilerek teslim alınması için de kullanıldı. İnsanlar her an herhangi bir nedenle gözaltına alınabilme tehdidi altında sindirildi.
7- Türkiye’deki Kontrgerilla örgütlenmesi sanıldığının aksine birkaç tane tetikçiden veya görevini kötüye kullanan birkaç yetkiliden oluşmuyor. Aksine devletin faşist niteliği sebebiyle mevcut organlarla iç içe geçmesi ve yaygınlaşması kolay olmuştur. Gerek bu nedenle gerekse devletin mevcut organlarının doğal işleyişinin kontrgerilladan çok farklı olmamasından dolayı bugün kontrgerillanın nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek zordur. İşte Ergenekon Davası, devlet içerisindeki bu kalıcı niteliği/işlevi gizleyen bir rol de oynamıştır. Bunda, davaya şu veya bu şekilde olumluluk atfeden ve Kontrgerillanın kapsamı konusunda bir çeşit cehalet halini yansıtan sol yapı ve kişilerin de rolü olmuştur.
8- AKP, Kontrgerillayı çözdüğüne dair bir inandırıcılık yaratabildiği ölçüde darbe karşıtlığına da soyunmuş ve gerçekte bir darbeyi ihtiyaç olmaktan çıkaracak denli halk düşmanı uygulamalarına rağmen solun bir kısmını yedeklemeyi başarmıştır.
9- Emperyalizmle işbirliği içinde politika üreten AKP’nin Ergenekon hamlesi saydığımız tüm bu nedenlerle, sınıflar mücadelesi üzerinde yapacağı etki bağlamında emperyalizmin de ihtiyacıdır. Özellikle ordudaki ehlileştirme ve toplumdaki depolitizasyon, ABD’nin BOP kapsamındaki beklentilerine denk düşmektedir.
Dava öylesine önemsendi ki AKP’nin onu örtbas edebileceği kaygısına düşenler oldu.
Kocaeli Garnizon Komutanı Korgeneral Galip Mendi’nin 3 Eylül 2008 tarihinde Kandıra F Tipi Cezaevi’nde bulunan Ergenekon Davası sanıkları emekli generaller Hurşit Tolon ve Şener Eruygur’u TSK adına ziyaret etmesi üzerine SDP Genel Başkanı Filiz Koçali, yaptığı açıklamada sanki dava AKP dışında ve AKP’ye rağmen yürütülüyormuş gibi “Gelinen noktada AKP’nin, Ergenekon Davası’nın arkasında durmak bir yana, davayı örtme, hasıraltı etme işlevini üstlenmekte olduğu açıkça görülmektedir.” değerlendirmesini yaptı. Aynı açıklamada geçen “Ergenekon Davası’nın gerçek tarafı olan demokrasi güçlerini dava sürecinin TSK ve AKP eliyle kadük edilmesini engellemek üzere harekete geçmeye çağırıyoruz.” ifadesi kanaatimizi de kaygılarımızı da güçlendirdi.
Elbette bu davada yargılanan sınırlı sayıdaki kontrgerilla elemanının “harcanması” yerine devlet zırhıyla “vefa borcu” bağlamında korumaya alınması daha yüksek bir olasılıktır. Bizim tartışmamız bütünüyle bu ikilemin dışındadır. Biz Ergenekon Davası’nın kimlerin ihtiyacı olduğuna, kapsamındaki güdüklüğe, hedef şaşırtıcı niteliğine ve bütün bir toplumu apolitize edecek denli yüklendiği özel rollere dikkat çekmek istedik.
Dava’nın solu böldüğüne dair değerlendirme yapanlar da oldu. Örneğin Hürriyet Gazetesi “Sosyalist solda Ergenekon çatlağı” başlığı attı ve “Aydınlar bu konuda üç kutba bölündü” değerlendirmesini yaptı.
Ergenekon iddianamesinin sola dair birtakım gerçekleri açığa çıkaran bir rol oynadığı doğrudur. Ancak açığa çıkanın ne olduğu konusunda da herkesin durduğu yere göre tanımı değişiyor. Belki birden çok gerçekliğin su yüzüne vurduğundan veya bilinen kimi sonuçların daha bariz biçimde ortaya döküldüğünden söz edilebilir. Ama biz tartışmalardaki kalite ve bilimsellik oranındaki düşmenin diğer tüm sorunların önüne geçecek denli vahim olduğunu, daha da önemlisi, sınıfsal bakış açısından uzaklaşmanın giderek yaygınlaştığını düşünüyoruz. Tartışanların aydın olarak bilinmesi veya isimlerinin başında prof. vb’nin olması bu gerçekliği değiştirmiyor. Örneğin isminin başında prof. yazan Baskın Oran, Ergenekon Davası’na Susurluk’ta olduğu gibi destek vermeyenler için “Bu insanlar, yine daha önce de yazdım, evrenin en berbat içgüdüsüyle hareket ediyorlar: Korku.” değerlendirmesini yapıyor. Öncelikle belirtelim ki “evrenin en berbat içgüdüsü” korku değildir. İkincisi Ergenekon ile Susurluk arasında hizmet ettiği sonuçlar bakımından nitelik farkı var.
Tartışmaya “üçüncü kutba ihtiyaç var” diyerek katılan Ertuğrul Kürkçü; tartışırken “Ben zaten doğuştan bir kazma solcuyum” biçimindeki kendi ihtiyacı olan ifadelerle konuyu dağıtan Melih Pekdemir; Ergenekon soruşturmasından olumlu hiçbir sonuç beklemeyen dolayısıyla da destek vermeyen sola öfkelenmek yerine hüzünlendiğini söyleyen, adı Sorosçulukla ayyuka çıkmış Ahmet İnsel; olayı iri kıyım bir adamın cılız bir adamı evire çevire dövmesine benzeten Murat Belge, vb yazarlar incelendiğinde tümünün ortak yanının konuyu anlamaktan uzak sığ bir yaklaşıma hapsolmak olduğu görülür. Bu nedenle bugün öncelikle yapılması gereken şey, aydın denince akla gelen bu 5-10 ismin etkisi dışına çıkmak ve isimsiz de olsa olguları sınıfsal perspektif içinde değerlendiren kişi ve çevrelerin üretimlerine yoğunlaşmaktır.
Gerçekte bu tür tartışmalarda kutup seçmek (üçüncü kutup dahil) başlı başına bir değerlendirme/algılama sorununa işarettir. Ortaya birkaç seçenek konuyor ve herkes bu seçenekler içinde bir yerlerde görülerek yorum yapılıyor. Bu arada “AKP’li”, “Ergenekon’cu” veya “tarafsız” değildevrimci olan yaklaşım, ya yok sayılıyor ya da bu toz duman içinde gözden kaçıyor.
Gerçekte ne aydın olmanın ne de solda durmanın ölçüleri değişmiş değildir. Değişen, aydın olarak veya solda bilinen kimi kişi ve yapıların niteliğidir. Bugün genelde emperyalizme, özelde Fethullah Gülen ve AKP’ye olumluluk atfeden, onlardan demokratiklik damıtan kesimlerin demokratikliği (ve sivilliği), eski Sovyet cumhuriyetlerinde renkli devrim için basamak görevi gören STK’ların demokratikliği (ve sivilliği) kadardır.
Ortalıkta toz duman oranının arttığı doğrudur, ama önünü görmek ve her türlü yönlendirmeden bağımsız kalarak gelişmelere objektif bakmak isteyenler için hiçbir şey karmaşık veya bilinemez değildir.
14 OCAK 2008
DEVRİMCİ HAREKET