DEVRİMCİ HAREKET FİİLİ BİR TÜZÜĞÜ TERCİH EDERKEN GERÇEKTE ZORU DENEMEKTEDİR
“Yaşamak, bir şölendir.
Bu şölene çağrılan kimseler pek çoksa da, masaya oturmayı başaranlar pek azdır.” (Darwin)
Emperyalizmin ideolojik yayılma, düşünsel hegemonya ve beyinlerin fethi amacında, özellikle ’89 sonrasında daha hızlı yol aldığı; kişi, örgüt ve ülke düzeyindeki dirençleri çözme konusunda küçümsenmeyecek başarılar sağladığı bilinmektedir. Emperyalist kültürün küresel çapta hızla yayılma kabiliyetini geliştirdiği günümüz koşullarında, kendini korumak, giderek daha çok zorlaşmış; örgütsüz kesimler içinse, olanaksız hale gelmiştir.
Bilinir ki kapitalizm koşullarında yayılan egemen kültürden “nasibini almayan” hemen hiç kimse yoktur. Kültür taşıma araçları, ideolojik aygıtlar, beyinlere yönelik operasyon araçları öylesine gelişti ki, dünün devrimcilerinden Özal’ı, AKP’yi, Annan Planı’nı veya BOP’u savunan “yeni yetme sağcılar” oluşturmak mümkün hale geldi. Eğer bu değişim doğru kavranmazsa, beyni ele geçiren “virüs”ün hangi zayıflıklardan veya açık noktalardan sızarak gelişebilme yataklarına yerleştiği bilinmezse; çok daha önemlisi buna karşı örgütlü önlem alınmazsa; bilinmelidir ki, bu virüse karşı kimse aşılıymışçasına direnç gösteremeyecektir.
Devrimci Hareket’in alternatif kültüre, devrimci norm ve değerlere başından beri verdiği önem; emperyalist kültürün yayılabilme kabiliyetinin farkında olmasındadır. Hareketimiz, herkesin söz konusu saldırının etki alanında bulunduğunu bildiği/varsaydığı için, hatalı eğilimlere karşı hoşgörülü olmuş; cezalandırma yerine, değişimi teşvik etmeyi ve onun yöntemini geliştirmeyi tercih etmiştir. Ancak bilinir ki, iyileşmek istemeyen bir hastaya doktorun yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bu nedenle, değişimin ve dolayısıyla emperyalist kültüre karşı örgütsel korunmanın birinci koşulu, hareketin kültürünü içselleştirmek, verilmek istenene karşı bireysel dirençler oluşturmamaktır.
Bir hareketin kültürü salt yazılı ürünlerden oluşmaz. Onun taşıyıcıları vardır ki bunlar, tarihsel olanla güncel olanı, pratik olanla teorik olanı bir sentezden geçirerek yaptıkları soyutlamaları somuta taşırlar. Bu, kısa sürede veya salt dergileri okuyarak kazanılabilecek bir nitelik değildir. Kişiye göre değişse de yıllar alabilir; hatta kimileri için bu hiç tamamlanmayabilir. Harekete karşı direnç oluşturmak, öznel bir filtre oluşturarak verileni bloklamak; tembelliğin, zaaf ve eksikliklerin geciktirici ve bozucu etkileriyle barışık yaşamak; alternatif kültür edinme sürecini uzatır. Bu durum aynı zamanda geriye dönüş ihtimalini de her zaman barındırır. Yani devrimci zeminde varlık gösterildiği halde, ileriye değil geriye gitmek de mümkündür.
Biz, sürecimize dahil olan her insanın, sınıfsal niteliklerini kapıda bırakarak geldiği düşüncesinde değiliz. Böyle bir beklenti, gerçeklikle de fikri varlığımızı tanımlayan önermelerle de bağdaşmaz. Yoldaşlarımızın beraberinde getirdiği kültürel norm ve alışkanlıklar, bütünün pozitif etkisi altında süreç içerisinde aşılacak ise de bu, kısa sürede gerçekleşebilecek bir dönüşüm değildir. Bu nedenle de, sınıflar mücadelesi hareketin içinde de devam eder.
Mücadelenin en yoğun ve sıcak geçtiği alan küçükburjuva cephesidir. Bu kimliğin en çarpıcı özelliği; öze inememek, biçimcilik ve yapaylıktır. Küçükburjuva, özneldir; değişime direnir. Öznesini kendisinin oluşturduğu fiillerde kuralları eğip-bükerek delmeye çalışır. Paylaşımın en kolektif perdesinde dahi gizli bir bencillik taşır. Bu aynı zamanda, bütün içinde bireysel direnç anlamına gelir ki, örgütün kimyasını bozar, ilişkiyi tanımlayan tutkalı sulandırır.
