Deniz Kurtuluş
“Düşünce tembelliği içindeki bazı arkadaşlar, gerçek hayat fenomenlerine somut olarak yaklaşamamakta, gerçek durumun ve sınıf güçleri arasındaki ilişkinin dikkatli ve somut bir incelemesi yerine genel, yüzeyde formüller getirmektedirler. Bunlar bize yanılmaz bir amaçla ateş eden keskin nişancıları değil, ya çok yükseğe ya çok aşağıya ya çok yukarı ya çok uzağa ateş ederek her zaman hedefi şaşıran ‘yaman’ silahşörleri hatırlatmaktadırlar.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, May y., s.130-131)
Faşizm ve faşizme karşı mücadele, uzun yıllardır ülkemiz solunun gündemindeki önemli tartışma başlıklarından biri olmuştur. Bu temeldeki tartışmalar, çeşitli siyasi saflaşmaların, ayrımların ve ittifakların belirleyicisi olmuş, uzun polemiklere konu edilmiştir. Ne var ki uzun yıllara ve yazılara yayılan tartışmalara rağmen faşizm kavramı, ülkemiz solunda yaşanan kavram kargaşasının önemli noktalarından birini teşkil eder.
Hareketimiz ise bu konuyu hem kadrolaşma ve ideolojik netleşme bağlamında temel siyasi görev olarak partinin yaratılması doğrultusunda hem de ülkemiz solunda var olan kavram kargaşasının sona erdirilmesine katkı sunmak ve temel teorik sorunlarla ilgili belirli bir açıklığın sağlanması amacıyla ele almaktadır. Faşizm ve faşizmin tahliline ilişkin, var olan sakat yaklaşımları mahkum ederken, bu kadük yaklaşımların yine de olumlu bir sonucu olarak ideolojik birliğimize katkı sunmasını umarak faşizm üzerine kısa bir ders niteliği taşıması için bu satırları yazıyoruz.
Solda kimi topluluklar faşizm meselesinin üzerine öyle büyük bir mercek tutmaktadır ki sonunda bu mercek gözlerini kör etmektedir. Bu yazımızda özellikle, faşizm hakkında ortaya çıkan üç yanlış görüşü ele almaya çalışacağız. Bunlardan ilki; yalnızca faşist bir partinin devletle sıkı sıkıya ilişkili olduğu ve parti liderinin hem partinin hem de devletin temsilcisi olduğu bir yönetim biçiminin anlaşılmasıdır. İkincisi, “otoriterleşme” olarak tariflenen baskının artmasının ve çeşitlenmesinin Türkiye’deki rejimin faşizm olarak nitelendirilmesine yeterli neden teşkil etmediği görüşüdür. Üçüncüsü ise Avrupa’da I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası beliren rejimleri (İtalya ve Almanya’da) orijin alarak bu şablona Türkiye’nin gerek tarihsel gerekse yapısal olarak benzemediğini/benzeyemeceğini dolayısyla rejimin faşizm olarak nitelenemeyeceği önermesidir.
Anti-faşist mücadele emperyalizme karşı mücadeleden ayrılamaz
Yukarıda belirttiğimiz sorunlu yaklaşımları çözümlemeden önce giriş mahiyetinde bazı köşe taşlarını yerleştirmekte fayda görüyoruz. Faşizmin biçimlenişinde ülkelerin kendi özgül koşulları önemli bir faktördür. Bu nedenle faşizm ve faşizme karşı mücadele sorunu ülkemizin iktisadi ve siyasi yapısının somut bir tahlili yapılarak ele alınmalıdır. Bu noktada en önemli uğrak, Türkiye’nin emperyalizmle olan ilişkisinin niteliğidir. Emperyalizm ve emperyalist ilişkilerden bağımsız olarak Türkiye’de faşizmin tartışılması mümkün değildir.
Doğrudan sınıfsal bir olgu olan, özetle tekellerin terörü anlamına gelen faşizmi yalnızca hükümetin biçimiyle ilgili faktörler ile tanımlamak ve çözümlemek faşizmin ekonomi politiğinin gözden kaçmasına sebep olmaktadır. Sınıfsal niteliğe değil biçimsel belirleyenlere dayalı böyle bir tanım ile faşizmin varlığını saptamak mümkün olmadığı gibi, bu arayış siyasi olguların sınıfsal arka planını tahlil etmekten oldukça uzaktır. Faşizmin sınıfsal bir olgu olarak tanımlanması farazi bir yaklaşım değil ülkenin tarihsel değişiminin seyrinde izlenebilecek somut bir olgudur.
