S
ol’un, gerek ideolojik, gerekse pratik geri düşüşünün; bilme ile yapma arasındaki açının kapanmak yerine giderek açılmasının ve yaygınlaşan örgütsüzlüğün nedenlerini araştırma niyeti bile başlı başına bir olumluluktur. Ne var ki yeterli değildir. Ve hatta sırf olumsuzlayan, yok sayan ve başarıya inancını yitiren duruşun da aynı olgudan (yanlış bir yöntem sonucu) beslendiği bilinmektedir. Sapla samanın karıştığı ve arayış fiilinin de öğrenme etkinliğinin de sakatlanma olasılığının büyüdüğü günümüz koşullarında, doğru yerden öğrenmenin önemi, bilgiyi de bilginin taşıyıcısını da titiz bir seçicilikten geçirmenin zorunluluğu kendini dayatmış durumdadır.
Aşağıda vereceğimiz felsefe atölyesi örneğinde de olduğu gibi “çözüm” için izlenen yol, daha büyük çözümsüzlükleri beraberinde getirebiliyor. Ortam bulandıkça, hangi çabanın netleşmeye hizmet ettiğini kestirmek de güçleşiyor. Örneğin hoş bir çağrışım yapan ismiyle Özgür Üniversite’den de mutlaka öğrenilecek şeyler vardır. Ancak, örgütsüzlükle malül hale geldikten sonra o alanı seçmiş “öğretmen”lerin varlığı sebebiyle, öğrenilecek şeylerin devrimci bir yolu işaret etme olasılığının zayıf olduğu kanaatindeyiz.
Bu nedenle dergimizin ve hareketimizin genel duruşu, “net”liğe hizmet ediyor olsa da, “DOĞRU YERDEN ÖĞRENELİM” biçiminde bir bölüm/pencere açmaya karar verdik. Diğerleri gibi bu penceremiz de okurlarımızın tartışma, eleştiri ve katkılarına açık olacaktır.
CEHALET ÇEŞİTLİDİR
BİR BİÇİMİNE KARŞI MÜCADELE EDELİM DERKEN BİR BAŞKA BİÇİMİNİ ÜRETMEK MÜMKÜNDÜR
” ‘Kronos, antik çağ Yunan uygarlığının ve mitolojisinin en güçlü tanrısı, yeryüzüne ve tüm tanrılara hükmetmektedir. Ancak kendisine iletilen kehanete göre doğacak çocuklarından bir tanesi kaçınılmaz sonunu hazırlayacak, kendisini devirip başa geçecektir. Bunun üzerine Kronos kendi iktidarını koruyabilmek için doğan tüm çocuklarını yemeye başlar. Ancak karısı Rhea Zeus’u doğurduğunda
artık dayanamaz ve onu saklar. Kronos’a da onun yerine bir kaya parçası yutturur. Zeus gizlice büyür ve yüce babasını oldukça kanlı bir savaşın ardından yerinden edip onun yerine kurulur. Kehanet gerçekleşmiştir. Kronos’un mitik iktidarı ortadan kalkmıştır ancak yeni bir mit tanrıların tanrısı Zeus ortaya çıkmıştır. Hikaye böylece devam eder.’
Bugün Türkiye’de var olan siyaset yapma biçimlerine baktığımızda karşımıza mitolojik kahramanların yukarıdakine benzer dövüşü çıkmaktadır. Bu sağın en ucundan tutun solun en ucuna kadar geçerlidir. Bugün iktidarlar nerdeyse bir mit haline gelmiştir. Mitleşen bu iktidarların ortadan kalkması ne yazık ki yeni mitleri ortaya çıkarmaktadır. Var olan iktidarlar kendi var oluşlarının devamı için kendi çocuklarını yemektedir. Uygulanan bu politikalar açısından solun sağın ne kadar uzağında olduğu, bu noktada ne kadar devrimci olduğu bir soru işareti olarak ortaya çıkmaktadır. Herkesin özneleşmesi ve özgürleşmesi daha en başta özneleşme sürecinin mitik iktidarlar tarafından ortadan kaldırılmasıyla ne yazık ki engellenmektedir.” (Felsefe Atölyesi)
Yukarıdaki bölüm bir felsefe atölyesi için hazırlanmış olan tanıtım metninden alınmıştır. Felsefe çalışmaları yapmak gibi önemli bir ihtiyaç; böylesine yanlış/çarpık biçimde gerekçelenince, böyle bir çabanın ölü doğma ihtimali de yüksek olur. Bildiğimiz kadarıyla söz konusu atölyede tatsız olaylar yaşanmış ve çalışmalar kısa sürede dağılmıştır.
