ÖZGÜRLÜĞÜN KOŞULU DİRENMEKTİR
Egemen güçler tarihleri boyunca, egemenliklerini güvenceye almak, halkı mevcut gidişata razı etmek ve itirazları kaynağında susturmak için, bilinen tüm zor yöntemlerini denemiş, bunun için, kendi koydukları yasaları da çiğnemekten kaçınmamıştır. Tarihin çarkının ileriye doğru dönmesi, “modernlik”ten, “uygarlık”tan söz edilmesi; olsa olsa, gelişmenin, bilim ve teknolojinin egemenlerin hizmetinde daha profesyonelce kullanılabilmesini beraberinde getirdi.
Daha önce zindanlarda, tutsak alınmış insanlar üzerinde denenen işkence çeşitlemeleri, bugün artık bir ülkeyi hapishane, halkını da tutsak sayarak daha kapsamlı ve daha “modern” biçimde uygulanır oldu.
Hapishanelerde suyu, elektriği kesen, tutsakları aç ve açıkta bırakan, işkence için, operasyon için, yasak koymak için gerekçeye ihtiyaç duymayan; yani kendinde her şeyi hak olarak gören bugünün egemenleri; tutsak ülkeler oluşturmaya, ülkeleri yarı-açık hapishanelere çevirmeye başladı. Bunlardan biri de Filistin’dir. Ateşkeslerle, emperyalist barış masalarında yaşanan soytarılıklarla yıllardır oyalanan; seçme, seçilme, bağımsızlık kavramlarıyla, “dizginlenmek” üzere muhatap edilen Filistin, gerçekte ABD’nin Ortadoğu’daki açık hapishanesidir; İsrail de onun gardiyan gücüdür.
Bu bağlamda Filistin’in diğer ülkelerden farkı, direniş imkanlarının bir çeşit hapishane imkanlarına benziyor olmasıdır. Bu durum, Filistin’in elini kolunu elbette ki bağlamıyor. Aksine, örneğin İsrail’e ait bir üsse saldırı düzenlemek için 800 metrelik tünel kazmak gibi yaratıcılıkları da; örgütlerarası dayanışmayı da beraberinde getirebiliyor. Nitekim son olarak, El Fetih’in silahlı gücü El Aksa Şehitleri Tugayı, bir bildiri yayınlayarak, Hamas’a esir askeri bırakmama çağrısında bulunmuş ve İsrail saldırılarına hazır olduğunu bildirmiştir. Benzer bir durum halk arasında yapılan ankette de gözlendi.
“Kudüs Medya ve İletişim Merkezi’nin yaptığı ankete göre, katılımcıların yüzde 77’si, İsrail askeri Şalit’in kaçırılmasını desteklediğini bildirdi, yüzde 67’si mevcut siyasi ortamda başka askerlerin de kaçırılmasından yana olduğunu söyledi.”
Devrimci tutsakları baskının, zulmün, işkencenin hiçbir biçimi teslim almaya nasıl yetmiyorsa; Filistin halkını da ne barut ve ateş, ne yokluklar, ne de ölüm veya salgın hastalık tehdidi teslim almaya yetmiyor. Evet belki Filistin’de yokluk da yasak da kol geziyor, ama Filistin halkı özgür. Çünkü tutsaklığın olduğu yerde özgürlüğün koşulu direnmektir.
İSRAİL’İN FİLİSTİN’E YÖNELİK SALDIRILARINI YOĞUNLAŞTIRMASININ NEDENİ NEDİR?
Son günlerde İsrail’in meclis basma, bakan kaçırma noktasına varan saldırıları, İsrail’in ve işbirlikçilerinin yönlendirmesiyle, Filistinli savaşçıların bir İsrail askerini kaçırmasıyla gerekçelendi; kamuoyunun böyle algılaması istendi. BM dahil, uluslararası pek çok kurum, ilgili pek çok devlet, sınıfsal duruşları gereği; meşruiyeti, hak ve hukuk ölçülerini bu gelişmede de eğip-bükmüş, İsrail’i haklı gösterme gayreti içinde olmuştur.
Sanki kısa bir süre önce plajdaki silahsız, savunmasız Filistinlileri bombalayan İsrail değilmiş gibi, tırmandırdığı emperyalizm yönlendirmeli saldırılar, asker kaçırmaya verilmiş doğal bir refleks gibi gösterilmek istendi. Halbuki aynı kesimler, plaj saldırısı sırasında İsrail’e en ufak bir tepki vermemiş, sessiz kalmıştır.
