Mevsimlere, yıllara göre üretim değişmekle birlikte, Türkiye’nin kendi ihtiyacının en az 10 katı kadar fındık üretim potansiyeli vardır. Türkiye’deki fındık üretimi, dünya fındık üretiminin yaklaşık % 75’i kadardır. Meyilli arazide ve erozyon tehdidi olan bölgelerde, erozyonu önleyecek tarzda ekilmeye uygun olan fındık, Karadeniz iklim koşullarına en uygun tarım bitkisidir. Bu yönüyle, fındığın yerine ikame edilebilecek başka bir ürün yoktur. Bakım gerektirmemesi ve erozyonlu yapıya dikiminin elverişli olması akla gelen ilk avantajlarıdır. Aynı zamanda, Karadeniz’in nüfus yapısına (küçük aile işletmesi özelliğine) uygun olan, çiftçiliğe denk düşen bir üründür. Bu nedenle Karadeniz’de fındık üretimi çok yaygındır. Ve Tayyip Erdoğan’ın iddia ettiği gibi fındıktan 270 bin aile değil, yaklaşık 10 milyon insan geçiniyor. Bu rakama yılda bir kez bölgeye gidip fındık toplayan kesimler de dahildir. 10 dönüm araziye sahip olduğu halde, örneğin İstanbul’da yaşayıp fındık toplama mevsiminde bölgeye gidip fındık toplayan ve bundan geçinen aileler var. Bu şekilde düşünülürse, Karadeniz’de fındığın yaşamına etki etmediği hemen hiç kimse yoktur.
Sanıldığının aksine fındık, her iklimde yetişen bir bitki türü değildir. Dünyanın birçok yerinde denenmesine rağmen bu kadar yüksek verim alınamamıştır. Son zamanlarda Karadeniz köylüsüne, fındık bahçelerini sökmesi ve onun yerine kivi dikmesi yönünde bir dayatma var. Kivinin Karadeniz’de ekilmesi şart değildir, çünkü her iklimde yetişir; ama fındık her iklimde yetişmez; Karadeniz bölgesinin bitkisidir . Devlet, Karadenizlileri bir biçimde fındık üretiminden vazgeçirmeye çalışıyor. Bunun nedeni, dünyada fındığın kakao ile birlikte şekerleme, vb ürünlerde Amerikan bademine rakip olan bir bitki olmasıdır.
Uluslararası borsalarda hangi ürünün fiyatı daha düşükse o ürüne yönelme olur ve o ürün kullanılmaya başlanır. Türkiye’de fındık rekoltesinin yüksek olması ve uluslararası piyasaya fazla fındık verilmesi Amerikan bademini doğrudan etkiler. Bu bağlamda, Türkiye’deki fındık alanlarının daraltılmasına yönelik politikaların arkasında iki neden vardır. Birincisi, fındık tüccarının beklentileri. İkincisi, uluslararası borsadaki Amerikan bademi üreticilerinin etkisi. Bu çelişme hemen hemen son 30 yıldır belirli oranlarda varlık göstermektedir.
Türkiye’de devlet genellikle tüccarı, bir kooperatif birliği olan FİSKOBİRLİK’in karşısında kollamıştır. Demirel hükümetleri dönemi dahil yıllardır gözlenen bir işleyiş (dolayısıyla sömürü) söz konusu. Fiskobirlik kaynak yokluğu sebebiyle alımlara geç başlar, köylü bekleyemez ve ucuz fiyattan tüccara malını verir. Tüccar da ucuza kapatmış olduğu kaliteli fındığı büyük karlarla yurtdışına ihraç eder. Buradaki sömürü, tüccarın fındığı ucuza kapatmasından kaynaklanırdı.
Fiskobirlik’in yıllardır uygulanan bir politikası vardı. Buna göre, Fiskobirlik, her yıl tüccar alımlarından sonra, köylünün elinde kalmış olan bütün fındığı satın alıyordu. Böylece, elinde kalan fındığı stoklama/depolama olanağı olmayan köylü için Fiskobirlik bir çeşit garanti pazar anlamına geliyordu. Pek çok köylüde “nasıl olsa Fiskobirlik benim fındığımı alacak” kanaati vardı. Dolayısıyla direnebilen köylüler uygun fiyat oluşuncaya kadar fındığını bekletiyor, daha sonra da oluşan fiyattan da Fiskobirlik’e satıyordu. Bu şekilde Fiskobirlik’in fındık alımındaki pazar payı giderek arttı. Öyle ki bir süre sonra tüccarlar bile Fiskobirlik’ten fındık almaya başladı. Fiskobirlik’ten bir önceki yılın ürününü uygun fiyattan alıyor ve o yılki ürün fiyatıyla ihraç ediyordu.