Aslında, yukarıdaki perspektif ve algı bozukluğunda felsefenin veya felsefecilerin bir suçu yok. Hatta bunu, özgün bir örnek olarak da kabul edebiliriz. Ne var ki, insanların bilgiyi doğru kaynaktan alma, bilince çıkarma ve kavrayış kapasitesini artıran biçimde biriktirme konusunda yansıttığı görüntü oldukça düşündürücüdür. Cehaletten medet uman ve bilgi yollarını mayınlayan kesimlerin pek de başarısız olduğu söylenemez.
Okuma tembelliği, sorunun en önemli nedenlerinden biriyse; diğeri, yanlış okuma ve yanlış yönlendiren okların peşinden gitmektir. Örneğin iktidarın veya şiddetin müsebbiplerini, bu araçları ortadan kaldırmak üzere ve salt bu kesimlere karşı geçici olarak şiddet kullanmayı bir zorunlu yöntem olarak görenlerle aynı kefeye koymak ve bunu bir “felsefeci” olarak yapmak; öncelikle felsefenin kendisine haksızlıktır.
Bugün sol’da çözülmeyi bekleyen pek çok sorun mevcuttur. Ancak çözüm yanlış yerde arandığında, düğümler çözülmemekte, kördüğüme dönüşmektedir. En sağla en solu (faşistlerle devrimcileri) aynı kefeye koymak etik anlamda da bir kaymanın, ölçek bozulmasının bir göstergesidir.
Felsefeci; reaksiyonla, duygularla veya orjinalite merakıyla olguları açıklama yoluna gitmez. Önündeki sonuçları, nedenlerle ilinti içinde değerlendirir. Bir şeye salt karşı olmak yetmez. Alternatif üretmek gerekir. Yani devletin/iktidarın kötü bir şey olduğunu söylemek yetmez; iktidarın kötü bir şey olduğunu bilen kesimlerin dahi bu kötülüğü ortadan kaldırmak için çözüm üretmemeleri halinde; iktidar güvence altında olur.
İnsanlara felsefe dersi vermek, iktidarın yok edilmesi için yeterli olmaz; bu bağlamda çözüm-süzlük, var olana taraf olmaktır. Devrimciler, kuracakları devrimci iktidarın doğru anlaşılması için “yarı- devlet”ten, “devletin sönmesi”nden söz eder. Ve en büyük farkları; yanlış bildikleri şeylere karşı olduklarını söylemekle yetinmez, kaynağını araştırır ve ortadan kaldırılması için uygun yöntem ve araçlar geliştirirler.
Felsefe, işe kuşkuyla başlar ve soru sorar. Ne var ki her kuşku ve her soru, doğruyla buluşturmayabilir. Bilimsel ölçeklerin oluşumundan olumsuz kuşkucuların da şu veya bu oranda yararı olmuştur. Hatta öyle ki, nasıl olmaması gerektiğini de görmek açısından bir örnek, bir duruş oluşturmuştur. Sokrates, “bir şey bilirim, o da hiçbir şey bilmediğimdir” derken; Arkesilaos “Hiçbir şey bilmediğimi de kesin olarak bilemem” diyerek, kuşkuculuğunu daha ileri boyutlara taşımıştır. Ünlü “Cogito ergo sum” (düşünüyorum öyleyse varım) sözünün sahibi Descartes ise, “Var olmasaydık şüphe edemezdik. Çünkü şüphe etmek düşünmektir, düşünmekse var olmaktır. Öyleyse var olduğumuz şüphesizdir” der.