Faşizm tahlilinin tarihsel arka planı
Bu bağlamda Türkiye’de faşizmin gelişimini, dergimizin daha önce ortaya koyduğu birikimden derleyerek kısaca özetlemekte fayda görüyoruz.
Cumhuriyet sonrasında yaşanan süreç, bir yandan Osmanlı’dan kalan -klasik- sömürgecilik kalıntılarını ortadan kaldırırken, diğer yandan yeni sömürgecilik ilişkilerinin alt yapısını oluşturmuştur. Osmanlı borçlarının tasfiyesi, kapitülasyonların kaldırılması ve önemli millileştirmelerle, Osmanlı’dan kalan sömürgecilik ilişkileri büyük oranda tasfiye edilmiştir.
Kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle gelişmediği ve yerli burjuvazinin oldukça cılız olduğu Türkiye’de, küçük burjuva diktatörlüğü tesis etmek isteyen Kemalistler devlet aygıtını kullanarak bir burjuva sınıfının ortaya çıkması için çabalamıştır. İki dünya savaşı arasındaki emperyalist kamp arasında yaşanan hegemonya boşluğu ve Sovyetler Birliği’ne görece yakınlık Türkiye’nin pragmatist siyasetine rağmen İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar bağımsız niteliğini korumasına yardımcı olmuştur. Ancak, Kemalist dönem, ülkede yaşanan ekonomik gelişmelere önemli bir müdahale niteliği de taşır. Emperyalist-kapitalist sistemle olan bağımlılığın çok azaldığı bir dönemdekapitalizmin gelişiminin önü açılmak yerine, devlet eli ile burjuva yetiştirme yöntemi tercih edilmiştir. Kemalist kadrolara yakın olan sınırlı burjuva katmanlarının, yoğun desteklerle, daha başlangıçta tekel niteliği kazanmaları sağlanmıştır. Bu kesimler, ekonomik alandaki güçlerinin çok daha ötesinde, yoğun olanaklara siyasal destekle ulaşmışlardır. “Yeni” burjuvazinin, emperyalist tekellerle yakın ilişkiye geçmesinde de gene Kemalist kadrolarca “devlet garantisi” sağlanmıştır. Yeni sömürgecilik ilişkisinin altyapısı oluşturulmaya başlanmıştır. Devlet desteği ile tekel konumuna getirilen “yeni” burjuvazi, gelişim süreçlerinin her evresinde, karşılaştıkları her sorunu devletin etkili güçlerinin müdahalesi ile aşmayı bir yöntem haline getirmişlerdir.
Bu açıdan bakıldığında, tekelci burjuvazinin devlet ile bütünleşmesinin giderek bu bütünleşmenin faşist bir nitelik kazanmasının da kökenleri bu döneme dayanmaktadır. Bu dönemde tekelci nitelik kazanmaya başlayan burjuvazinin en önemli müttefikini, ordu ve devlet bürokrasisi içinde etkili küçük burjuva katmanlar oluşturmaktadır. Toplumda hızlanan kapitalist gelişmeyle birlikte oldukça geniş burjuva katmanları oluştu. Devletin ayrıcalıklı olanaklarından yararlanamayan, emperyalist tekellerle bütünleşmede sorunlar yaşayan burjuva katmanları, toplumun en geri unsurları ile bütünleşerek büyük bir siyasal güç oluşturdu.
1950 sonrası tekelci burjuvazi Demokrat Parti (DP) aracılığı ile önemli bir müttefike kavuştu. Ya da hiç de istemediği halde çok farklı kesimlerle ittifak yapmak zorunda kaldı. Emperyalizmin ekonomik ve askeri yardımları, askeri anlaşmalarla birlikte artan emperyalist denetim ile ülkede yeni bir ittifak oluştu. Emperyalist tekellerle bütünleşen tekelci burjuvazi, pre-kapitalist unsurların en güçlü olanları ile oligarşik bir ittifak oluşturdu. Yeni ittifakın oligarşik niteliğinde, tekelci burjuvazinin ordu ve devlet bürokrasisinde etkili küçük burjuva kadrolarla kurduğu sıkı ilişkiler önemli bir etkendir. Yoksa yeni oluşan oligarşik ittifakın ekonomik ve siyasal gücü, bütün bir toplumu zapt-u rapt altına almaya yeterli değildi. Ordu ve devlet bürokrasisinde etkili küçük burjuva kadroların anti-feodal niteliğinden kaynaklanan çatışmaların yanında tekelci burjuvazinin oligarşik ittifak içindeki diğer katmanlar ile olan çelişmeleri siyasal gündemi sürekli canlı tutmuştur. Sorunların iyice arttığı, sürecin tıkandığı dönemlerde devletin etkili güçleri tekelci burjuvazinin yanında yerlerini alır.
