7 Ekim’de Filistin’den yükselen “yeter” çığlığı, bizlere ve empati kurabilenlere, Kürt halkının çeşitli dönemlerde yükselttiği “edi bese” çığlığını anımsattı. Ne var ki bu kez, daha önceki süreçlerden farklı olarak, Filistin meselesi şaşırtıcı biçimde yanlış tartışmalara, yakıştırma ve hatta suçlamalara konu ediliyor. Böyle olunca da aynı haksızlık Filistin halklarının direnişine destek veren devrimci yapılara da yöneliyor.
“Sosyal” olanı dahil medyanın çeşitli zeminlerinde yaşanan tartışmalar, dezenformasyonun yanında kafa karışıklığının ve bilgi eksikliğinin geldiği vahim boyutu da gösteriyor.
Bizler bugüne dek, çetin mücadele koşulları, yaşatılan tecrit, göç ettirme, yok sayma ve benzeri nedenlerle genelde Kürt halkına özelde Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi’ne pozitif ayrımcılık yapmayı, eksiklerini öne çıkarmaktan çok, doğrularının yanında olmayı tercih ettik.
Gelinen aşamada cevap hakkı doğuran ve polemikten “çok yanlış bilineni düzeltmeyi” ihtiyaç haline getiren yazıların/açıklamaların arttığını görüyoruz. Bu bağlamda, özelde bizzat hareketimiz, genelde devrimciler için bir değerlendirme yazısı ihtiyaç haline gelmiştir.
Ezilenle empati, destek ve yoldaşlık, bir devrimcilik özelliğidir
Devrimciler, sınıfsal bakışları ve bu bakışın ölçülerine göre biçimlenen duruşları gereği, enternasyonal boyutta tüm ezilenleri; emperyalizmin ve işbirlikçi faşist/gerici iktidarların baskısına, sömürü ve zulmüne uğrayan tüm halk kesimlerini “potansiyel müttefik” kabul eder, empati kurar ve imkanlar ölçüsünde yanında olup destekler.
Dost-düşman ayrımını yapmak yani kimlerle, kimlere karşı, nerede ve nasıl durulacağını isabetli biçimde tayin etmek, mücadelenin başarısı için de devrimci kimliğin tutarlılığı açısından da olmazsa olmaz önemdedir.
Filistin’le Türkiyeli devrimcilerin girdiği karşılıklı ilişki, bu alanda sembol niteliğindedir; öğretici derslerle dolu bir dayanışma pratiğidir. Tam da bu noktada, yaygınlıkla öne çıkarılan (devrimci yapıların muhatap edildiği) bir soru akla geliyor: “Coğrafi olarak daha uzak olan Filistin’e verdiğiniz önem ve desteği neden Kürt halkına ve hareketine vermiyorsunuz?”
Sadece bu süreçte değil, daha önce de çeşitli vesilelerle karşılaştığımız bir sorudur bu. Gerçekten öyle mi; gerçekten devrimciler, ezilenler arasında fark veya ayrım mı koyuyor? Daha da önemlisi, sorun gerçekten böyle bir ayrım konulmuş olup olmamasında mı yoksa Kürt hareketinin Filistin’e dönük bakışındaki problemde mi?
Öncelikle belirtelim ki Türkiye’nin özgünlüğü, yaşanan saldırıların niteliği, göç ettirme dahil çeşitli nedenlerle okullardan mahallelere, grevlerden hapishanelere kadar her alanda Kürt ve Türk halklarının iç içeliği, kavgaya da farklı bağlamlarda örgütlülüğe de iç içe bir nitelik kazandırmış; devrimcilerin devrim programlarına da ittifaklarına da izdüşümü olmuştur.
Evet, Filistin’e giden yoldaşlarımızın orada İsrail’e karşı savaşanları ve hatta ölümsüzleşenleri de oldu. Ancak belki kimlerine şaşırtıcı gelecektir ama bu toplam destek ve pratik, Kürt Ulusal Hareketi’ne verilen desteğin yanında çok sınırlı kalmaktadır.
Tarihsel kayıtlar, örnekler ve dayanışma hafızası
Bu tartışma açılmışken, yaşanmışlıklara yer vermenin konuyu daha anlaşılır kılacağını düşünüyoruz. Örneğin Öcalan tutsak alındığında hapishanelerde hemen tüm devrimci yapılar açlık grevi yapmış, hatta çeşitli yapılardan devrimciler “feda eylemi” yaparak canıyla destek vermiştir. Konu gereği Filistin’e dönersek, Yaser Arafat’ın İsrail tarafından tutsak alınarak adım adım öldürülmesi sürecinde buna benzer bir pratiğin sergilenmediği, protesto veya destek açıklamalarıyla yetinildiği biliniyor. Daha da öteye taşırsak, dünya ölçeğinde bir hareketin önderinin tutsaklığı sonrasında böyle bir pratiğin ortaya konulmadığını bilmek için derinlikli araştırma yapmaya gerek olmadığını düşünüyoruz.