O süreçte Fiskobirlik’in bütün alımlarını devlet karşılıyor, sübvanse ediyordu. Bu sübvansiyonların hemen her yıl bütçeye maliyeti ortalama 100-150 milyon dolar civarındaydı. Bu şekilde ofisin alımlarda gücünün, alım kapasitesinin artması; uluslararası borsalarda neredeyse bir fındık tekeli yarattı. En büyük tüccar Fiskobirlik haline geldi. Ve Fiskobirlik giderek belli fiyatların altında ürün satmadığı için ihraç fiyatlarını belirlemeye başladı. Güçlü bir Fiskobirlik’in varlığı, fındık fiyatlarının belirli bir oranın altına düşmesini engelledi. Ayrıca Fiskobirlik, hem Türkiye’de hem de dünya genelinde fındık işlemede teknolojiyi geliştirerek, çok özel işleme yöntemleri oluşturarak dünya pazarına açıldı. Büyük bir üretim kapasitesine sahip olmanın olanaklarını kullandı. Ve bir çeşit rakipsiz tekel olarak, Amerikan pazarına doğrudan ürün pazarlamaya başladı.
Fiskobirlik oluşturduğu tesislerde fındık dışında, fındık yağı, vb. yan ürünler de üretti ve bu konudaki bazı bilimsel araştırmaları destekledi; sonuçta hem ülke içinde fındık tüketiminde bir artış gözlendi, hem de dünya pazarında fındığa olan rağbet arttı. Bu rağbet artışı oranında da fındık fiyatı yükseldi. Önceki yıllarda Türkiye’nin fındıktan 400-500 milyon dolar civarında ihraacat gelirleri olurken, geçen seneki fındık ihracatından gelir 2 milyar dolara yakın olmuş. Bu, çok yüksek bir orandır.
Bu durumdan rahatsız olanların başında Amerikan badem üreticileri geliyor. Çünkü pazarda fındığın alanı geliştiği oranda bademin alanı daralıyor. Bunlar birbiri ile yakından ilişkili iki üründür. Dolayısıyla
Fiskobirlik’in başına çorap örülmesi politikası, doğrudan ABD’den çıkıyor.
Amaç, Fiskobirlik’in pazardaki ağırlığının kırılmasıdır. Tabii saldırı Fiskobirlik’le sınırlı değil ve sonuçta Türkiye’de fındık üretim alanlarının daraltılması amaçlanıyor. Fiskobirlik’in köylünün elinde kalan bütün ürünü alma politikasından vazgeçilmesi, bu daraltmanın adımlarından biridir. Dolayısıyla elindeki fındığı satışta zorlanan köylü giderek üretimden vazgeçecektir.
Köylüler zaten fındık bahçelerinin sökülmesi yönünde de teşvik ediliyor. Sonuçta bir kez fındık bahçesi söküldükten sonra yeniden dikilip verim alınması 10 yılı bulur. İşte bu politika 2003’te yeni hükümetin işbaşına gelmesiyle beraber gündeme sokuldu. Fiskobirlik’in köylünün elinde kalan bütün ürünü alma politikasından vazgeçildi; sübvansiyonlar kaldırıldı. 2004-2005’te sadece kredi verildi. Bu yıl ise devlet kredi de vermedi.
“Gidin bankalardan ticari koşullarda kredi alın” dendi. Bu arada devletin geçen seneden fındık üreticisine ödenmesi gereken 125 milyon Dolarlık borcu var. Hem bu borç ödenmedi hem de bankaların kredi vermesi bir biçimde engellendi. Böylece Fiskobirlik daha önceki yıllardan almış olduğu fındığın parasını köylüye ödeyemedi, diğer taraftan yeni ürün sezonu geldiği halde fiyat açıklanamadı; Fiskobirlik açmaz içinde kaldı. Her olumsuz açıklamadan sonra fındık fiyatları biraz daha düştü. Tüccar ise ya piyasaya girmedi ya da düşük fiyatlar verdi. Fındıkta yaşanan sorunun özü kısaca budur.