Ülkemizde yeni sömürgecilik ilişkilerinin siyasal boyutu 1950-60 arasında önemli oranda biçimlenirken, ekonomik biçimleniş 1960 sonrasında hızlanmıştır.
Ancak, tüm bu gelişmelere karşın, oldukça uzun süren küçük burjuva iktidarlar döneminde oluşturulan devlet-toplum ilişkisi ve ekonomik yapılanma, ülkenin tam bir sömürge -yeni sömürge- haline gelişini oldukça geciktirmiştir. Ard arda yaşanan müdahalelerle 1980 sonrasında ülke, bilinen tanıma çok yakın bir yeni sömürge haline gelmiştir. Toplumdaki, devlet-toplum ilişkisinin örgütlenmesindeki tüm değerler, emperyalizmin talepleri doğrultusunda yeniden şekillenmektedir. AKP’nin iktidara gelişi, ardından da başkanlık sistemi denen Saray Rejimi’nin yasal hale gelmesiyle yeni bir boyuta ulaşmıştır. Halkın tarihsel süreçte elde ettiği kazanımlar bu süreçte sürekli olarak törpülenmiş, demokratik kazanımlar tasfiye edilmiş, kamu kaynakları özelleştirmeler yoluyla yağmalanmış, dinselleştirmenin önü açılmış, ırkçılık ve tekçilik palazlandırılmıştır. AKP iktidarı sıradan bir hükümet değil, faşizmin güncellenmiş biçiminin kurucu iktidarı ve yürütücüsü, emperyalizmin özel yetkili partisidir.
Esasen Türkiye’de mevcut durumu içinde iktidar partisinin devlet kurumları ile iltisakının niteliğini ele alarak faşizm tespiti yapıldığının zannedilmesi ile faşizmin 1930’lu yıllarda Batı Avrupa’daki prototipini şablon olarak kıyasa gitmek fikri birbirini tamamlayan yaklaşımlardır. Her ne kadar bu görüşün içeriği eksik ve hatalı olsa da bu yanlış fikrin doğaldır ki bir tutarlılık içerdiğini söylemek mümkündür. Ancak bu tutarlılık, meselenin özündeki çarpıklığı gidermediği gibi ilk bakışta bir fikri bütünlük izlenimi yaratsa da karşımıza bir yanlışlar sarmalını getirmektedir.
Bu çerçevede faşizm, temel olarak aşağıdan yukarıya örgütlenerek iktidara gelmiş bir güç veya parti devletine dayalı bir yönetim biçimi ve etrafında gelişen diğer etkenler ile formülize edilmesinin yanlışlığına değinelim.
Faşizmi şablonlaştırmak ya da faşizm diyince toplama kampı arayan gözler
“Diğer yandan, Güney Doğu Avrupa ülkelerindeki özel şartlar faşizme kendine özgü bir nitelik kazandırmaktadır. Bu özellik örneğin, İtalya’nın aksine faşizmin iktidara bir kitle hareketinin sonucunda aşağıdan gelen değil, yukarıdan inen bir hükümet biçimi halinde ortaya çıkmasından doğmaktadır. Faşizm, devlet gücünün denetimi, burjuvazinin askeri gücünü ve banka sermayesinin mali olanaklarını eline geçirerek, kitlelere işleyip, yayılmak ve kitleler arasında ideolojik, politik ve örgütsel bir temel yaratmak çabasındadır.” Bu nedenle faşizm ve faşizme karşı mücadele sorunu ülkemizin iktisadi ve siyasi yapısının somut bir tahlili yapılarak ele alınmalıdır.” (Dimitrov, a.g.e)
Faşizme karşı mücadeleye ömrünü adamış Dimitrov’un yukarıdaki satırlarını alıntılama sebebimiz öncelikle faşizmin ilkörnekleri ile açıktan karşılaşmış yoldaşlarımızın dahi içinden geçtiği süreçlerde faşizmin özgün örneklerinin olabileceğini ve mutlak suretle bir tip ile sınırlı kalmayacağına yaptıkları vurgudur. Ve Dimitrov çok açık biçimde faşizm tanımını yapmanın yalnızca faşizmin ortaya çıktığı koşullar ile sınırlanamayacağını, özgün biçimlerin olabileceğini ve dolayısıyla özgün tarif ve tahlillerin de yapılabileceğini ifade etmiştir ve öyle de yapmıştır. Zaten bu bir Marksist’in amentüsü sayabileceğimiz tarihsel ve diyalektik materyalist anlayışının da en basit çıktılarından biridir.
