Türkiye’de 12 Eylül sonrasında dışavuran bir nitelik, bugün çok daha net ve yaygın bir halde kendini eleveriyor. Fikri üretkenliğin şu veya bu yerinde bulunması gereken veya kendine böyle bir niteliği yakıştıran kişi ve kesimler, genellikle böyle bir üretkenliği ya geriden takip etmiş ya da çok daha ilgisiz konuları kendilerine bir uğraş alanı olarak seçmiştir.
Bir bakıyorsunuz kişi, devrimcilikle ve de marksizmle maddi-manevi her türlü bağını kestikten sonra, Özgür Üniversite’de ders vermeye başlamış. Veya pek çok insan, daha önce sanki felsefeye ilgisi yokmuş gibi birdenbire felsefenin önemini keşfediyor. Öyle ki mantar gibi felsefe atölyeleri çoğalıyor. Ve asıl üzücü ve de tehlikeli yanı, bu uğraşın, pratik hayattan bağımsız akademik-entelektüel bir uğraş olarak addedilmeye başlanmasıdır. Bu çabanın homojen olmadığını, felsefe dersleri alan veya veren kimi öznelerin, yaptığımız tanıma uymadığını biliyor ve onların burada yaptığımız genellemeden rahatsızlık duymayacak olgunlukta olduğuna inanıyoruz. Ne var ki, atölyeler içinde işi abartıp, bugün siyasal zeminde yaşanmakta olan tüm sıkıntı ve yetersizlikleri felsefe eksiğine bağlayanların ve daha ileri giderek “en solundan en sağına tüm yapılar”ı, bu bağlamda aynı kefeye koyanların olması bu tanımlamamızın haksızlık anlamına gelmeyeceğini gösteriyor.
Fikri üretkenlik alanında türeyen bir diğer çarpık olgu da, kitap yazma işinin bir ticari olaya dönüşmesi veya “yazar” olarak anılma hesap ve isteği sonucu olmasıdır. Öyle kitaplar ortaya çıkmaya başladı ki, işlediği konuyu insanlar o kitaptan öğrenmeye kalktıklarında yanlış yönlendirilmiş olacak veya en azından kafaları karışacaktır. Mesela bu yazarlardan biri, devlet konusunda marksist klasiklerden tuttuğu notları, kendi yorum ve yönlendirmeleri eşliğinde bir kitap olarak yayınlamış. Ve böylece devleti ilk olarak kendisinden öğrenmeye kalkanların yanlış gıdalanacakları sağlıksız bir ürün sunmuş oluyor. Aynı konu zaten, önce Marks ve Engels tarafından ortaya konmuş, Lenin tarafından ise daha da anlaşılırlık kazandırılarak
açılmıştır. Bu kaynaklar varken, insanlar kişisel ihtiyacın ürünü olarak bastırılmış olan ve yanlış ifade, yönlendirme ve başlıklarla dolu böyle bir kitabı neden tercih etsin ki? Eğer, kolayımıza gelir de Marks’tan, Lenin’den daha kolay anlaşılır diye, bu tür kitaplardan (güvenilirliğinden emin olmadığımız kitaplardan) işe başlarsak, fikri gelişim olasılığını baştan sakatlamış oluruz.
Yayın alanında, sözünü ettiğimiz çarpıklığın yaygınlığı ve çeşitliliği sanıldığından çoktur. İçinde bulunulan tarihsel kesitte, toplumsal gelişimin önünü açacak olan ve ihtiyaç halinde bulunan konular yerine; kimliksizlik, özne olamamak, sivil toplumculuk, postmodernizm gibi konuların öne çıkarıldığını ve dönemin de gerçekliğin de ıskalandığını biliyoruz. Bu çarpıklığın son yıllarda yansıyan bir diğer biçimi de değişim olgusunu, diyalektik bağlam içerisinde ve gerektiği oranda ele almak yerine; burjuva çevrelerin yönlendirmesi, kendindeki negatif değişimin dışa vurumu veya revaçta olanı öne çıkarmak gibi nedenlerle abartılı ve farklı nitelikte tanımlamalar gerektirecek çerçevede ele almaktır. Aynı abartılı ve maksatlı tanımlamalar emperyalizm konusunda çokça yapılmışken; son olarak, yazar sıfatıyla anılma sevdalısı kimi şahsiyetlerin 11 Eylül konusuna balıklama atladığı görüldü. Bu konu elbette ki önemliydi ve işlenmek durumundaydı. Ne var ki, çabaların pek çoğu konunun özünü açma ve muhtemel gelişmelere ışık tutma bağlamında değil; “yazmış olmak” bağlamında ele alınmıştır. Ülkemizde fikri üretkenliğin kısırlığına ve hatta ölü doğumuna örnek sayılabilecek gelişme; dünya kamuoyu tarafından bilinen muhalif yazarlardan Edward Said, Tarık Ali, Noam Chomsky, Samir Amin gibi isimlerin ürünlerini ya çeviri, ya derleme olarak, ya da kendi süzgecinden geçirerek yayınlama sırasında yaşanan çarpıklıklardır.