İsrail’in saldırılarında dikkat çeken boyutlardan biri de sanki önceden hazırlık yapılmış olmasıdır. Saldırıların niteliği ve kapsamı, daha önce böyle bir hazırlığın yapıldığını ve harekete geçmek için uygun anın kollandığını düşündürüyor.
Eğer Ortadoğu’da İsrail’in saldırgan politikalarında sadece İsrail’in çıkarları ve tercihleri belirleyici olsaydı bunu açıklamak çok kolay olurdu. Ama İsrail’in kuruluşundan beri her zaman için ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının en radikal noktada savunucusu, stratejik işbirlikçisi olduğu ve ABD’nin onayı dışında ciddi bir adım atamayacağı düşünülürse; bu saldırganlığının arkasında ya da bu tür bir politika değişikliğinin arkasında ABD’nin olduğunu görmek mümkün olur.
Gerçekte İsrail’in elinde, bir askerin kaçırılmasına gösterilebilecek tepkinin biçimi için, çok farklı askeri seçenekler vardır. Bugüne dek hedefine koyduğu kişi veya yerleri vuruyor, sivillerin zarar görmesini “savaş”, “çatışma”, vb ile gerekçeliyordu. Fakat son olarak başlattığı saldırılarda göstermelik de olsa meşruiyet kaygısı gütmemiş; su kaynakları, elektrik kaynakları ve siviller dahil hemen her şeyi bombalarının hedefi yapmış; jetler sabaha dek evlerin üzerinde uçurulmuş, “ Hiçbir Filistinlinin uyutulmayacağı ” başbakanın ağzından açıkça ifade edilmiştir.
İşte doğrudan halkı hedef alan bu türden ölçüsüz saldırılar, ABD’nin politik olarak açmaza girdiği yerde başvurduğu saldırıları akla getiriyor. Örneğin Felluce’de günlerce süren kuşatma sonucunda şehir tümüyle yalıtılmış ve napalm bombaları ile yakılıp yıkılmıştı. Benzer bir saldırı da Bakuba’ya yönelik olarak yapılmıştı. Bu bağlamda
İsrail’in Filistin’e yönelik son saldırıları ABD’nin Irak’ta politik ve askeri açıdan tıkandığı bir aşamada tercihen gündeme geldi.
Bilindiği gibi ABD, 21. Yüzyıl’ı kendi yüzyılı ilan etmiş ve bunun ilk adımlarını Afganistan ve Irak’ta atmıştı. Fakat masa başındaki hesapları Irak’tan da Afganistan’dan da dönmüş, düştüğü açmazlar onu dünya genelinde prestij kaybına sokmuştur. Son olarak bir İngiliz gazetesinde yayınlanan bir ankette, ABD’ye olan güvenin İngiltere’de bile %50’nin altına düştüğü, Almanya’da %40, Müslüman ülkelerde ise bunun %10-20ler düzeyinde olduğu görüldü.
ABD, artık dünya ölçeğindeki saldırganlığın kaynağı olarak görülen, saygı duyulmayan ve Irak’taki direniş nedeniyle de askeri gücünün eskisi gibi inandırıcı olmadığı bilinen, emperyalist bir örgütlenmedir. Ve bugün onu belki de Vietnam’dan da kötü bir son bekliyor. Çünkü Irak, Vietnam değildir. Irak, ABD’nin Ortadoğu’da temel çıkarlarının söz konusu olduğu noktalardan birisidir. Irak’taki bir yenilgi Vietnam’daki gibi salt bir ülkeyi kaybetmekle noktalanmaz. Çünkü Irak’taki ve giderek tırmanan Afganistan’daki başarısızlık, bütün dünya halklarını ABD’nin olduğu her yerde bir direnişe teşvik edebilir. Ki zaten bu noktaya bir anlamda gelmiş durumda. Artık ABD kimse tarafından korkutucu bir güç değildir. Cezaevleriyle, işkence uçakları ve gemileriyle artık dünya kamuoyunda hiçbir insan hakları savunucusunun ciddiye almadığı, hukuksuzluğu tescil edilmiş bir ülke konumuna gelmiştir. Bunun bilincinde olan ABD, Ortadoğu ‘da daha ölçüsüz saldırılarla gözdağı vermeyi ve egemenliğini, çıkarlarını korumayı amaçlıyor. Bu nedenle de kendi çıkarları, bildiği doğrular ve tercihleri konusunda ne denli saldırgan olabileceğini göstererek güçsüzlüğünü gizleme yoluna gitmiştir.