Örgüt fobisinin, yıllardır her türlü fırsat değerlendirilerek, özel gayretlerle büyütüldüğü; hiyerarşinin, önderlik olgusunun, irade ve yol göstericiliğin boy hedefi yapıldığı bilinmektedir. Bu, devrimci değerleri yok etmeyi kendine vazife edinmiş karşı devrim güçleriyle beraber; onların subjektif veya objektif uzantılarınca da sürdürülmektedir. Kişi, iyi niyetli de olsa, örgütsel iradeye direndiği oranda, örgüte yönelik yıpratma faaliyetlerinin gönüllü özneleriyle aynı kovaya su taşır, onların elini güçlendirir.
Devrimci Hareket’i tanıyan herkes bilir; biz, biçimden çok öze vurgu yaparız. Daha önce yaptığımız bir değerlendirmede “Bizleri Farklı Kılan, Devrimciliğin Kavranmasındaki Özdür” demiştik. Hareket’imizin değerlerini; ödenen bedelin büyüklüğü, yapılan işin çokluğu, atılan slogan sayısı, vb. değil, bunların hizmet etmesi gereken öz oluşturuyor. Yani bunlar sadece birer araçtır ve amacı beslediği oranda değerlidir. Bir afiş, bir bildiri insanları örgütlemeye yetmez; bu araçların kendinden menkul böyle bir gücü yoktur. Bunlar, devrimci bir çalışmanın basamaklarından sadece biridir ve bizleri bir yerlere yükseltecek olan merdivenin yerine ikame edildiğinde, birinci basamakta yerimizde saymaya devam ederiz. Salt o afişleri gördüğü için yüzünü Hareket’imize dönenlerin olması bizi yanıltmamalıdır. Bunlar kolaya meyletmek, hatta hazırı tüketmek anlamına gelir.
Oturulan yerde uyuklamak, iştahsızlık, sürekli yorgun görünmek nasıl yaşlılık belirtisi ise; hangi yaşta olunursa olunsun tembellik, kaytarmacılık, makyajla veya görüntüyü kurtarmakla yetinmek, sadece dürtülünce iş yapmak da bir çeşit yaşlılıktır. Ve kişiyi sadece devrimcilikten değil, yaşama kalite kazandırma kabiliyetinden de yoksun bırakır. Kimi arkadaşlarımıza bu benzetme abartılı gelebilir; ama, sözünü ettiğimiz zaaflar kişinin arkadaşlık, kardeşlik, aşk, okul, iş, vb. yaşamında da başarılı olmasını belirli bir kaliteye ulaşmasını önler. Kendini zorlamak yerine azla yetinmeyi tercih etmek; sonuçları sebebiyle, kişinin kendine verdiği bir ceza gibi algılamalı ve onunla mutlaka mücadele edilmelidir.
Devrimcilik öncesi yaşamda, birbirini sömürmeyi, birbirini rakip gibi görmeyi, başkasının sırtına basarak yükselmeyi, hatta yükü paylaşmak yerine başkasının omuzlarına yıkmayı olağan bir davranış normu olarak gören insanlar, bu alışkanlıklarını bir anda atamayacakları için yoldaşlığın gerektirdiği normları içselleştirmekte zorlanır, adaptasyon güçlüğü çeker. Bu, anlaşılır bir durumdur ve zaten devrimci bir çatının altına girer girmez; insanların birden bire, efsunlanmış gibi değişmesini beklemek doğru değildir. Bu sürecin sağlıklı bir gelişimle aşılması için dayatmalardan çok, eğitici müdahalelerden sonuç beklenmelidir.
İnsanlar arasında, fiziki güç farklılığı gibi, ruhsal dayanma açısından da farklılıklar vardır. Bu, doğaldır ve dikkate alınmalıdır. Yani, azami 60 kg. taşıyabilen bir kişiden 70-80 kg. taşımasını istemek nasıl doğru değilse; kaldırabileceğinin üstünde bir stresle yüz yüze bırakmak da doğru değildir. Ancak bu, yük taşımaktan kaçınmaya ve dolayısıyla kaytarmaya sebep olmamalıdır.
Biz, yoldaşlarımızı üzmek veya yormak için değil, daha güzel bir yaşamın taşlarını beraber örebilmek için varız. Yaptığımız müdahale ve yönlendirmeler, bu çerçevede algılanmalıdır.