Deniz’in idam edilmeden önceki son sözlerinde “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!” sloganın yer alması bir tesadüf veya kişisel bir olgu değil, stratejik ufka sahip devrimcilik ciddiyetidir.
Bu konuda daha uzağa gitmek ve başka yapılar adına konuşmak yerine kendi arşivimize kısa bir göz attık.
* “Suruç’ta kardeşlik bilinci bombalandı” başlıklı yazımız, şu paragrafla son buluyor:
“Bizim nasıl Şeyh Bedreddin’e, Seyit Rıza’ya; Mahire, Denize, İbrahim’e; Mine’ye, Önder’e ve Teoman’a karşı sorumluluğumuz varsa, Suruç’ta düşenler de omuzlarımıza sorumluluk yüklüyor. Bu sorumluluğu, hiçbir gerekçeyle ertelememek, mücadeleyi gelecek ufkuyla birleştirebilmek devrimciliği bir yaşam biçimi, bir kimlik olarak görmenin gereğidir. And olsun ki kanları yerde, umutları ve amaçları yarım kalmayacak; katillerinden hesap soracak, değerlerini yaşatacağız.”
*2006’da dergimizin 21. sayısında yaptığımız röportaj, “Biz her dönem Kürt halkının yanında olduk” başlığını taşıyor.
*Dergimizin1997’de yayınlanan ilk sayısında Kürt Sorunu’na bakışımızı ayrıntılı biçimde anlattığımız yazıdan aktarıyoruz:
“Kürt ulusu açısından bir çeşit milat özelliği taşıyan ’84’ kalkışması, öyle bir kalkışma ki ‘onur’un tarifini yenilemiş; aydın, demokrat gibi sıfatların ölçütünü yeniden düzenlemiştir. (…)Bireyciliğin yerini kolektif bir ruh almış, dayanışma bir yaşam biçimi haline gelmiştir. Çocuklar bile, taşlarını birleştirdiğinde ne muhteşem bir güce sahip olduklarını görmüşlerdir. Gerillaya katılan kadın, özgürleşme sürecini, ‘Bu düzende mümkün mü?’ sorusunu sordurma fırsatı vermeden yaşamıştır.
Halklar arasında oluşturulmaya çalışılan yapay duvarların da aşılması, fitili ateşlenen mücadelenin başarı grafiğine bağlı olacaktır.”
Bu türden pratik ve yazılı pek çok örnek verebiliriz. Ancak konunun içeriği açısından yeterli olduğunu düşünüyoruz.
Türkiye solunun çeşitli kesimleri için benzer veya daha da özel örnekler vermek mümkün. HDP’nin bizzat kendisinin bileşimi veya Emek ve Özgürlük İttifakı, 2015 seçimlerinde yapılan ortak çalışmalar, alınan oy vb. de gerçekte Türkiye solunun bu konudaki yaklaşımına, ölçülerine dair çok şey anlatıyor.
Dost-düşman ayrımında tutarlılık, programatik bir zorunluluktur
Devrimci programa sahip hiçbir yapının, Kürt halkı gibi en temel müttefiklerden birini yok sayma, önemsememe vb. lüksü yoktur; bu, devrim ciddiyetidir. Bu kapsamda bir içerik sözde kalmamış, devrimci yapıların programına girmiştir. Bu tür sorunlara ancak Marksizmin doğruluğu kanıtlanmış önermelerini reddederek, devrim dışında farklı yöntemlerle özgürlüğe varacağını sanan bir yapıda veya demokratik süreçleri atlayarak, doğrudan işçi sınıfı ile “sosyalist devrim” yapacağını sanan yapılarda rastlanabilir.
Konu bağlamında bazı teorik anımsatmalar yapmak gerekirse:
Devrim süreçlerinde stratejik hedef, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin çözümüne yöneliktir ki bu da temel çelişmeyi ifade eder. Ülkemizde tekelci kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden ve başından beri emperyalizme bağımlı bir seyir izlediğinden, stratejik hedefimiz, anti emperyalist, anti oligarşik, demokratik devrimdir. Bu da ittifakların neden geniş ve zorunlu olduğunun programatik ifadesidir.
Bu programatik gereklilikler çerçevesinde, tüm ezilenlerin birliğinin bilincinde olan devrimcilerin “ezilenden ezilen beğenmek” gibi bir lüksü yoktur. Örneğin bir birey, sosyal medyada “sorumsuz” davranabilir ama devrimciler sorumsuz davranamazlar. Veya kendi güç ve imkanları dışında başka hiçbir yapıya ihtiyaç olmadığını sanan, halklar yerine daha farklı güçlere dayanan bir yapı, diğer tüm yapıların desteğini önemsiz görebilir; ama bahsettiğimiz programatik duruşa sahip yapılar için bu, kendini ve programını reddetmektir.