Faşizm kavramının yalnızca Avrupa’daki tarihsel örneklerine referansla ele alınmasının yanı sıra faşizmin, temel olarak aşağıdan yukarıya örgütlenerek iktidara gelmiş bir güç veya parti devletine dayalı bir yönetim biçimi ve etrafında gelişen diğer etkenler ile formülize edilmesidir. Metropol ve sömürge ülkeler arasındaki farkları göz ardı eden bu yaklaşıma dair göze çarpan birkaç temel problem bulunmaktadır.
Öncelikle, doğrudan sınıfsal bir olgu olan, özetle tekellerin terörü anlamına gelen faşizmi yalnızca hükümetin biçimiyle ilgili faktörler ile tanımlamak ve çözümlemek faşizmin ekonomi politiğinin gözden kaçmasına sebep olmaktadır. Sınıfsal niteliğe değil biçimsel belirleyenlere dayalı böyle bir tanım ile faşizmin varlığını saptamak mümkün olmadığı gibi, bu arayış siyasi olguların sınıfsal arka planını tahlil etmekten oldukça uzak kalmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de faşizmi anlamak için emperyalizmle kurulan yeni sömürge ilişkilerini anlamak gerekir.
Yukarıda değindiğimiz ilişkisellikten hareketle çok açık bir şekilde söyleyebiliriz ki, yaşadığımız ülkede faşizme karşı mücadele anti emperyalist bir devrimle çakışmaktadır. Faşizm iktidardadır ve onu yenmenin yolu bu iktidarı dayandığı bütün kurumları ile yok etmekten geçer. Faşizmi yenmenin, devrimin de yolu esas itibarıyla aynıdır. Bu bir siyasi iktidar sorunudur. Bu bakımdan anti-faşist mücadele emperyalizme mücadeleden ayrılamayacak esas olarak bir devrim sorunudur.
Bu noktada emperyalizmin yeni sömürge ülkelerdeki -ve bizim ülkemizde de- politikaları doğru okunmalı, iktidardaki siyasi partilerin emperyalizmle bağı bu açıdan doğru anlaşılmalıdır. Emperyalist sömürünün en temel biçimi olan para sermaye ihracının yanında patent, teknik bilgi ve elemanlar, ara mallar, yedek parça ihracı gibi yöntemlerle sürdürülen sömürü de önemli bir yer tutmaktadır. Bağımlı ülkelerde ulaşım ağı geliştirilerek ülke topraklarının tümü -derinlemesine- emperyalist sömürüye açılmıştır. Kırsal alanda feodalizm parçalanarak kapitalist üretim egemen kılınmıştır. Emperyalist tekeller, ülke içinde doğrudan üretim sürecine katılarak, emperyalist sömürüyü içsel bir olgu haline getirmişlerdir. Emperyalizm, işbirlikçisi sınıf ve katmanlar aracılığı ile siyasi iktidarları belirleyerek; devlet-toplum ilişkisinin, kendi uzun dönemli çıkarlarına denk düşecek tarzda şekillenmesini sağlamıştır. Emperyalizm, tahakkümünü görünürde bağımsız devletler aracılığı ile sürdürmektedir. Bu şekilde, emperyalist işgal gizlenmiştir. Emperyalizmin yeni sömürge ülkelerdeki bu politikası AKP iktidarının serüveni göz önüne alındığında yaşadığımız süreçteki siyasal, toplumsal, ekonomik devamlılık daha doğru anlaşılacaktır. Bu ilişki biçiminin doğru anlaşılması, yani yeni sömürge diye belirttiğimiz biçimin anlaşılması sömürge tipi faşizmin anlaşılmasına da kapı aralayacaktır.