Yoldaş omuzlar, birbirine yük bindirmek için değil, birbirinin yükünü paylaşmak/hafifletmek için vardır. Eğer devrimci bir ortamda vermeye, paylaşmaya, yük almaya daha istekli kişilerin sırtındaki yükler giderek çoğalıyorsa; ortada çarpık olan ve devrimciliğe yakışmayan bir durum var demektir. Nasıl olsa başkası yapmaya istekli diye, geride durmak, sorumluluk üstlenmemek, niyet bu olmasa dahi, sonuçta yoldaşlarını sömürmek anlamına gelir.
Devrimci Hareket, insanın hareket kabiliyetini, davranış ve üretme grafiğini kimi yazılı kuralların dar alanına hapsetmek yerine, daha özgür ve kapsayıcı işleyişi tercih eder. Bu, kuralların saptanmasının pek çok şeye çözüm olacağı kanaatinin reddidir. Kurallar kendi kendine yönetmez, sonuç da vermez. Onu uygulayan insanın kavrayış ve yorum kabiliyetine bağlı olarak olumlu veya olumsuz sonuçlar verir.
Devrimci Hareket fiili bir tüzüğü tercih ederken, gerçekte zoru denemektedir. Bu, hemen her yoldaşımızın, işleyiş kurallarına, hareketi oluşturan değerler bütününe vakıf olmasını gerektirirken, aynı zamanda yorumlama şansı verir. Böyle bir tercihin, kimi durumlarda; hareketin oturmuş bir işleyişe sahip olmadığı, her kafadan bir ses çıkabildiği veya kuralların eğilip bükülebileceği (uygulanmayabileceği) izlenimini verir. Tabii ki bu doğru bir izlenim değildir. Ve tersine Devrimci Hareket, kişisel ve siyasal yaşamın her alanına, sürprizler dahil her gelişmeye müdahale edebilme ve yol gösterme iddiasına sahip bir organizasyondur.
Uygulamada tanıdığı tolerans ve sahip olduğu esneklik, iddiasızlığından değil, kendine güveninden gelmektedir.
Herşeyin özünü açığa çıkarıp; biçimi, yansıması olduğu öze bağlı olarak değerlendiren Devrimci Hareket, dostlarına devrime giden yolda omuzdaşlar olarak önem verirken; bunu, aradaki kavrayış farkının bilincinde olarak yapar. Çünkü devrim, keyfi tercihlerle ulaşılabilecek ve tek bir yapının altından kalkabileceği bir amaç değildir. Ancak bunu yaparken, “ayıplanma, yanlış anlaşılma” kaygısıyla değil, değerlerinin gerekleriyle hareket eder. Birlikte hareketi temenni etse de; devrimin/halkların yararına olduğunu varsaydığı tutumları tereddütsüz uygulamaktan kaçınmaz; “kim ne der?” kaygısına düşmez. Hareketimizin bu niteliği, kimi zamanlarda, hala küçük burjuva niteliklerin etkisinde olan yoldaşlarımızda bir zorlanmaya sebep olabilmekte; verilen özün değil, etrafta görülen biçimin etkisiyle hareket edilmektedir.
DEVRİMCİ HAREKET’TE
KATILIM EŞİĞİ DEĞİL BARINABİLME EŞİĞİ YÜKSEKTİR
Bizden bir devrimcinin tarif edilmesi istense; tüm ihtiyaçlarını kendisi karşılayan, her türlü zorluğun üstesinden gelen, koşulları lehine çevirmeyi bilen; açlık, susuzluk, yorgunluk, uykusuzluk gibi hallerde iradesini kaybetmeyen, belirli bir program dahilinde disiplinli ve tutarlı olan kişi biçiminde özel ve seçkin bir kimlik çizerdik. Ancak, söylenenle yapılan arasındaki açı sebebiyle; tarifler tek başına çok fazla anlam ifade etmiyor. Aeskhylos, “Yemine bakıp insana inanılmaz, insana bakıp yeminine inanılır” der. Sözün özü; güven, sözle değil, eylemle oluşuyor. Devrimci bir organizasyon, çoğun yanında azı, yeterlinin yanında yetersizi istihdam ederek; çeşitli çap ve büyüklükteki enerjilerin aynı yönde işe dönüşmesini ve sonuç vermesini sağlayabilir. Ancak bu, yarım irade ile, diğer uğraşlardan arta kalmış enerjiyle devrimcilik yapılabileceği anlamına gelmez. Devrimcilikteki gönüllülük; iş yapmama, kaytarma, hatta gidişata fren etkisi yapma gönüllülüğü olarak algılanmamalı; keyfilik anlamına gelmediği özellikle bilinmelidir.