İsrail’in saldırıları karşısındaki tepkisizlik, döneme ve ABD’nin bölge politikalarına dair ipucu verir niteliktedir. Daha önce de ABD ile İran arasındaki çelişmenin çatışma aşamasında olmadığını ve çatışmaktansa çatışacakmış gibi görünmenin her iki ülkenin yararına sonuçlar doğurduğunu söylemiştik. ABD bu süreçte, enerji kaynaklarının ve ulaşım yollarının risk/tehdit altında olduğu yönünde bir yönlendirme yapmış; adım adım uyguladığı diplomasi ile dünyayı ikna etme sürecine girmişti. İkna ettiği ülkelerin başında AB ülkeleri geldi. Almanya ve Fransa gibi Irak saldırısına ciddi muhalefet göstermiş olanlar dahil, AB ülkelerinin hemen tümünün desteğini aldı. Buna giderek Rusya’nın da desteği eklendi. Hatta çeşitli biçimlerde Çin ve Hindistan’ı da bu duruma razı ederek ABD; halkların değil ama egemen sınıfların nezdinde Irak savaşı öncesinden daha avantajlı/etkili duruma gelmiştir. İşte ABD’nin ve uluslararası emperyalizmin bu çıkar örtüşmesi, ABD’ye böyle bir gösteri ve gözdağı şansı vermiştir. Mevcut saldırıların niteliği, ABD’nin kendi çıkarlarını koruma noktasında ne denli kural tanımaz bir saldırganlık içinde olabileceğini göstermesi açısından önemlidir.
Mevcut konjonktürde, Çin ve Hindistan ekonomisindeki gelişme, sadece ABD ekonomisini değil, AB sürecindeki ülkeleri de tehdit eder hale gelmiştir. Dolayısıyla ortak sorunlar içerisinde bulunan ABD ve AB ülkelerinin, aralarındaki farkları bir kenara bırakarak daha geniş ölçekli ortak politikalar içinde olması beklenmelidir. Mesafeli duruşuna rağmen Rusya da böyle bir uyumu tercih etme eğilimindedir.
İşte dünya ölçeğinde ABD’nin halklar nezdinde sürekli prestij kaybettiği koşullarda, saldırganlığına yönelik tepkilerin bu denli cılız olması düşündürücüdür. Bunda, emperyalist güçlerin çıkar ortaklaşmasının yanında, medya ve kamuoyu oluşturma araçları ile yapılan yönlendirmelerin de rolü vardır. Öyle ki bir süre için sol çevreler dahi Filistin’deki saldırılara tepkisiz kalmış, İran konusunda kopartılan fırtınanın yanında Filistin tali bir konu olarak gündemde yer almıştır. Bu aynı zamanda solun gelişmeleri okuma ve politika geliştirme konusundaki kısırlığının ifadesidir.
Bugün devrimciler bir taraftan Filistin’le dayanışmayı öne çıkarırken, diğer taraftan da, mevcut saldırganlığın yayılabilme olasılıklarını değerlendirmeli ve buna uygun bir duruş geliştirmelidir.
BÖLGEDE GERİLİM ARTARAK TIRMANIYOR
Genelde emperyalistler özelde ABD, yakaladıkları fırsatlar oranında, dünyanın başka yerlerinde de benzer güç gösterilerine kalkışabilirler. Bu olasılık, ABD’nin İran’la ilintili olarak yaptığı gibi, kendi çıkarlarını dünyanın ortak çıkarları olarak gösterebildiği oranda artacaktır. Hedefe, Latin Amerika ülkelerinden biri veya denediği füzeler bahane edilerek Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti de konabilir. Tabii Kore’nin bir Filistin olmadığını ABD de biliyor. Kendisine yönelik ideolojik, politik, askeri veya ekonomik herhangi bir saldırı karşısında Kore’nin seçenekleri Filistin’den daha fazladır. Nitekim, Japonya’nın tehditleri karşısında verdiği “ Japonya’yı yıkarız” yanıtı, Japonya’nın fiilen geri adım atmasını beraberinde getirdi.
Bölgede ise gerilim aratarak tırmanıyor . İsrail, Filistin’e yönelik saldırılardan sonra, Hizbullah’ın 2 asker kaçırmasını gerekçe ederek Lübnan’a da girdi. Bu noktada belki de en tehlikeli/sorunlu yaklaşım “ asker kaçırılmasa bunlar olmazdı ” biçiminde olanıdır. Politik perspektiften yoksun olanlar, olguları neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendiremeyenler, genellikle bu türden yaklaşımlara yedeklenir; böyle bir duruşu beslerler.