Çünkü faşizm en temelde sermayenin çıkarlarının dolayımsız ve tavizsiz sağlanmasını sağlayan bir suç ve şiddet rejimi anlamına gelir. Bu sebepten içinde bulunulan ülkenin ve dönemin koşullarıyla doğrudan bağlantılı sınıfsal bir olgudur. Dolayısıyla bu sınıfsal nitelik baki kaldığı sürece farklı etmenler ve farklı görüngüler ile kendini oluşturabilir. Zira siyasi iktidarların sermayenin çıkarları tarafında doğrudan ve tavizsiz biçimde şekillendirilmesi sadece belirli bir hükümet biçimi ile olmak zorunda değildir. Bu sebeple aslında yeni sömürge ülkelerde siyasi iktidarların emperyalizmin güncel çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesi ile faşizmin Avrupa’daki tarihsel örneklerinin niteliği sınıfsal olarak aynıdır. Fark metropol ülkelerde kriz dönemlerinde aşağıdan yukarıya kitle desteğiyle inşa edilen faşist rejimlerin yeni sömürge ülkelerde emperyalizmin; yani emperyalist devletlerin ve tekellerin yerli işbirlikçileri eliyle yukarıdan aşağıya devleti ele geçirerek kurumsal ve sürekli ikna edilmesinde yatar.
Bir sapla saman hikayesi olarak ‘otoriterleşme’ ve faşizm
Sınıfsal bir olgunun biçimsel faktörlere göre tahlil edilmesi elbette bu sınıfsal niteliğin ıskalanmasıyla sonuçlanmaktadır. Kaldı ki, siyasi olguların hangi sınıfsal ilişkilere göre değil biçimsel faktörler referans alınarak tahlil edilmesi Marksizm’in değil egemen ideolojilerin yöntemidir. Faşizmin sınıfsal niteliğinin göz ardı edilip gücünü nereden aldığı bilinmeyen otoriter bir yönetim biçimi olarak şablonlaştırılması ise mücadelenin güncel ihtiyaçlarının doğru saptanamamasına sebep olmaktadır. Çünkü ülkedeki rejimin adını koyabilmek ona ve onu oluşturan koşullara karşı verilecek mücadelenin programını ve stratejisini belirleyecek kuşkusuz en önemli adımlardan birisidir. Rejimin niteliğini sınıfsal değil biçimsel belirleyenlere göre tahlil etmek ise ne yazık ki taşların en başından yanlış dizilmesi anlamına gelmektedir.
Buradan hareketle “otoriterleşme” kavramının faşizmi tariflemek için yeterli olmadığını kabul ederek, faşizmin bir çeşit otoriterliğe denk olmadığını ortaya koymalıyız. Faşizm baskı ve teröre dayanan bir rejim olsa da yalnızca bir çeşit otoriterlik biçimi değildir. Temelde burjuva demokrasileri ya da neoliberal otoriteryenlik -nasıl tanımlarsak tanımlayalım- burjuva diktatörlüğünün bir biçimidir. Dahası tarihsel ilkörneğinde de faşizm olduğuna kimsenin itiraz etmediği Almanya ve İtalya örnekleri de yine Dimitrov’un belirttiği gibi “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü”dür. Elbette teoriyi emperyalizm de neo-liberalizm de nihayetinde kapitalizmdir kabalığında ele almıyorsak, faşizmi de nihayetinde burjuvazinin o veya bu biçimdeki iktidarıdır şeklinde basitçe ele alamayacağımız açık bir gerçektir.