Kişi, devrimci görevlerin gerektirdiği her konuda değil, sadece ona daha hoş, daha şirin gelen, kolay ve güzel vakit geçirmeye imkan veren uğraşlarda gönüllü oluyor, dayanma gücünü, iş yapabilme kapasitesini zorluyorsa; ortada bir sorun var demektir. Ve ne yazık ki, mevcut ilişkiler içerisinde bu durum ağırlıktadır. Bu, devrimci kimliğin, hizmet ettiği nihai amaçtan kopuk olarak algılanmasından kaynaklanır. Bu nedenle de kopuşlar, örgütsüzlük tercihi, harekete ve yoldaşlarına zarar vermek; genellikle ya yüzleşilmek istenmeyen şiddette bir zorlukla (polis saldırısı, tutsaklık, vb.) karşılaşılınca, ya da daha iyi vakit geçirmeye imkan veren bir fırsatın yakalanması halinde gündeme gelir. Örneğin, devrimci ilişkiler içerisinde sadece karşı cinsi de barındıran, onlarla çeşitli paylaşımlara imkan veren fiillerde bulunup salt bu fiillerde heyecan duyan kişilerin, girdikleri bir “sevgili” ilişkisi sonrasında devrimci heyecan ve coşkuyu yitirdikleri ve hızla hareketten uzaklaştıkları görülür. Tabii ki bu eğilim salt karşı cins ilişkisinde açığa çıkmaz. Bencilliğin, bireyciliğin, sevgisizliğin insan ilişkilerinde yabancılaşmayı büyüttüğü ve dokunmaları bile buz gibi soğuttuğu günümüzde; insana en yakışan, en rafine ve sıcak ilişkilerle var olmayı önüne amaç olarak koymuş bir topluluk içerisinde yer almak, böyle bir atmosferin maddi ve manevi sıcaklığıyla ısınmak hemen her insana cazip gelir. Önemli olan, devrimci ortama, sahip olduğu güzellikleri sömürmek için değil, o güzellikleri büyütmek için girmektir. Görülecektir ki, böyle bir çaba, hem güzelliklerden daha fazla beslenmeyi hem de girilen üretimlerde yeni güzelliklerle tanışmayı beraberinde getirecektir.
Devrimci Hareket’in saflarında yukarıda sıraladığımız türde pek çok zaaf ve eğilim bulunabilir. Asıl tehlikeli olan, bunların bulunması değil, kalıcılaşmasıdır. Bizler, insanları giriş kapısında sınıflayıp ayıklayan bir süzgece sahip değiliz. Ayrıca, zaaflarla yüklü biçimde içimize gelen insanların, samimi olduğu sürece değişmesinin mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle, katılım eşiğini değil, barınabilme eşiğini yüksek tutuyoruz. Kimilerinin katılım sonrasında, yavaş yavaş uzaklaşmaya başlaması ve sonuçta saflarımızı terk etmesi, barınabilme eşiğini aşamamış olmakla ilintilidir.
Bizler, çatımızın altına gelen hemen her insana şans tanırız. Bu bizi ne zayıf düşürür ne de sulandırır. Çünkü değerlerimiz, bu tür öğelerle değişime uğramayacak denli sağlam örülmüştür. Bunu kavrayanlar hareketin taşıyıcısı haline gelmekte, kavrayamayanlar ise ya gitmekte ya da devrimcilikte azla yetinen duruma düşmektedir.
MİZAH DAHİL KÜLTÜRÜN TÜM BİLEŞENLERİNİN ALTERNATİFİ DEVRİMCİ YAŞAMDA MEVCUTTUR
Tüm toplum kesimleri gibi devrimcilerin de yaşamında mizah vardır/olmalıdır. Hatta devrimciler, yaşamı kapsayıcı bir pencereden algılama, diyalektik yönteme sahip olma ve varolan sistemi yadsıma sebebiyle daha yoğun ve nitelikli mizah yapabilme şansına sahiptir.
Kültürün feodal, burjuva, vb. olması; ileri veya geri sayılması gibi, bir kültür öğesi olan mizahın da ileri veya geri olması; kaliteli veya sulu olması mümkündür.