Düşünsel (spekülatif) felsefeden çağdaş bilimsel felsefeye ulaşmak uzun zaman almıştır. Marks’ın Feuerbach üzerine tezlerinin 11. sinde belirttiği gibi artık dünyayı yorumlamakla yetinilemeyeceği ve değiştirmenin daha önemli olduğu gerçekliği, Marksist-Leninist felsefeye; nesnel diyalektiğin olduğu gibi, bilgi teorisi biçiminde öznel diyalektiğin de içerilmesini sağlayan bir kapsayıcılık yükler.
Eski (klasik) felsefecilerden Hegel, “Minerva’nın baykuşu alacakaranlıkta öter” der. Yani felsefe, olaylar yaşandıktan sonra onları yorumlar. Marks’a göre ise “Aedon da gün doğmadan ötmeye başlar.” Yani felsefe, bir eylem kılavuzudur, yaşama yön verir. Buna göre bilim, felsefeyi gereksiz kılmaz; aksine, onunla birleşmesiyle bilimsel felsefe ortaya çıkar. İşte bugün artık bu evrim sonrasında ve diyalektik ve tarihsel materyalizmin kılavuzluğunda hareket eden insanlara, üstelik felsefe adına yukarıdaki haksızlığı yapmak; en azından felsefi cehalettir. Marks “Felsefe insan kurtuluşunun kafası, proletarya da kalbidir. Felsefe proletarya ortadan kalkmadan gerçekleşemez, proletarya da felsefe gerçekleşmeden ortadan kalkamaz” der. Anlaşılan o ki yukarıdaki sözün sahipleri o kalpten habersiz oldukları için, felsefeleri de yüreksiz bir felsefe olmaktadır. Bu, olgulara yaklaşırken isabetsizliği beraberinde getiriyor.
FELSEFE BİR MÜCADELE SİLAHIDIR
Yoğun araştırmalar kadar, alınan gıdanın doğru bir temel üzerine oturtulmasını da gerektiren felsefe; sert ve yorucu mücadelelerin geçtiği bir alandır. Bu konuda çok araştırma yapan, yazı yazan ama tutarlı bir fikri sistematik oluşturamayanların yanında, onlardan daha az gıda alarak, daha net ve doğru sonuçlara ulaşanlar olabilmektedir. 1906 yılında Bogdanov’un hapiste yazdığı kitabı okuyan Lenin, kendini “felsefe alanında basit bir marksist” olarak görmüş olsa da; Bogdanov’un temelden yanlış, Marksist olmayan bir yolda yürüdüğünü söyler. Lenin’in “Materyalizm ve Ampiriokritisizm” kitabının hazırlık sürecinde (1909), felsefe cephesindeki mücadele sert ve yorucu geçer. Bu süreç Lenin ve arkadaşı İnnokenti’yi çok sarsar. “onlar için felsefe bütün görüngülerin diyalektik materyalizm açısından değerlendirilmesi sorunuyla, bütün alanlardaki pratik mücadele sorunlarıyla organik bağ içinde olan bir mücadele silahıydı.” (Krupskaya) Felsefeyi entelektüel gevezelik yapmak için öğrenenlerle, olguları değerlendirmede isabet oranını artıran bir dünya görüşüne sahip olmak ve bu görüşün kapsayıcılığını artırmak için öğrenenler arasında bir nitelik farkı vardır. Yaşamın içinde olanlar, olgulara dair verileri dolaysız toplayanlar; sahip oldukları ölçeklerle pratik olguları birleştirme ve sonuç çıkararak yol gösterici öneriler sunma konusunda daha başarılı olurlar.
Lenin, Fransa’da yaşarken, bir “demokratik cumhuriyet”te seçimlerin nasıl yapıldığını, kitlelere yönelik propagandayı, kitlelerden gelen tepkileri vb. yakından izler; sonuçlar çıkarırdı. Aynı şekilde, örneğin kenar mahalle tiyatrolarına gidip oradaki çoğunluğu işçi olan izleyici kitlesinin ruh halini,tepkilerini, hatta o kitleden yansıyan reflekslerin üzerine oturduğu kültürü yerinde izler, bunu severek yapardı.
