Geçtiğimiz günlerde yaşamını yitiren Arif Damar’ın cenazesinde imam, verdiği vaazda, “Yılandan çıyandan kaçan inanmış insanı Allah’ın adıyla kandırıp aldatıyorlar.” demiş. Günümüzün manipülasyon koşullarında bu, önemli bir vurgudur. Ne var ki “kandırma” işi salt Allah adıyla veya kutsiyet atfedilen öğelerle yapılmıyor.
Bugün artık, iktidar eliyle yürütülen kapsamlı bir “yanıltma-iç boşaltma-teslim alma” operasyonu söz konusu.
Eskiden iktidarlar, halkın sorunları karşısında üç maymunu oynar, sesini yükselteni zor yoluyla sustururdu. Bu yöntemin, bir dönemin askeri rejimleri gibi, sorunları geçici olarak bastırsa da çözmediği ve giderek tepkiye sebep olduğu görüldü. Krizli dönemde dünya ölçeğinde geliştirilen ve Obama’nın vizyonuyla örtüşen politikaların böyle bir bağlamı da vardır. Yok saymak veya ezmek yerine, “kansız” operasyonlarla (ehlileştirerek, vb. biçimde) teslim almak, tercih ediliyor.
İran, Irak, Suriye gibi ülkelerin sistemle entegrasyonu gibi, Alevi veya Kürt dinamiğini ülke içerisinde sisteme yedeklenmesi amaçlanıyor. Bunun için, temsil niteliği taşıyan yapılar muhatap alınıyor gibi görünse de, özünde ya ehlileştirerek sisteme katma, ya da çözümsüzlüğün sorumlusu ilan edip dışlama (marjinalize etme) gayreti gözleniyor.
Bu nedenle, bırakalım sorunları kökten çözecek adımlar beklemeyi, iktidar tarafından uzatılan her ele/şekere kuşku ile bakılmalı, iki kez düşünerek karşılık verilmelidir. Kaldı ki bugün gelinen aşamada, “havuç politikası”nın amaca ulaşmak için yeterli olmadığı ve emperyalizmin, “havuça sopayı da ekleyerek” yeni bir konsept için harekete geçtiği görülüyor. Bunun, bizim ki gibi ülkelere izdüşümü, faşizmin ihtiyaca göre güncellenmesi olacaktır.
Tam da bu noktada, faşizmin ne olduğu, hangi sınıfsal ilişkilerin ve tarihsel sürecin ürünü olduğu, ekonomi ile (dolayısıyla krizle) politik tercihler arasında neden doğrudan bir bağ bulunduğu meselesi, Marksist referanslar eşliğinde bir kez daha, üstelik hiçbir “yenilenme” tahrifatına uğratılmadan, anımsanmalı ve bilinçlerde tazelenmelidir.
Devrimciler, egemenlerin dünya ölçeğinde bütünlüklü ve sonuç alan bir imaj operasyonu yapabilmesini, aklı da gönülleri de çelmeleyen araç ve yöntemler geliştirmiş olmasını, elbette dikkate alacaktır. Ancak, bunun yolu, insanlığın binlerce yıllık üretimine sistematik bir biçim kazandıran Marksizm’in, temel önemdeki kolonlarını yıkmak değil, geliştirerek katkı koymak olmalıdır.
İktidarların eksiksiz ve kalıcı bir hakimiyet için illüzyona başvurduğu, hemen hiçbir dönem salt “sopa” ile yetinmediği, değişik oran ve biçimlerde “havuç”a da ihtiyaç duyduğu bilinmektedir. Örneğin, 33 yıl padişahlık yapan 2.Abdülhamit’in, Osmanlının ömrünü uzattığı söylenir.
Abdülhamit, “Hatıralarım” adlı kitapta, politikasını “Kurtlarla beraber ulumak” olarak ifade eder. Karşıtlarının “Kızıl padişah” yakıştırmasına sebep olan tarzıyla, muhaliflerini, söylemlerine sahip çıkar gibi yaparak etkisizleştirir. Gerçekte ise, onun devrine “istibdat” devri deniyor. Bu da ağır baskı dönemi anlamına gelmektedir. Abdülhamit, istibdadı “hafiye ağı”yla yürütür. Hafiye ise, bugünün gizli polisidir, ajanıdır, muhbiridir.