Gerçekte ise, bu olayda kaçırılan asker sadece bir semboldür. ABD, İsrail eliyle prestij ve gözdağı peşindedir. Bu bağlamda, Lübnan’a girilmesini de prestiji korumanın ve direnç olasılıklarına gözdağı vermenin devamı olarak görmek gerekiyor.
Bu müdahalenin amaçlarından biri de Filistin’de halkla (ve diğer örgütlerle) Hamas arasında; Lübnan’da ise, Hizbullah’la halk arasında çelişme oluşturmaktır. Bunun için İsrail, halkın günlük yaşam aktivitelerini bozan saldırılarda bulunmuş; otoyol, havaalanı, santral, vb yerleri bombalamıştır. Ancak halkların da örgütlerin de basireti İsrail’in ufkunu aştı ve saldırılar genellikle ayrışmayı değil bütünleşmeyi beraberinde getirdi.
Saldırıların Lübnan’a da yönelmesi daha boyutlu gelişmelerin habercisidir . Bilindiği gibi Lübnan’da özel uğraşlar ve dayatmalar sonucu taşlar bir oranda da olsa dizilebilmiş, belirli bir denge hali yakalanmıştı. İsrail’in saldırısıyla Lübnan’da taşlar bir kez daha yerinden oynamıştır. Ortadoğu’yu bilenler, Lübnan’ın gerilim potansiyelini de bilir. Orada taşları dizmek zor, bozmak ise kolaydır. Taşlar yerinden oynamış durumda; görünen o ki, tekrar bir denge haline geçiş zor olacaktır. Mevcut müdahale tüm bölge halkları için bir tehdittir; saldırılarla, bölgede ABD politikalarıyla uyum içinde olmayan herkese gözdağı verilmektedir.
Ya topraklarından edilmiş ya da topraklarında mülteci konumuna sokulmuş; yaşamı duvarlarla, giriş kapılarıyla denetlenen ve gerektiğinde kapılar da kapatılarak, balık avı bile yasaklanarak tam bir yokluk ve zindan hali yaşatılan Filistinlilerin itirazını, itirazının şeklini tartışmak; İsrail eylemine meşruiyet aramak; aklı ve vicdanı yerinde olan insanların işi olamaz. Hiç kimsenin bir başkasına, bir zindan halini benimseyerek sessiz kalmayı, duruma rıza göstermeyi dayatma hakkı yoktur. Esaretin, zulüm ve işkencenin olduğu yerde, itiraz; haklı, gerekli ve meşrudur.
Bugün ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerine; İsrail’in de her türden insan hakkını ve yasayı yok sayarak gerçekleştirdiği saldırılara cüret etmesinde; sadece emperyalist kuruluşların desteği değil, aydın kimliğini çarpık biçimde taşıyanların da rolü olmaktadır. Türkiye halkları, Irak işgali döneminde, ruhlarını satmışçasına kalemlerini işgal için kullanan yazarlara, “iliştirilmiş” gazetecilere tanık olmuştur. Bugün de Filistin’deki saldırıları alkışlayan ve benzeri uygulamaları Kürt coğrafyası için telkin eden Hasan Pulur, Hasan Cemal gibi karanlık fikirli “aydın”lara tanıklık ediyor.
İnsanlık tabii ki salt kirli ruhlara, karanlık hesap piyonlarına değil; kimliğinin gereğini yerine getiren aydınlara da tanıklık ediyor. Örneğin “Amerikalı sinema oyuncusu Susan Sarandon ve Amerikalı Barış Anası Cindy Sheen’in de aralarında bulunduğu bir grup sanatçı ve aydın, Amerikan işgalinin sona erdirilmesi için açlık grevi eylemine başladılar.
Fransa’nın ünlü oyuncusu Catherine Deneuve; Avusturya’nın bir kentinde katıldığı basın toplantısını, Nazilerin istihdam politikalarını ve Hitlerin SS subaylarını öven, yabancı düşmanı ırkçı lider Haider’le aynı havayı solumamak, onunla aynı fotoğraf karesinde görünmemek için terk etti.” bunun gibi pek çok onurlu duruş örneği vermek mümkün. Bu nedenle, emperyalist talan, sömürü ve baskı araçları sahipleriyle beraber mutlaka kaybedecek; ezilen halklar kazanacaktır.
*ABD ORTADOĞUDAN DEFOL
*FİLİSTİN’DE DİRENİŞ KAZANACAK
*YAŞASIN EZİLEN HALKLARIN ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ
Sayı 22 (Ağustos – Ekim 2006)