Devrimciliğin “zengin düşmanlığı” olmadığını, basit anlamda kimi sembollere indirgenmemesi gerektiğini bilmek farklı bir şeydir; emekçi kitlelerden bu normlara harfiyen uymasını istemek çok farklı bir şeydir. İşte burada da devrimcilerle “tuzu kuru”lar birbirinden ayrılır. Örneğin işçilerin bir yürüyüş sırasında lüks villaların önünden geçerken yumruklarını oraya doğru sallamaları veya bir tiyatro salonunda öfkelerini harekete geçiren bir replik sonrasında tepkilerini sesli olarak göstermeleri; bizler daha rafine tutumlar temenni etsek de doğaldır ve bundan rahatsız olunmamalıdır. En azından bunun, uzun boylu bir “kabalık-incelik” tartışmalarına girmeyi gerektirmediği bilinmeli; kitleler yakından tanınmalı ve edinilen gözlemler, devrime giden yolda doğru yere oturtulmalıdır.
Kendilerini en rafine değerlerle şekillendiren, bilimden de felsefeden de haberdar olan devrimciler için, sahip olunan birikim; kitlelerle ilişkide bir mesafe değil bir hoşgörü sebebi olmalıdır.
STALİN’E YÖNELİK OLARAK YÜRÜTÜLEN KARA PROPAGANDA GERÇEKTE SOSYALİZMİ HEDEF ALMAKTADIR
Emperyalizm beslemesi holding medyası tarafından Stalin’e yönelik olarak yapılan sataşma ve saldırılar, çoğu kez akla, televizyon haberlerinin “meşhur” karelerinden birini getirir. Örneğin, işkenceyi meslek edinmiş ve bunun için maaş alan biri, saldırıya uğradığında; yakınlarından oluşturulan ağlama korosu ekrana çıkarılır ve saldırıdaki insandışılık (!) teşhir edilir. Bu tür sahneler gerçekte, kara propaganda da ustalaşmış olanların, gerçeği çarpıtan iki yüzlü duruşlarının ekrana yansıtılmasıdır.
Stalin’in tarihsel rolüne ve saldıranların konumuna bakıldığında, asıl amacın ne olduğu, büyük ölçüde ortaya çıkar. Stalin’in şahsında, işçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizm- Leninizm’e saldıranlar, 1917’de dünyayı bir kan deryasına çevirmişken, dünyanın altıda birinde zafer ilan eden Bolşevikler’in ilk işi, savaşı durdurmak ve Çarlık ordularını işgal ettiği topraklardan (Türkiye’nin doğu bölgesi de dahil) çağırmak oldu. Bunun devamında emperyalistlerin, Çarlığın generalleri komutasında iç gericiliği ayaklanmaya yönlendirdiği bilinmektedir. Joseph Stalin İkinci Dünya Savaşı sürecinde de roller farklı değildir. Yine emperyalistler; paylaşan, sömüren ve savaş çıkaran konumda oldular. Stalin başkanlığındaki SSCB ise; insanlığın baş belası faşizmi yenmiş ve inine dek kovalayarak, halkları böyle bir beladan kurtarmıştır. Bu süreçte Sovyet halklarının ana yurtlarını korumak için gösterdikleri direniş, ancak sosyalizm değerleriyle yüklü olanların başarabileceği nitelikteydi. Gerçeğin bu boyutundan hiçte hoşlanmayan ve sosyalizmin yayılmasından çekinen emperyalistler, elbirliği ile ve hızla bir kara propaganda kampanyası başlattı.
Bugün de aynı kampanya, değişik biçimlerde sürmektedir. Dünyayı paylaşmak üzere kan dökenler değil, onları durdurmak ve sosyalist anavatanı korumak için canlarını feda edenler, kan dökücü olarak yansıtılmak isteniyor.
Kısa bir süre önce basında, ABD’nin 1961-75 yılları arasında Vietnam topraklarına uçaksavarlardan sıktığı Agent Orange gazının etkilerinin sürdüğü ve bir milyon insanın bu nedenle çeşitli sakatlık ve hastalıklar taşıdığı haberi yayınlandı. Bunlar, bilinmeyen şeyler değildir. Sosyalizmin insanlığa neler vaadettiği, kapitalizmin neleri tahrip ettiği ile de açıklanabilir. Düşünebiliyor musunuz; kapitalizm, her şeyi meta haline getirmiş ve kadının vücudunu çeşitli biçimlerde pazarlıyor durumdayken; uyuşturmak, kapitalizmin kitlelere yönelik olarak uyguladığı sistemli ve yaygın bir tarz haline gelmişken; rüşvet, adam kayırma, birbirinin sırtına basarak ilerleme vb. olağanlaşmışken, dikkatler sosyalizme kaydırılıyor ve sosyalizm; fuhuşla, uyuşturucu ile bürokrasi ile ilişkilendirilmek isteniyor.