Bugün yaşananlar, ister Abdülhamit dönemiyle, ister kölecilikle, isterse de Hitler faşizmiyle kıyaslansın, isabetli tanımlamanın öncelikli koşulu, devlet biçimini sınıflar mücadelesinin belirlediği gerçeğini ıskalamamak ve faşizmin, tekellerin şiddeti olduğunu unutmamaktır.
Emperyalizm bir dünya sistemidir. Belirleyen ile belirlenen arasındaki bağ, irili ufaklı zincirlerden oluşsa da halkaların en kalınını ekonomi oluşturmaktadır. Elbette ilişki tek yanlı veya salt iktisadi de değildir. Ne var ki bu gerçeklik, Marksizm’in ABC’ sidir. Bugün yenilenme adına, sanki Marksizm her şeyi ekonomi ile açıklıyormuş gibi, ekonomik temel ile siyasi, hukuki, felsefi, ahlaki yansıma arasındaki karşılıklı ilişkiyi yadsımak ve devletlerin tutumunu “zihniyet”le açıklamak, kavrayış ve öngörü kabiliyetini zayıf düşürür. Ve giderek gelişmeleri kişilerle, hükümetlerle açıklayan, arka planı ıskalayan bir kısır döngüye sebep olur.
Bugün olguları çok daha iyi açıklayan ve bir fikri sistematiğin basamakları niteliğindeki temel kavramların yerine, “vesayet”, “sivillik”, vb. kavramları ikame etmek, sanıldığının aksine bir alternatif yönelimin değil, sistemin içinde kalan bir dille konuşmanın göstergelerinden biridir. Ve ne yazık ki AKP, bir duruş bulanıklığına sebep olmaya başlayan bu fikri bulanıklığı istismar etmede, hafife alınmayacak başarılar elde etmiş durumdadır. Öyle ki, halkın geleceğini ipotek altına alan, düşünsel ve fiili hareket imkanlarına pranga geçiren, emek ve insan karşıtı yasalar/uygulamalar, ya destek bulmakta ya da da sessizce karşılanabilmektedir.
Mesele salt, gündemdeki füze kalkanı değildir. Bu bir sistemdir. Yeni NATO konseptiyle, dünyanın herhangi bir yerine 6–7 saat içerisinde müdahale edebilecek şekilde bir güç/sistem oluşturuluyor. Buna göre, dünya ölçeğinde iktisadi araçlarla sürdürülen savaşa, gerektiği yer ve oranda, özellikle ABD çıkarları adına NATO da müdahil olacaktır.
Önümüzdeki dönemi “ticaret savaşları” belirleyecek. Ülkemiz şu anda bile bundan “nasibini” almış durumdadır. Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen boyutta bir finans işgali gerçekleşmektedir. Şu an Türkiye, sıcak paranın en fazla girdiği, devlet güvenceli en yüksek faizi alabildiği ülkedir. Aynı zamanda bunu olumlu bir gelişme gibi yansıtıp, önlem almayan tek ülkedir. Benzer durumdaki ülkeler, gelen parayı vergi, vb. ile sınırlayıp kontrol altına alırken, bizde teşvik edilmektedir.
Bu soygun ve talan cinnetini yasa ve uygulamaları ile beslemeyi ve güvenceye almayı varlık (ve kimlik) sebebi kabul eden AKP, çıkan her muhalif sesi, her itirazı baskı ve şiddetle yanıtlamakta, eksik kaldığı yerde, buna uygun yasaları acilen devreye sokmaktadır. Medya imkanlarını tekeline aldığı için, çok önemli özelleştirme ve hak gaspları sessiz sedasız gerçekleşmektedir. Yıllardır hayata geçirilmesi için fırsat kollanan 2B yasası (orman alanlarının talanı) gündemdedir. “200 bin kişiye istihdam oluşturacak” propagandasının ardında da, bugün var olan ve bu haliyle bile pek çok sıkıntıya sebep olan “esnek çalışma”yı kat be kat aşan bir kölelik yasası hazırlığı yatmaktadır.