Faşizm sınıflar üstü bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi değildir
Faşizm kavramına dair tartışmalarda karşımıza çıkan bir başka yanlış yaklaşım ise faşizm tahlilinin emek sermaye çelişkisini göz ardı ettiği ve bu sebeple sermayeye karşında emekçi sınıflar yararına değil, sınıflar üstü bir özgürlük ve demokrasi mücadelesini vaaz ettiği yönündeki eleştirilerdir. Her zaman mutlaka birlikte gelişmese de, bu eleştiri de aslında faşizme dair yukarıda bahsedilene benzer bir yaklaşımın ürünü. Çünkü faşizme karşı mücadelenin sermaye karşıtlığını ıskaladığı fikri, aslında faşizm kavramının sınıfsal belirlenimlerini görmezden gelen yaklaşımdan beslenmektedir. Faşizmi yalnızca bir otoriterleşme problemi olarak ele alan yaklaşım faşizme karşı mücadeleyi de sadece buna karşı bir mücadele olarak ele almaktadır. Oysa faşizm Türkiye açısından emperyalist tekellerin ve işbirlikçisi yerli sermayenin siyasal rejimi anlamına gelmektedir. Faşizm ile mücadele patron sınıfı ile mücadele etmektir. Faşizm tahlilini faşizmin sınıfsal niteliğine dayandıranlar için bu durum oldukça açıktır. Meseleyi otoriterleşme darlığında ele almak, bu biçimde ele alanlarının ufuklarının sınırlılığını göstermektedir.
Bu eleştiri de aslında bahsi geçen diğer eğilim faşizmin sınıfsal niteliğini okumakta başarısızdır. Faşizmi Avrupa’da ortaya çıkan bahse konu ilk örneklerine sıkıştıran eğilim sınıfsal belirlenimleri değil biçimsel özellikleri esas alırken, bu yaklaşım da faşizm ile mücadelenin sermaye ile mücadeleyi gölgelediğini öne sürerken aslında faşizmin tekelleşmiş sermayenin terör rejimi olduğunu atlamaktadır. Kısacası, iki yaklaşım da faşizmin sınıfsal niteliğini görmezden gelmektedir.
Faşizmi yalnızca Avrupa’daki tarihsel örneklerine referansla okumakta olduğu gibi, bu yaklaşımın da faşizmin sınıfsal niteliğini ıskalamasının güncel mücadeleye yansıyan sonuçları bulunmaktadır. Faşizmin sınıfsal niteliğini kaçıran bu yaklaşım aslında sınıf mücadelesini siyasi olguların şekillenmesini sağlayan temel itki olarak değil, işçi ve patron arasındaki mücadele olarak gören anlayışın bir sonucudur. Bunun bir uzantısı olarak da aslında yalnızca faşizm değil, bir içsel olgu olan emperyalizm de doğru anlaşılmamakta, dolayısıyla karşılarında yürütülen mücadelenin olanakları azalmaktadır.
Sonuç olarak, faşizmi sadece Avrupa’daki tarihsel örneklerine referansla anlamaya çalışmak biçimsel olarak oluşturulan bir şablonun güncel koşulları kavramada yetersiz kalmasıyla sonuçlanmaktadır. Öte yandan, faşizme karşı mücadelenin öne çıkarılmasının emek sermaye çelişkisini gölgede bıraktığı eleştirisi ise sadece faşizme değil emperyalizme ve sınıf mücadelelerine dair yetersiz bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ancak içinde bulunulan ülkede siyasi rejimin adını koyabilmek, onu oluşturan faktörlerin sınıfsal tahlilini yapabilmek; devrim mücadelesinin stratejisini ve programını belirleyecek ilk adımlardan biridir. Tüm bunların analizi doğru yapılmadığı sürece devrime giden yolun taşlarını düzgün dizmek ne yazık ki mümkün değildir.
Emperyalizmin tekeller ve devletin kurum kurum ele geçirilmesiyle kurulan siyasal ilişkiler aracılığıyla nasıl içsel olgu haline geldiği anlaşılmadığı sürece emperyalizm ülkenin dışında ülkeyi dışarıdan işgal etmeye çalışan soyut bir düşman olarak kalacak, emperyalizmin gizli işgali anlaşılamayacaktır. Ülkenin tamamının dizginsiz biçimde emperyalizmin sömürüsüne açılması ancak emperyalizmin içsel bir olgu olduğu tespiti ile anlaşılabilir.
Bu yüzden, faşizmi bir şablon çerçevesinde ele almak ya da emek sermaye çelişkisini gölgeleyen bir yan sorun olarak ele almak güncel durumu kavramak için yetersiz kalmaktadır. Faşizm, yeni sömürge ülkelerde emperyalizmin siyasi ifadesidir ve rejimin tahlilini doğru yapabilmek alternatifini ortaya koyabilmek için zorunlu bir adımdır.