Bu durum, namussuzun namus konusunda vaaz vermesine ve üstüne gidildiğinde feveran etmesine benziyor.
Marksist- Leninistler, sosyalizmin bir geçiş toplumu olduğunu ve bu geçişin bir çeşit diktatörlükle güvenceye alınmasının zorunluluğunu açıkça ifade eder. Diktatörlüğün neden ve kime karşı olduğu da gizli-saklı değildir. Bu süreçte, hem yıkan, hem kuran niteliğiyle proletarya devleti; kurumlarıyla, kanun ve kurallarıyla etkin bir rol oynamak zorundadır. Bunun aksinin, kan ve can bedeli elde edilmiş olan iktidarın burjuvaziye teslim edilmesi anlamına geleceği; sınıflar mücadelesinden bir nebze anlayanlar için bile bilinmez değildir. Bu “etkin rol” sebebiyle bazen sade vatandaş da zorlanır; kendisine fazlalık gibi gelen kurallarla muhatap edilir. Bunların nedenleri ve nasıl aşılacağı da bilinmez değildir.
Burjuvazi, elbette ki karşı propaganda yapacaktır. Burada asıl önemli olan, “sol”da duruyor görünüp, bu propagandalara malzeme taşır duruma düşenlerdir. Bunların içerisinde, meseleyi neden-sonuç ilişkisinden koparıp, kimi görüntüler ve hatta spekülasyonlar üzerinden değerlendirmeye çalışanların sayısı -ne yazık ki- az değildir.
Burjuvazinin devrimci ayaklanmalar, devrim girişimleri karşısında nasıl kan döktüğü, sayısız örneklerle sabittir. Çarlık despotizmine son veren ve Sovyetler Birliğini kuran 1917 Ekim Devrimi de emperyalist gericiliğin doğrudan veya dolaylı pek çok müdahalesine maruz kalmıştır. Çarpıtılmış bir tarih bilgisi ve yöntemsizlik yan yana getirilip, biraz da propaganda odaklarınca şekil verildi mi; al sana Stalin’e ve sosyalizme dair uydurma senaryolar. İşin kötü tarafı, genelden özele inip, verilen örneklerin neden anlatılmak istendiği gibi olmadığını çıkarabilmek; diyalektiğin en temel kurallarından biri iken, bunun çoğu kez yapılmadığı görülür. Ve zaten emperyalist propaganda merkezlerinin en çok güvendikleri konu budur. Onlar, cehalete yatırım yaparlar.
Örneğin, ne olmuş; Stalin, Almanya’nın bölünmesini mi sağlamıştı? Gerçek tarih bilgisi, Sovyetler’in birleştirici rol oynadığını söyler. Nitekim, Almanya konusunda da böyle olmuş; ancak, Churchill bölünmede ısrar etmiş ve ABD başkanının da desteğini almıştı. Sonuçta Almanya’yı bölenler savaş galibi emperyalistler olmuştur.
Bir başka iddia; Stalin, Türkiye’den Boğazları istemiş… Bunun da gerçekle ilgisi yoktur. Stalin, Türkiye’den Boğaz geçiş trafiğinin yeniden düzenlenmesini istemiştir. Bu talepten duyulan rahatsızlık da, batılı emperyalistlerin saldırganlığını kesmeye yönelik olmasındandır. Karadeniz ve Boğazlar’da savaş gemilerinin geçişi ile ilgili olarak Türkiye ve Sovyetler Birliği’nin hak sahibi olmasını, savaş filolarını boğazdan geçirip, Sovyetlere karşı denizden de cephe oluşturmayı düşünen emperyalistler istememiştir. Gerçekte boğazların güvenliğinin sağlanması anlamına gelen düzenlemeler için, bilinçli olarak bu tür yaygaralar koparmış ve bu tür propagandalarda Türkiye egemenlerinin de işbirlikçi desteğini almışlardır.