Alternatif bir dünyanın taşlarını örme yolunda devrimciler, girdikleri ilişkilerde etken olabildikleri oranda yol gösterme, kültür taşıma şansına sahip olur. Edilgenlik, ortama uyum, karşı tarafa benzemeyi beraberinde getirir. Örneğin cinsel veya sulu/seviyesiz esprilerin revaçta olduğu, “stand-up”çılarca yaygınlaştırılıp kanıksatıldığı günümüzde, aramıza yeni dahil olan genç bir insanın, söz konusu esprileri bulunduğumuz ortama taşıması normaldir. Normal olmayan, bunu aşmış olması gereken yoldaşlarımızın, aralarına yeni katılan bir insanı elinden tutup yukarı çekmek yerine, aşağı inmeleri ve söz konusu esprilere katılarak kalıcılaşmalarına ve ortamın sulanmasına katkı koymalarıdır. Aramıza yeni katılan bir insanı kendimize benzetmek yerine, biz ona benziyorsak, ortada bir terslik var demektir. Kastettiğimiz benzetme, asimilasyon değildir. Dışsal pek çok faktörün aşındırıcı etkisi altında bulunan devrimciler, iddialarında başarılı olabilmek için, değerlerini her koşulda savunabilmeli, sahip oldukları kültürel normları anlatmaktan ve bu doğrultuda ısrarcı olmaktan kaçınmamalıdır.
Egemen kültürce sağlanmış olan hegemonya, pek çok ideolojik aygıt tarafından beslenirken, buna alışkanlıklar da destek verir. Hangi alışkanlığın nereden geldiği, kaynağında ne olduğu, örneğin bir tuvalet esprisine neden hemen herkesin güldüğü, karşı cins ilişkilerinde hala neden babadan kalma geleneklerin dışına çıkılamadığı, vb. araştırılıp üzerinde durulmadıkça, devrimci zeminde dahi olunsa, alternatif bir kültür oluşturmak olanaklı değildir. En azından, temenni edilen seviyeye ulaşmak olası değildir.
Kültür, toplumsal bir olgudur ve ortak emek ürünüdür; diğer bir ifadeyle üretimler toplamıdır. İnsanlık hiçbir güzelliğe zahmetsiz, düz bir yolda ilerleyerek ulaşmamıştır. Bilim yolunda dahi kafaların kesildiği, önermelerde ısrarın bedel gerektirdiği bilinir.
Tembel bir insan yüzmeyi öğrenmek yerine sığ sularda yıkanmayı tercih eder. Bu da bir yaşam biçimidir ve böyle de yaşamak tabii ki mümkündür. Ama Behrengi’nin Küçük Kara Balığının yaptığı gibi okyanuslara açılıp, zengin ufuklar eşliğinde farklı dünyalarla tanışmak, tembellerin işi değildir. Yatakta geçirilen süreyi uzun tutmak, genellikle bir çeşit hastalığa tekabül eder. Eğer ortada fiziki bir rahatsızlık yoksa, uyanmak istememek; gerçeklerle yüz yüze gelmemek, anlamlı bir uğraş sahibi olmamak gibi nedenlere dayanır. Örneğin hapishanelerde adli tutuklular veya politikleşememiş politik tutsaklar, günde 15-16 saat yatarak vakit geçirmeye çalışır. Devrimcilere ise, hiçbir koşulda (içerde veya dışarda) kendini yatağa mahkum etmek yani uykuya yenik düşmek yakışmaz. Devrimci kültürü içselleştirip, onun gereklerini yaşamın tüm ayrıntılarında yerine getirebilenler için; kaldırılamaz yük, gerçekleştirilemez görev, başedilemez problem yoktur. İşte bu nedenle, devrimciliğin gerektirdiği kaliteyi yaşamlarında sağlayabilenler, zindanın en zifiri karanlığı ile tanıştığında “ben neden buradayım?” sorusuna yanıt vermekte güçlük çekmez ve zindanla da zindancıyla da baş etmeyi bilir. Aksi takdirde; kaytararak, üşenerek, yükten kaçınarak devrimci zeminde varlık gösterenler, tutsaklık gibi özel hallerde, yalpalar ve sonuçta kendine de harekete de zarar verir.