Yanlış tarih okuması, zorlama gerekçeler ve Zafer Yörük (Yeni Yaşam)
Yeni Yaşam Gazetesi’nde yazan Zafer Yörük, soruna dair netliğe ve desteğe en ihtiyaç duyulan dönemde yazdığı “Kemalizm/Siyonizm-Kürdistan/Filistin” yazısıyla bilerek veya bilmeyerek, var olan kafa karışıklıklarını daha da derinleştiren bir işlev görüyor. Öyle ki (ve ne yazık ki) İsrail’in hastaneleri bombaladığı gün biz yoğunlaşan ve yoğunlaştırılan kafa karışıklığını bir nebze gidermek için, gündeme sokulan ve gerçekte “aciliyeti olmayan” konuları tartışmak zorunda kalıyoruz.
Yeni Yaşam’daki yazıda Filistin’e yönelik net bir mesafe ve “negatiflik” gözleniyor. Bunun nedeninin 7 Ekim’deki eyleme dair yaklaşım farklılığından ibaret olmadığını düşünüyoruz. O halde geriye daha problemli bir mesele kalıyor. Dolayısıyla da “Asıl mesele İsrail’le kurulan köklü ilişki mi?” diye sorma ihtiyacı doğuyor.
Yeni Yaşam yazarı, empati yoksunluğundan söz ediyor. Ancak İsrail’in Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’yle ilişkisine baktığımızda nedenin empatiden çok daha “maddi” olduğu görünüyor. Irak Kürdistanı’nda gerek petrol kuyularını işleten Exxon (ABD), Total (Fransa), Gulf Keystone (İngiltere) gibi firmalara gerekse buradan çıkarılan petrolün en önemli müşterisinin İsrail olmasına baktığımızda veya Mustafa Barzani döneminde Irak’la yaşanan savaşta İsrail’in peşmergelere silah dahil çeşitli destekler verdiği ve Barzani’nin İsrail’i ziyaret ettiği düşünülürse bugünkü ikircikli duruşa dair daha doğru/somut verilere de ulaşılıyor.
Biraz daha mercek tutulursa, özellikle ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılından sonra İsrail’le ilişkiler daha da yoğunlaşmış, inşa sürecinde bölgesel yönetime İsrail tarafından askeri olanın dışında alt yapı dahil çeşitli destekler verilmiştir. Ayrıca tüm bu ilişkilerin devamı ve gereği olarak, 2017 yılında bölgesel parlamentonun aldığı bağımsızlık kararını ilk destekleyen İsrail olmuştur. Burada son dönemlerde Suriye Kürdistanı’nda ABD ve İsrail’le girilen ilişkilerden de söz edilebilir ancak bunu bir başka yazının konusu olarak düşünüp, sadece anımsatarak geçiyoruz.
Söz konusu yazıda kurulmuş zorlama/yanlış bağlamlardan biri de Marksizm-Siyonizm ilişkisi olmuştur. Marx ve Engels’in Moses Hess’le kişisel ilişkilerinden hareket edip “Yahudi milliyetçiliğiyse Marksizm’le köklerinden itibaren ilişki içinde oldu. Marx ve Engels, radikal Yahudi düşünür Moses Hess’ten etkilenmişlerdi.” demek, hatta Siyonizm ile Marksizmin iç içe geçtiği iddiasında bulunmak için, kimlik siyasetinin darlaştırıcı ve yanıltıcı etkisi “yeter sebep” mi bilemiyoruz ama Marx ve Engels’in Hess’i Alman İdeolojisi’nde bile (yani erken dönemde, 1845’te) eleştirdiklerini, aynı dergide bulunmak vb. nedenlerle yaşanmış olan ortak mesainin siyonizmle ilişkisi olmadığını, kişisel mesailerin ve tanışıklıkların bu türden bağlar kurmaya yetmediğini biliyoruz.
Hess hakkında yapılan araştırmalar, tarihi ekonomik nedenlere ve sınıf mücadelesine dayandıran Marx ve Engels’in aksine Hess’in bu konuda giderek farklı düşünerek ırkların veya milliyetlerin mücadelesini tarihin ana faktörü olarak görmeye başladığını ortaya koyuyor. Yazının geneline bakıldığı zaman bir kez daha sınıf bilincinin (öğreti olarak Marksizmin) değerlendirmelerde ve tavır alışlarda yanlışa düşmeme açısından nasıl bir sigorta oluşturduğunu tekrar görüyoruz.
Olur ya bu kafa karışıklığında konu Marx’ın Bruno Bauer’in Yahudi Sorunu’na karşı kaleme aldığı “Yahudi Sorunu Üzerine” adlı çalışmasına gelir düşüncesiyle bu konuda da şunları söylemekle yetinelim: Felsefeci Karl Löwith’e göre Marx, insan özgürleşmesini her türlü özellikten sıyrılmak -mülkiyet, aile, toplumsal cinsiyet, din, milliyet, meslek vs.- olarak gördüğü için Yahudilerin de “Yahudilikten” kurtularak gerçek özgürlüğe ulaşacaklarını düşünmüştür.
Son söz yerine, bu yazımızın bundan sonra ezilenin ezilenle ilişkisi ve empatisi bağlamında sosyal medya dahil tüm alanlardan daha özenli davranmaya sebep olmasını diliyoruz.
Devrimci Hareket
18 Ekim 2023