Yukarıda tanımladığımız kurtlar sofrasının karşısındaki en önemli örgütlenme Fiskobirlik gibi gözüküyor. Fiskobirlik’in yönetimi ise Türkiye’deki parlamentoya benziyor. Parlamentoda yer alan bütün siyasal eğilimlerin uzantıları Fiskobirlik’in yönetim kurulunun içinde şu veya bu oranda varlık gösteriyor. Orada olmayan, emekçinin kendisi ve devrimcilerdir. Yüzbin kişinin katıldığı söylenen fındık mitinginin de özü çok farklı değil. Burjuva partilerinin kendi eğilimleri doğrultusunda örgütlemiş oldukları ve devrimci bir coşkudan, alternatif bir politika üretmekten, bir açılım getirmekten uzak söz konusu mitig(ler)de, farklı/radikal hiçbir sese tahammül yoktu. Bu, aynı zamanda köklü çözümlerden ne denli uzaklaşıldığının göstergesiydi. Ayrıca bu miting(ler)in 20 yıldır ilk olduğu da doğru değil. Daha önce Tokat’ta 25 bin köylü traktörlerle yolları kesti. Bir tek televizyon kanalında, burjuva basınında yer almadı. Akhisar yöresinde tütün üreticisi 60 bin kişi Manisa yolunu kapattı; bunlar da basında yer almadı. Yani köylü kesimden kaynaklanan bu tür direnişler, eylemlilikler ilk değil.
Türkiye’deki tarım aslında pamuk, tütün, fındık, ayçiçeği, buğday dahil hemen her ürün için çökmüş durumda. Bunun birinci nedeni, genetiği değiştirilmiş ürünlerdeki yaygınlıktır. Genetiği değiştirilmiş tarım ürünleri, hiçbir denetim olamadan çok yüksek verimle üretilmekte ve Türkiye’de düşük fiyatlarla, tarım ürünlerinin karşısına çıkarılmakta ve sonuçta bu ürünlerle rekabet etmek durumunda bırakılan yerli ürünler kaybetmekte, yerli tarım çökmektedir. Trakya köylüsü artık maliyetini kurtarmıyor diye ayçiçeği ekmek istemiyor. Aynı şey pamuk ve diğer tarım ürünleri için de geçerli. Ayrıca doğrudan gelir desteği ile üretimin bütünüyle durdurulması amaçlanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’deki tarımsal üretim hızla düşüyor.
İkincisi, Türkiye’de tarım orta ve küçük işletmelerden oluşuyor. Bu nedenle ürün maliyeti, çok büyük ölçekte yapılan üretime oranla yüksek kalıyor. Buna rağmen, en geniş üretimlerin yapıldığı ülkelerde bile tarım kesimine en az %10 ile %25 arasında devlet sübvansiyonu sağlanıyor. Amerika’da bütün tarım ürünleri sübvanse ediliyor; AB ülkelerinde sübvansiyon oranının sınırlı miktarda düşürülmesi dahi köylülerce büyük protestolarla karşılandı. Ancak kendi ülkelerinde tarımı destekleyenler Türkiye’de desteklerin bütünüyle kesilmesi yönünde baskı yapıyor. Ve böylece, bütün dünyada uluslararası borsada alınıp satılan sübvansiyonlu tarım ürünlerine karşı Türkiye köylüsü hiçbir destek görmeden rekabet etmek zorunda bırakılıyor; bu da Türkiye köylüsünü ister istemez açmaza sokuyor.