Söz konusu yazarlar, içinden geçmekte olduğumuz tarihsel kesitte, fikri üretkenliğin önemli özneleridir ve elbette ki çevirisi yapılacak, izlenecek ve onlardan öğrenilecektir. Kastettiğimiz şey, bu tür bir çabanın da ya tembelce bir kısırlıkta gündeme gelmesi ya da öznel sebeplerle fazlaca öne çıkarılmasıdır.
Yaptıkları araştırmalarla ve ortaya koydukları ürünlerle dünya ölçeğinde bir ilgiye muhatap edilen gazeteci ve yazarları izlemek, onlardan öğrenmek doğru ve gereklidir. Ne var ki, bu yapılırken, aynı kişinin fikri, taban tabana zıt bir duruşu kuvvetlendirmek için veya sırf, sınırlar ötesi üretimle de alakalı görünmek için kullanılmamalıdır. Örneğin, “ilkokul dörtten beri Filistin konusunu inceliyorum “diyen, gazeteci Hüsnü Mahalli’den öğrenecekseniz, onun “ABD’nin 50 yıllık politikasında bir değişiklik yok” biçimindeki değerlendirmesini de dikkate alacaksınız.
GEÇMİŞE İPTAL DAMGASI VURULARAK FİKRİ YENİLENME GERÇEKLEŞTİRİLEMEZ
Dünyada olduğu gibi ülkemizde de solun son birkaç onyılına damgasını vuran, “arayış” olmuştur. Arayış içinde olmak ve sürekli bir yenilenme ile yaşama verilecek yanıtlarda toplumun bir adım önünde bulunmak, yani yolgöstericilik, elbette ki en çok devrimcilere yakışır. Ancak hiçbir yenilenme, geçmişi yok sayarak gerçekleştirilemez. Bir dönem, Avrupa solunda dışavuran ve büyük ölçüde marksist zemini sağa kaydırma olarak gerçekleşen arayışlar, ülkemiz gibi kendine has süreçler yaşayan coğrafyalarda fazlaca itibar görmemişti. Ne var ki, ’89’daki çözülme sonrasında, kendine kâbe seçmemiş olanların da kâbeleri yıkılmış gibi davranması, kimi çevreleri ve çabalarını kıymete bindirdi.
Öncelikle bilinmek durumundadır ki, bir dönemin eylemine ve dolayısıyla fikri külliyatına iptal damgası vurup yeniyi aramak, bilimsel bir yaklaşım olmamaktadır.
Sosyalizmin bir tarihsel dönemi, neden Sovyetler Birliği’nde doğan ve sonra yine aynı coğrafyada kırılmaya uğrayan pratikten ibaret olsun? Eğer bu tarihsel dönem, dün devrimini gerçekleştirememiş ülke devrimcilerini ve onların pratiğini de kapsayacaksa; bugün onların hâlâ devam etmekte olan teorik ve fiili duruşuna rağmen, neden sona ermiş olsun ki? Veya yenisini başlatmak, bu çabaları yok sayan dolayısıyla da öznel bir tanımlama olmuyor mu? İşin ülkemiz solu adına dikkat çeken ve üzücü olan tarafı, arayış içinde olanlarda en ufak bir özgün üretime rastlanmamasıdır. “Yenilenme” sürecinde fiili olarak varılan yer, siyasal anlamda devrim hedefinden iyice uzaklaşma; sosyal anlamda ise, bir çeşit burjuvalaşma sayılan, sistemin tanımladığı normlara ve mekanlara geri dönüş olmuştur.