Dünya ölçeğinde emperyalizm, işbirlikçi iktidarların olduğu bağımlı ülkelerde faşizm, on yıllara yayılacak bir saldırı ve sindirme operasyonunun taşlarını döşemektedir. Enerji ve hammadde kaynaklarının olduğu bölgelerde ve taşıma yollarında güvenlik almak için karakollar oluşturulacak, siber saldırıya karşı önemli iletişim hatlarının tam kontrolü sağlanacaktır. Yani giderek makyajı dökülen Obama’nın havuç siyasetine, “sopa” da eşlik edecek. Bu sopa, kimi yerde “ekonomik zor”, kimi yerde de istikrarsızlaştırma, vb. biçimde olacak; ihtiyaç oranında da devreye askeri zor girecektir. Yıllarca süreceği varsayılan bu ekonomik savaşın Ortadoğu cephesinde işlevlendirilecek ülkelerden biri de Türkiye olacaktır.
Milli Güvenlik Siyaset Belgesine işsizliğin ve Çin mallarının bir tehdit olarak girmesi de, işçi ücretlerinin 200 dolara çekilmesi de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Ne var ki, emeğe dönük çok daha kapsamlı operasyonlar beklenmelidir.
Emperyalizmin dünya coğrafyasına tırnaklarını geçirerek yaşam bulma tercihinin Türkiye’deki karşılığı faşizmin kendini daha koyu renklerle hissettirmesi biçiminde olacaktır. AKP’nin “ileri demokrasi” yalanları olsa olsa bu gerçekliği retorikle gölgeleme çabasıdır.
Elbette illüzyon ve yalan, salt AKP ile sınırlı değildir; emperyalizmin ve faşizmin her dönem silahı olmuştur. “Eğer yeterince büyük bir yalan uydurur ve sürekli tekrarlarsan sonunda insanlar buna inanacaklardır.” der Göbbels. Bugünün egemenleri için yalan ve manipülasyon artık bir sektöre dönmüş durumdadır. Gündemdeki konu nasıl kavratılmak isteniyorsa ona uygun bir “dil” ve “akıl” geliştirilmekte ve geriye bunun medya aracılığıyla pompalanması kalmaktadır. Bu bağlamda “eksen kayması”ndan “komşularla sıfır sorun” tartışmalarına “açılımlar”dan “füze kalkanı”na veya “krizin teğet geçmesi”ne kadar hemen her sorunun alternatifi bir dil ve akılla değerlendirilmesine ve haber vererek gelen faşist kuşatmanın doğru ve yeterli güç ve araçlarla karşılanması için imkan biriktirmeye ihtiyaç vardır. Bu, aynı
zamanda tüm devrimci demokrat kesimlere bir çağrıdır. Sorunun değerlendirilmesi de, alternatif güç ve imkanların neler olacağının tayini ve ortaklaştırılması da kolektif bir emeği gerektirmektedir. Bugüne dek ne yazık ki (hiçbir yapıyı muaf tutmaksızın söylüyoruz) ülkemizin devrimci demokrat kesimleri, birlikte hareket refleksi geliştirme konusunda başarılı bir sınav verememiştir. Bu nedenle öncelikle, “uygulanabilir araç ve amaç” eksenli bir ön tartışma öneriyoruz. Bunun, farklılıkların öne çıktığı, tarafların birbirine yakınlaşacağına uzaklaştığı o “bildik” süreçlere benzeyip “ölü doğum”la sonuçlanmaması için, her bileşene, sorumluluklar düştüğüne inanıyoruz.
25 ARALIK 2010 DEVRİMCİ HAREKET
Sayı 32 ( Mart – Mayıs 2011)