İMF’nın isteği dahilinde tarıma yapılan müdahaleler geçici bir politikaymış gibi ortaya çıkıyor, ama bir süre sonra bu kalıcı hale geliyor. Çünkü belli ürünlerin üretilmesinde kullanılan yöntemler, araç gereç stoku, çiftçinin yaşama biçimindeki alışkanlıklar bir sürecin ürünüdür ve bir kez bozulduktan sonra tekrar aynı düzeni kurmak on yılları alır. Örneğin ürün toplamak için traktöre eklenen parçalar, ekimin zamanlaması, toprağın tavı, vb hepsi bir bilgi birikimi gerektiriyor. Ekime üç beş yıl ara verilip o bilgiden ve üretim pratiğinden kopulduktan sonra tekrar dönüş yapmak sanıldığından da zordur. Köylü, belli bir üründen bir kez soğudu mu bir daha ona kolay kolay dönemiyor.
Türkiye tarımı kullanılan tohum, zirai ilaç ve gübre açısından da hedef tahtasındadır. “ Gen teknolojisiyle üretilmiş bazı tohumlar, sadece belli gübreler eşliğinde ürün verebiliyor. Ayrıca hibrit tohumların hiçbirisi zaten kendini tekrar etmez. Yani tohum kaynağı anlamında bir bağımlılık yaratıyor. Üstelik o toprakta var olan diğer canlı türlerini yok ettiği için, kendisinden başka hiçbir ürün bir daha o toprakta yetişmiyor. Mutlaka o ürün ekilmek zorunda kalınıyor.
Doğada bilinen bir olgudur; bazı bitkiler, yakın çevresindeki diğer bitkilerin üremesini engelliyor. İşte bu tür bitkilerin genleri alınıp, örneğin buğdaya taşındığında; ortaya, kendisinden başka türün yetişmesine şans vermeyen bir buğday türü ortaya çıkıyor. Bu, emperyalizme, her coğrafyada topraklara ekilecek ürünü dahi belirleme şansı veriyor. Bu teknoloji, diğer teknolojiler gibi kolaylıkla sahip olunan nitelikte olmadığı için; ona sahip olanlara muazzam avantajlar sağlıyor. Örneğin Nestle’nin İsviçre’de ürettiği bir buğday, Türkiye’de kullanıldı ve o toprakta bir daha başka hiçbir şey yetişmedi. Nestle, bugün o tohumu pek çok ülkeye satan ve kendine bağımlı kılan konumdadır .” (Devrimci Hareket, S: 14)
Ayrıca bu alanda kesin bir denetim yok; genetik yapısıyla oynanmış olan tohumların çevredeki diğer bitkilere, hayvanlara etkisi yeterince incelenmiş değildir. İlaçların ve gübrenin hangi oranlarda kullanılacağı da benzer bir belirsizlik içinde. Bu anlamda Türkiye, bir deneme tahtası olarak da pazardır.
Bu tip yeni ürünler önce Türkiye gibi ülkelerde deneniyor; çevreye etkisi, verim düzeyi, hangi koşullarda hangi ürünün alınabileceği test ediliyor. Örneğin Trakya’da çeşitli uluslararası firmaların deneme tarlaları var. Farklı türlerde ayçiçeği tohumu üretiyorlar. Bunların üzerinde de hiçbir denetim yok. İlaçtan tohuma kadar istedikleri denemeyi yapıyorlar. Normalde kullanılan ürünlerin kısa sürede parçalanıp doğada temel elemanlara ayrışması gerekirken, bunların kullandığı bazı malzemeler yüzlerce yıl toprakta kalabilecek türdendir. Bugün bu nedenle Türkiye’de toprağı kirlenmemiş bölge hemen hemen kalmamış durumda. Toprak giderek çoraklaşıyor ve tarım ürünlerinin verimi düşüyor.
Türkiye tarımının emperyalist tekellerin saldırılarına açık tutulması sonrasında bugün, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri stratejik iki ürün olarak bilinen pancar bitirilmiş durumda, buğday ise ancak ihtiyacı karşılayacak miktarda üretilebiliyor.