Kısacası, “Yaşamak, bir şölendir. Bu şölene çağrılan kimseler pek çoksa da, masaya oturmayı başaranlar pek azdır.” (Darwin)
DEVRİMCİ KİMLİĞİ DOĞRU VE YETERLİ BİÇİMDE KAVRAYANLAR
DEVRİMİN GEREKTİRDİĞİ HİÇBİR ÇABAYI ANGARYA OLARAK GÖRMEZLER
İnsanların ücret karşılığı çalıştıkları, sömürüldükleri ve dolayısıyla angarya olarak gördükleri işlerde isteksiz olmaları, kaytarmaları, mesai saatlerinin bitimini dört gözle beklemeleri normaldir. Ama bu tutum ve isteksizlik, devrimci görevler karşısında ortaya çıkıyorsa, ortada bir terslik var demektir. Devrimci zeminde yapılacak işleri, iyi-kötü, zevkli-zevksiz diye sınıflamak da aynı tersliğin dışavurumudur. Uzun ve kısa vadeli hedefleri, devrimci kimlikle ilişkilendirip en küçük bir işi bile, hizmet ettiği bütünün içinde algılayamayanlar; tüm telkinlere, ajitasyon ve propagandaya rağmen, istikrarlı bir moral ve heyecan grafiği çizemez. Ve sonuçta, sadece moral dalgalanma yaşamakla kalmaz; hareketin kimi adımlarını, salt heyecan vericilik açısından ele alacağı için, kavrama ve adaptasyon güçlüğü çeker. Örneğin 1 Mayıs’taki ayrışmanın anlaşılmasındaki güçlüğün sebeplerinden biri budur. Genellikle; cesaret, kahramanlık gibi feodal ölçeklerle donanmış ve duruşunu taraftarlıkla sınırlamış ülkemiz sol gençliği için ne yazık ki, uzun uzun yaptığımız açıklamalar ve sorduğumuz sorular çok şey ifade etmeyecek; yazılanı ya okumayacak, ya da okusa dahi, aidiyet ilişkisi içinde olduğu (taraftarı bulunduğu) yapının sloganlaştırdığı ifadeleri tartışmasız bir ölçek olarak algılayıp, yoluna devam edecektir. İşte biz, kendi yoldaşlarımızda bu duruşun izlerini gördüğümüzde rahatsızlık duyuyor ve bunu değiştirmek istiyoruz. Çünkü bizim devrim diye bir sorunumuz var. Ve önümüzdeki yolun, salt “atılım, cüret” edebiyatıyla aşılamayacağının bilincindeyiz.
MARKSİZM’İN YOL GÖSTERİCİĞİNDE YÜRÜYENLER İÇİN
ÖZ HER ZAMAN BİÇİM VE GÖSTERİŞTEN ÖNEMLİ OLMUŞTUR
Akılların çelmelendiği, insanların bilinç altlarının dahi yönlendirildiği, bilim alanındaki mütevazı çalışmaların bile, emperyalist projeleri besleyen bir ilişkilenmeye sokulduğu günümüzde; düşünsel alandaki özgürlük daha büyük bir önem kazanmış ve daha heyecan verici olmuştur. Bu, çatışmanın ortasında kalıp, yara almadan çıkmaya; toz-duman içinde kalıp, tertemiz çıkmaya benzer.
Bir bakıyoruz ki bir bilim adamı, lazer üzerine yaptığı araştırma ve buluşların, bir gün karşısına savaş teknolojisinin bir aracı olarak çıkmasından dolayı dehşet ve çaresizlik hali yaşıyor. Veya bir psikolog, gördüğü eğitime, kazandığı uzmanlık sıfatına rağmen, bir gencin hastalık düzeyindeki egoizmini, “ailenin küçüğü olduğu için, çocukluğunda fazla ezilmiştir. Onu anlamak gerekiyor.” biçiminde değerlendirmekte yani kitapta okuduğu örneklerin dışına çıkamamakta ve sonuçta, onu adeta olumlar duruma düşmektedir. Marksistler ise bir olgunun birden çok nedeni olabileceğini bilir. Bu nedenler içinde temel önemde olanını öne çıkarır ve nedeninin bilinmesinin, söz konusu fiile masumiyet kazandıramayacağından hareketle, değişimi zorlar. Bu örneği, Marksist olmanın önemine ve kazandırdığı avantajlara dikkat çekmek açısından verdik. Ancak Marksist olmanın ve özellikle de Marksizm’i an’a izdüşürebilmenin kolay olmadığının bilincindeyiz. Bu yolda öğrenmek de yapmak da, basamakları tükenmeyen bir merdiven gibidir. Bu nedenle yaparken öğreniyor, öğrenirken yapıyoruz.
DEVRİMCİ HAREKET
Sayı 14 (Ağustos – Ekim 2004)