Soğuk savaşa göre biçimlenmiş verilerle bugün hareket edilmemesi gerektiği ise; biraz komik biraz da acı bir tanımlamadır. Eğer sorun Nato ile Varşova Paktı’nın gerginlikleri veya ABD ile Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanları kapışması ise; evet bunlar bir dönemin olgularıdır. Ne var ki, aynı dönem, bu olgularla yetinmeyen ve kendi özgün üretimleri ile yaşamdaki yerini alan devrimcilerin olması; o olgular sona erse de, bir dönemi tüm özneleri ile sonlandırma çabasını doğru/haklı kılmaz.
O sonlandırma tanımlamasıyla aslında, sadece son yıllarda sosyalizmden oldukça uzaklaşmış pratikler değil, devrimlerin ve uygulamaların bütünü kastedilmektedir. Bu niyet, başlangıçta üstü örtük ve utangaç biçimde belirmiş ise de bugün artık sesli ve yazılı olarak açık biçimde yansımaktadır. Örneğin, dün Stalin boy hedefi yapılırken, bizler “Stalin’in şahsında gerçekte Lenin’e ateş edilmektedir” dediğimizde, bu iddiamız subjektif kabul ediliyordu. Bugün artık, Lenin’e ve Sovyet devriminin, hatta gerçekleşmiş tüm devrimlerin bizatihi kendisine “atışın serbestleştiği” görülmektedir.
Bu kocaman ve ciddi konular, sanıldığının aksine; hemen her değeri ayağa düşüren bir seviyede ve içki masalarına meze eden bir etik aşınma halinde ele alınmaktadır.
DENEYİMLERDEN VEYA TEORİK BİRİKİMDEN ÖĞRENMENİN YOLU ŞABLONCULUK OLMAMALIDIR
Dünyada pek çok ülke deneyiminden ve fikri birikim havuzundan bir bilimin devamlılık gerektiren niteliğine uygun olarak kendine düşeni süzerek alamamış olan -en azından yeterince alamamış olan- ülkemiz solu bugün; önünü açma, yenilenme ve sürece uygun açılımlar sunma konusunda tedirgin edici bir sessizlik hali yansıtmaktadır. Devrimcilik, her şeyi bilen bir “bilgin” halini şart koşan bir etkinlik alanı değilse de, dünyada teorik ve pratik birikimle ilinti içinde bir ölçü oluşturma işi, doğru algılanıp gereği yerine getirilmediğinde; ortaya, kimliğin özüne pek de uymayan bir sonuç çıkar. Bugün adeta bir ölçü/norm bunalımının gözlendiği, bir çeşit fırtına öncesi sessizliğin yaşandığı solda; fırtınanın sıçrama değil, geri düşme biçiminde yaşanma olasılığı güçlü görünmektedir. Türkiye’de solda gelenek sayılabilecek denli sıkça rastlanan bir durumdur; örgütsel öznelerde yaşanan nitelik değişimleri; açıkça ifade edilen bir biçimde değil, zamana yayarak ve sanki bir çeşit gizlenme ve utangaçlık halinde adım adım gerçekleşir. Solun bugün önemli bir kesimi, böyle bir sürecin içindeymiş izlenimini vermekte ve muhtemel fırtınanın nitelik değiştirmeye aday öznesi olarak, rolünü oynamaktadır. Birikerek açığa çıkan niteliklerden biri de, devrimci bir duruştan reformist duruşa geçiştir. Bu tür sorunlar polemik konusu yapıldığında genellikle subjektif öğeler öne çıkar, gerçeklik yadsınır ve hemen her yapının bir diğerinden daha devrimci (reformizme bulaşmamış) olduğunu iddia ettiği gergin bir ortam oluşur. Geriye dönüp baktığımızda ülkemiz solunun, çocukluk sürecinin 70’li yıllarla sınırlı olmadığı, sıkıntılı ve yavaş büyümenin devam ettiği ve adeta; “canlılar içinde çocukluk süreci en uzun olan insandır” önermesini haklı çıkarırcasına bunun aşılamadığı görülmektedir. Temel teorik tezlerini, bir ülkeyi kâbe seçerek (Çin, Sovyetler, Arnavutluk gibi) tayin eden kesimlerin yanında, örnek aldığı olguyu bir şablon halinde aktaran kesimleri de saydığımızda; Türkiye’nin marksizmini oluşturma konusunda büyük ölçüde özürlü olunduğu görülecektir.