Tüm bu saldırılara karşı geliştirilen tepkiler ise, örgütsüzlük sebebiyle sınırlı ve etkisiz kalmakta veya mitinglerde de görüldüğü gibi yanlış önderlikler sebebiyle tepki, sonuç alıcı boyutlara taşınamamaktadır. Bu durum ilgili kesimleri çeşitli arayışlara iterken, farklı ülkelerde yaşanan pratikler taklit edilerek Türkiye’ye taşınmaya çalışılmaktadır. Örneğin Latin Amerika’da kapitalist çiftliklerde üretim yaygın durumda. Türkiye’de kimi kesimlerin sıkça ziyaret ettiği ve örnek almaya çalıştığı Brezilya’da, kapitalist işletmelerde farklı ürünler üreten ve konusunda uzmanlaşmış işçiler var. Dolayısıyla da her farklı ürünü üreten işçilerin oluşturduğu bağımsız sendikalar ortaya çıkmış durumda. İşte Türkiye’de sözü geçen “Tütün-Sen”, “Fındık-Sen”, “Pancar-Sen” gibi oluşumlar Brezilya’dakine öykünme ürünü adımlardır ve fiili bir yararı, somut bir karşılığı yoktur.
Türkiye’de köylünün örgütlenmesi farklı ürünler üzerinden değil, ziraat odalarında, bölgesel örgütlenmeler tarzında olmaktadır. Bunun yanında Türkiye’de ürün bazında örgütlenme için kooperatifler önemli bir deneyimdir. Bu deneyimler bugünün ihtiyaçları da dikkate alınarak geliştirilebilir. Bu konuda daha önce yaptığımız bir değerlendirmeyi aktarıyoruz:
“ Eğer gelecek, ileri tarım teknik ve araçlarının kullanılmasını gerektiriyorsa; bunun, küçük tarım işletmeleriyle aşılmasının mümkün olamadığı artık biliniyorsa; bu alanda bilimsel, çağdaş motifler etrafında, küçük işletmelerin birleştirilmesiyle oluşan bir kooperatifçilik öne çıkarılabilir. Hatta bugün egemen tarım tekniklerini kullanan büyük tekel gruplarının denetiminde olan tohum, araç-gereç, tarım ekipmanları gibi alanlarda oluşmuş tekelleşmeyle de rekabet edebilecek, farklı tarım tekniklerini araştırıp kullanabilecek tarım birliklerinin oluşturulması da düşünülmelidir. Burjuva nitelikte bir oluşum olsa da Tariş , bu konuda önemli bir örnektir. Yakın zamana kadar ‘ Tarım kooperatifleri ölmüştür’ deniliyordu. Ama Tariş zeytinyağı grubu dünya çapında atılım yaptı; belli bir standart oluşturdu, o standarda uygun üretimi şart koştu, İSO normlarını aldı ve şu anda dünya çapında rekabet edebilen bir marka haline geldi. Benzer bir gelişme de pancarda, Panko Birlik ‘le yaşandı. Türkiye’de şeker fabrikaları kapatılırken Konya’da Panko Birlik tarafından çok büyük kapasitede bir fabrika kuruldu. Türkiye’de toz şeker, kesme şeker ve melas üreten fabrikalar vardı. Ama Panko Birliğin kurduğu fabrika, sanayinin neye ihtiyacı varsa onu üretebilecek kapasitedeydi. Konsantre veya mısırdan glikoz şurubu dahil, 20-30 çeşit ürün üretebilen fabrika, köylülerin kooperatifi tarafından kurulmuştur. Bu türden olumlu örnekler incelenerek geliştirilebilir ve bir model olarak sunulabilir. Yoksa, ‘ köylülere tohum desteği ve ucuz mazot sağlansın, sübvansiyonlar artırılsın’ vb. taleplerle, globalleşen saldırı karşısında tarım emekçisinin ayakta kalabilme şansı yoktur.
Tabii yukarıdaki örnekler, her kooperatifin aynı sonucu vereceği veya kooperatifin tek yöntem olduğu anlamına gelmiyor. Hatta kooperatifin, sanıldığının aksine, sosyalist ilişkiler üretmediği de bilinmelidir. Ama bugün için en azından birlikte hareketi geliştirebilir ve kapitalist tekellerle rekabet şansını arttırabilir. Diğer bir ifadeyle kooperatifçilik, kapitalist üretim tarzı koşullarında orta ve küçük köylünün büyük sermaye grupları karşısında dayanışmasının bir aracı olabilir. Fakat, mücadelenin ileri evresinde merkezi siyasal yapılar oturtuldukça, belki bu tür kooperatifler dönemlerine uygun farklı misyonlar yüklenebilirler.”( Devrimci Hareket, S:19)
Sayı 22 (Ağustos – Ekim 2006)