Gelelim Troçki ile ilgili iddialara; Stalin, Troçki’yi kendisine muhalefet etti diye öldürttü mü? Birincisi, öldürme konusu tamamen bir iddia düzeyindedir. İkincisi, Troçki, tüm karşıt faaliyetlerine rağmen defalarca affedilip, yeniden parti saflarına alınmıştır. Devrim davasından yana olanlar meseleye bir de Troçki’nin parti ve ülke yönetimini ele geçirme olasılığının getireceği sonuçlar açısından bakmalıdır.
II. Dünya Savaşı’nda cephede ölen 20 milyon Sovyet insanının faturasını Stalin’e çıkaranlar; bunu, Fransa’daki direniş hareketinden veya Avrupa’daki partizan mücadelelerinden ve o zeminde verilen şehitlerden nasıl ayrı/farklı düşünebilirler. Bu türden yaklaşımlar; bir bütünü parçalayıp, içinden “işe gelen” parçayı seçme tavrının sonucudur. Parçayı bütünden koparır ve onu hazırlayan koşulları yok sayar. Bu konuda dikkatlerimizi “Stalin yerine Hitler kazansaydı ne olurdu?” sorusuna yöneltebilirsek; öyle sanıyoruz ki, gerçekliğin kavrayış dışı kalan yanları daha kolay görülebilecektir.
Şahıslarında, yazarlıkla uşaklığın çakıştığı kimi kalemler, emperyalist kapitalizmin girdiği her yerde halkları gözyaşına boğmasını, esarete mahkum etmesini; “demokrasi götürmek” olarak nitelerler. Bunun karşısında; halkın, tüm kademelerdeki yöneticilerini doğrudan seçtiği ve bunları geri alma yetkisine sahip olduğu; üretimin, insanların ihtiyacına göre düzenlendiği; “herkesten yeteneğine göre” ilkesinin geçerli olduğu; bir yöneticinin bir işçiden daha fazla ücret almadığı ve tüm zenginliklerin, insanlığın hizmetine sunulmasının amaçlandığı bir sisteme ise diktatörlük atfedilir.
İşin garip tarafı, Stalin’e kara çalarken “diktatörlük” terimini kullananlar, tarih boyunca ne denli diktatörsever olduklarını; İran Şahı’na, Marcos’a, Franco’ya, Pinochet’e, vb. diktatörlere verdikleri destekle göstermişlerdir. Bu tür çelişkiler, kişiliğini dolara tahvil etmiş kara propagandacılar için önemli değildir.
Alman faşistlerinin, Moskova önlerine dayandığı savaş koşullarında, Ekim Devrimi’nin yıldönümü sebebiyle radyoda konuşmakta olan Stalin, “bizim sokağımıza da bayram gelecek” der. Buradaki önemli noktalardan biri, devrimin üzerinden onyıllar geçmiş olmasına rağmen, devrimcilerin hala umut vaadeden konumda olabilmesidir; bu konumdaki doğallıktır. Zaten sınıflar mücadelesi, karşıt sınıf ve koşullar yok sayılarak değerlendiriliyorsa; bunun dışında yer alınıyor demektir. Yani bir ülkenin kurucu özneleri canla-başla, birşeylerin imarı için uğraşırken ve yol almışken; ortadaki ürüne bakıp, onun “Anti-Dühring’teki falanca tanıma” uymadığını keşfetmek (!) marifet değildir. Önemli olan bu zorlukları aşma mücadelesinde, somut öneri ve adımlarla varlık göstermektir.
Sömürü, rekabet, kriz ve savaş, kapitalizmin yapısal özellikleridir. Ve kapitalizm var olduğu sürece, insanlık, bu niteliklerin acı sonuçlarıyla karşılaşmaya devam edecektir. Pazarları, hammadde kaynaklarını, ucuz işgücü alanlarını ele geçirme çabaları; yeni güç dengelerine göre yeni paylaşımlar; emperyalist-kapitalizmin değişmez nitelikleridir. Bu nedenle, karşılaşılan sorunların kaynağına gerçekten inilmek isteniyorsa, akla ilk gelmesi gereken olgu kapitalizm olmalıdır.
Sayı 14 (Ağustos – Ekim 2004)