Dünyada var olan ve küçümsenmeyecek boyutlarda bulunan teorik ve pratik birikimden yararlanmak, sosyal bilimin kuralları gereği doğru aktarma yöntemi ile yapılamadığı için; seçicilik öne çıkmakta ve bu seçiciliğe öznelliğin gölgesi düşmektedir.
İster roman, ister teorik kitap, isterse de pratik bir olgu olsun; bir deneyimden yararlanırken, somuta doğru izdüşümler yapabilmek, bir ustalık gerektirir. Örneğin, ölüm orucunun gerekliliğine karar verirken, ne RAF’ın, ne İRA’nın ne de ’84 veya ”96’nın deneyimlerine bakmak yetmez. O deneyimler çok şey anlatmakta ise de her süreç kendi koşulları bağlamında irdelenmeli ve böyle bir tarzın, ihtiyaca denk düşüp düşmediği, her türlü öznellikten ve grupsal kaygıdan uzak bir yaklaşımla değerlendirilmelidir.
Devrimcilikte tutarlılık ve güvenilirlik hanesine gölge düşürecek ve başarısızlık olasılığını kuvvetlendirecek en önemli etkenlerden biri normlarda keyfiyettir .
Aynı eylem süreci içerisinde bir olguya, tüm dost bileşenlerin önerilerini ve hatta varlığını yok sayarak “kara” demek, sonra da maddi zeminde hiçbir değişiklik olmadığı halde, salt öznel nedenlerle “ak” demek, bu fiilin sahibinin bile algılamayacağı boyutlarda bir tahribata sebep olur. Bu tür tahribatlar sonrasında belki, kalıcı göstergeler sunma yeteneği olmayan bir terazide, dostlarına karşı bir üstünlük görüntüsü oluşturmak mümkün olabilecektir; ama, kavganın geleceğini gözeten hiçbir göz, orada asıl hedef olan güçler karşısında bir kazanıma rastlamayacaktır.
Hiçbir şeyi sonuçlardan yola çıkarak değerlendirecek değiliz; sonuçların, nedenlerden bağımsız olmadığını biliyoruz. Kendi gerçekliğini kabul etmeyen siyasal yapılar, değişim ihtiyacını programlı ve iradi bir duruşla karşılamadıkları için; bu zeminde sık sık utangaç geçişlere ve “zamana yayarak benimsetme” tutumlarına tanık olunur.
Karşı devrimin atraksiyonlarıyla ve sürprizlerle her an karşılaşma ihtimali olan devrimcilerin yüzü, sürekli olarak yenilenmeye ve yaratıcılığa dönük olmalıdır. Örneğin, “hain kimdir; kim nerede nasıl cezalandırılır; sorguda çözülen bir devrimciye karşı nasıl bir tutum takınılmalıdır?” gibi karşımıza çıkabilecek pek çok soruya, romanlardaki veya devrim deneyimlerindeki benzer örneklerin fotokopisini çekerek yanıt vermeye kalkarsak, var olan kazanımları koruma ve üzerine yenilerini ekleme şansımız olmaz.
TÜRKİYE DEVRİMİ, GENEL İLE ÖZEL, YENİ İLE ESKİ ARASINDAKİ BAĞI DOĞRU KURABİLEN ÖZNELERİN YOLGÖSTERİCİLİĞİNDE GERÇEKLEŞECEKTİR
Diğer ülke devrimleri gibi, Türkiye devriminin de kendine özgü bir karakteri olacak; yerele taşınan evrensellik, başarıyı arttırırken, yerelde sağlanan gelişme, evrenseli güçlendirecektir.Buradaki genel-özel diyalektiği, devrimciler için nasıl yeni veya yabancı değilse; tek ülkede devrim fikrinin, insanlığın nihai hedefi ile çelişmediği, aksine o merdivende bir basamak oluşturduğu dayabancı değildir. Ne var ki, arayış/yenilenme adı altında eldeki-avuçtakini tüketip yerine yenisini koyamayan ve bu nedenle, “Avrupa solu”ndan, Troçkizmden veya burjuva liberallerinden apartılmış bir söylemi, doğruluğu kanıtlanmış önermeler niteliği taşıyan ve devrimcilerin gelenek örgüsünde bir doku bütünlüğü oluşturan normların yerine ikame eden kesimlerde; Leninizmin evrensel diğer tezleri gibi tek ülkede devrim meselesi de “tedavülden” kaldırılmıştır.
İfade edildiğinde, ağızlardan kocaman bir gerçeklik olarak yansıyan ve sahibini, ciddi bir araştırma içindeymiş gibi gösteren, “Leninist parti artık geçerli değildir”, “Tek ülkede devrim mümkün değildir” gibi ifadelerin, ne acıdır ki geçmişi aşarak değil, geçmişin gerisine düşerek kullanıldığını görüyoruz. İşin üzücü olan bir diğer tarafı, bu kadar afra-tafranın bilgiye ve araştırmaya değil, dünya basınından yapılmış bazı çevirilerden alınan ve fikri bir sistematik içine yerleştirilemediği için eklektik bir halde duran kimi yorum ve değerlendirmelere dayanmasıdır.
Devrimini yapmış bir ülkenin, emperyalist kuşatma sebebiyle, tek başına sosyalizme evrilmesinin güçlüğünden söz etmek başka bir şeydir; tek ülkede devrimin bile olanaksız olduğunu söylemek çok daha başka bir şeydir. Tersine devrimin aynı anda birden çok ülkede olması çok daha güçtür ve zayıf bir olasılıktır. Bu konu, dünden bugüne fikri gelişimi doğru takip edebilenler için pek de karışık olmayan bir konudur. Bilgiyi özümseyip doğru yerde kullananlar, onun önemini bilir ve olur-olmaz nedenlerle yadsıma/değiştirme yoluna gitmezler. Bilgiye en rahat kıyabilecek olanlar, onu sosyal bir çevrede kendine yer edinmek amacıyla, bir araç olarak kullananlardır. Onlar için bilginin ilgi çeken bir içerikte olması, doğruluğundan veya toplumsal dönüşümdeki rolünden daha önemlidir. Bu konuyu daha iyi kavramak ve daha somut örnekler görmek isteyenler; değerlerini bir çırpıda terkedip yüzseksen derece zıt yönde tercih yapan kişi ve çevrelerin durumuna göz atarlarsa, sözünü ettiğimiz gerçekliğe daha çıplak ve daha yakından tanıklık etme şansını bulmuş olacaklardır. Önemli olan, kişinin öznellikten sıyrılıp samimi bir gözle değerlendirme yapabilmesidir.
Yaşam yolunu seçerken, bilinçli davrananların ve bu yolu, ayırdına varılmış taşlarla döşeyenlerin; yani, değerlerini içselleştirerek yaşayanların yoldan dönmeleri için hiçbir sebep yoktur. Kişi, sevdiği bir olguyu terketmez, aklıyla seçip yüreği ile bağlandığı bir seçenekten vazgeçmez. Bugün, değerlerini hızla eskiten ve yolundan dönen kişi ve çevrelerdeki artış, bu denli önemli tercihlerin aceleye getirildiğini, hafife alındığını gösteriyor. Genel boyutları ile devrimci yaşam normları kavranmadan yapılan grupsal tercihler, kaba bir taraftarlığı ve sığ bir duruşu koşullamakta; herhangi bir dalgalanma karşısında da savrulma kaçınılmaz olmaktadır. Bu nedenle yoldaşlarımız, kişiyi örgütsel zemine kazanma olgusunu hafife almamalı, bunun için acele etmemeli ve girdikleri çevrelere devrimciliği sembollerle değil, yaşamın bizzat içinde taşımalıdır.
Unutulmamalıdır ki, bizlerin tercihleri dışında, devrim uzakta ve zorlu bir olasılıktır. İşi savsakladığımıza dair eleştiri alsak dahi, attığımız ilmikleri aceleye getirmeyecek, saman alevi gibi parlayıp sönecek değil, kalıcı olacak adımlar atmaya çalışacağız. Bunun yolu, devrimciliği yaşama içermektir. O zaman, moral grafiğini bir yerlere endeksleme, bıkkınlık, yılgınlık, yakınma, vb. olmaz. Ücret, mesai, emeklilik, vb. beklentisi olmaz. Ve yetmişinde de terkedilmesi gerekmeyen
bir yaşam çizgisi tutturulmuş olur.
Sayı 7 (Ekim-Aralık 2002)